21 Aralık 2024 Cumartesi

Şimdiki Çocuklar Harika*


 

… ..

O gün ilk derse müfettiş sınıfımız geldi.

Bilirsin, ben öyle çok heyecanlı değilimdir ama, nedense o gün çok heyecanlandım. Titriyordum heyecandan. Belki de öğretmenin heyecanı bana geçmişti. Çünkü onun ellerinin titrediğini gördüm.

Müfettiş,

-Öğrencilerinize bir şiir yazdırınız… dedi.

Bunun üzerine öğretmenimiz bize,

-Yazın! dedi

Daha önce defterlerimize yazdırdığı şiiri okumaya başladı. Şiir, önceden defterlerimizde yazılıydı. Arkadaşların çoğu şiiri bile yazmıyor, yazıyormuş gibi yapıyordu.

Öğretmenimiz şiir okumasını bitirdi. Müfettiş, teker teker defterlerimize baktı. Hiçbirimizinde imla yanlışı bulamadı. Öğretmenimize,

-Teşekkür ederim, öğrencilerinizi iyi yetiştirmişsiniz, dedi.

Solumdaki sırada oturan Cengiz’in defterine bakmamıştı.

-Bakayım defterine… dedi.

Cengiz defterini uzattı.

Müfettiş,

-Bu ne ? dedi.

-Şiir efendim.

Müfettiş,

Bu nasıl şiir diye bağırınca, başımı uzatıp yan gözle baktım.

Cengiz yanlışlıkla, şiir yazılı diye, önceden matematik probleminin yazılı olduğu sayfayı açmış.

-Nerde yazdığın şiir?

11 Aralık 2024 Çarşamba

Leylâ ile Mecnun*


 

Bir başkadır çöl… Bambaşkadır çöl…

Bir başka doğar mehtap o akşamlarda; yıldızlar bir başka parlar… Yer ile gök kucak kucağıdır ışıltılı kumların uçsuz bucaksızlığında. Sessizlik en büyük ses, yalnızlık en içten dosttur yıldızların altındaki kutlu demlerde. Yine bu demler uzaktan uzağa akan bir kasidenin ılık mısraları, cihanları sürükler ahenkle peşinden. Keza böylesi gecelerde açılır gök kapıları uyanık gönüllere…

Sevda çocuklarını uzak nağmelerini kucağında büyüten bir mürebbîdir çölde gece. Dünyaya açık, Allahâ yakın. Munis ve kuytu birer hisardır orada kervanların konakladığı vahalar.

Orada hissedilir ulvî yakarışların hemen kabul olunacağı, orada duyulur içli aşkların en güzel hayalleri, orada yaşanır en ulvîleri…

Gündüz!.. Çölde gündüz!.. Ah gündüz; ve ah güneş! Hummalı dertler öğüten ömür törpüsü değirmen!.. Dünyada cehennemden bir nişane. Dakikaların bile daha uzun yaşandığı çile…

Bir mızrak boyu tepeden püsküren alevlerin kavurduğu bir ateş denizidir gündüzleri çöl. Hele bu denizde, asude mahfillerde mücehhez develer sırtında yüzmüyorsa kara bahtlılar, vay ki vay!.. Kavruk tenleri dıştan; yanık bağırları içten. Yakar ha yakar, yanar ha yanar…


***


Tam böyle bir gündü. Ufukta uçuk pembelerin büyülü dansı başlıyordu. Solmaktaydı güneşin altın yüzü. Bir at, dizlerinin dermanını yitirmek üzereydi. Yeni çizgiler belirmekteydi bir süvarinin terli alnında. Koşuyordu. Hayır koşmuyordu, uçuyordu. Uçuyordu, yeni bir akşamın ulvî şafağına; uçuyordu, yeni bir umuda, yepyeni bir mutluluğa!.. Bu gidiş, gündüz gördüğü seraplara değildi. Bu bir büyülü hakikate idi. Bu bir tılsımdı yıllar yılı özlenen… Bu bir özlemdi unutan bakışlara. Bu bir vuslat şarkısıydı

Pertev Bey'in Üç Kızı*


 

Miralay Pertev Bey, haremi, üç kızı ve kalabalık maiyeti yani ev halkı ile Moda’da “İngiliz'in evi” dedikleri, fakat haddizatında zengin bir Ruma ait bir evde oturuyordu. Bu Rum, Kırım Muharebesinde zengin olmuş bir bakkaldı. Vaktiyle bir İngiliz'in Moda’da güzel bir bahçe içinde, harikulade, onbeş yirmi odalı, pek güzel yapılmış evini satın almıştı. Zengin bakkal çoktan ölmüş, dünyanın her bir tarafına dağılmış olan varisleri de evi kibar Türklere kiraya vermeye başlamışlardı.

Miralay Pertev Bey evleneli beri ailesiyle bu köşkte kiracı idi. Üç kızının her biri de bu evde dünyaya gelmişti.,... ..

… ..  Tahta oymalı küçük balkonları ile de II. Sultan Abdülhamid Han zamanı köşklerini hatırlatan bir hali vardı. Hamidyen-Victorian denilebilirdi buna. Daha doğrusu uzun zamandan beri Memalik-i Osmaniye’ye gelip yerleşen ve ticaretle iştigal eden İngilizler’in benimsedikleri bir tarzdı bu. İngilizler ve biraz da Hollandalılar İstanbul’da Moda’da, Bebek’te, Kandilli’de, biraz da Pendik ve Yakacık’ta, İzmir’de ise Buca ve Bornova’da toplanmışlardı. .. .. 

… ..

Büyük padişah Sultan Abdülhamid Han tahttan indirileli henüz birkaç sene olmuştu. İtalyanlar kendilerine hizmet edecek kimseleri İttihad ve Terakki Cemiyeti içinden bulup çıkarmışlardı. Bunların başında o zaman Roma’daki Osmanlı sefir-i kebiri geliyordu. Bu sefir, sonradan sadrazamlığa kadar yükselmiştir.  Meydana çıkan ihanetinden dolayı muhakeme ve idam edilmesi isteniyordu. Kellesini İttihad ve Terakki ve İtalyan Locası’na mensup oluşundan dolayı kurtarabilmişti. Kendilerine hizmet edecek kimse bulduktan ve hizmetlerinden emin olduktan sonra, İtalya bir baskınla Trablusgarp'ı elimizden almıştı.

… ..

Henüz Balkan Harbi felaketi çıkmamıştı. Sene 1912.

Koltuğumdaki Kadın*


 

… .. Hayattaki duruşlarına, akıllarına, tavırlarına hayran olduğum onca güzel kadın içinden koltuğuma hiç oturmamış bir kadının, annemin hikâyesi ile başlamak isterim.

Çocukken masal gibi dinlediğim, yaşım ilerledikçe hayranlık duyduğum annemin hikâyesi.

… ..

… ..  Bir keresinde, cesaretine, cesurca kararlarına şaşırıp “Korkmadın mı?” diye sormuştum. Annem her zamanki sakinliği ile cevap verdi: “Allah vardı, korkuya gerek yoktu. Annem yoktu, babam ticaret yapıyor, at sırtında köy köy geziyor, günlerce eve gelmiyordu: Ben hiç korku nedir bilmedim. Allah hep vardı, o hep benimleydi, ya da ben O’nunla. Gecenin karanlığında, sabahın ayazında, başağın tanesinde, incirin çekirdeğinde, sütün kokusunda, kelebeğin kanadında Allah hep benimleydi.

… ..

“Of bu kadınlık ne zor!” cümlesiyle başlayan hikâyelere bir yanım hep itiraz etmiştir. Farkında olarak veya olmadan acıdan beslenen, avcıyla var olmaya, acısıyla gündemde kalmaya çalışan kadınlar, problemi çözmek yerine acıya yapışmayı seçiyor ellerinin acıdan kavrulması pahasına.

Oysa acı en önemli öğretmen, en kadim şifa kaynağı. Acı, özgürleşmenin en sağlam basamağı. Acı, yaşamı tüm gerçekliği ile bize gösteren  içsel kaynak. Ve maalesef acıdan kaçıp tıka basa hazla doldurulan yaşamları idealleştiren popüler kültür, acının öğreticiliğini yok ediyor.

… ..

Acıyı, ona tutsak olmadan özgürleştirmenin, var olma sevincini hissetmenin en sağlam basamağı olarak kullanan kadınların hikâyeleri ışık olsun istedim, yola çıkmak isteyenlere, yolda olanlara.

7 Aralık 2024 Cumartesi

Kariye Hazinesi*


 

Elinizdeki kitapta, Fatih Sultan Mehmet ve İstanbul’un fethiyle ilgili bilgiler dışında kurmacabir öykü anlatılmaktadır. Tarih kitaplarında, bugün müze olan Kariye’de gizli bir hazine bulunduğu konusunda hiçbir bilgi

ye rastlamadım. Bence Kariya’nin en büyük hazinesi, 1300’lü yılların başından bu yana, yani yaklaşık 700 yüz yıldır bu görkemli anıtının iç duvarlarını süsleyen mozaik ve freskler (duvar resimleri) olmuştur. Kitabın sonunda, Kariye hakkında ayrıntılı bilgi bulacaksınız.


Bir Amacı Vardı Onun


1451 yılındayız. Saruhanlı Sancağı’nın yönetim merkezi olan Manisa’da soğuk bir kış günü. Sancak Beyi Şehzade Mehmet, sabah alacasında uyandı. Bir sıkıntı vardı yüreğinde. Sırtına bir pelerin alıp konağın bahçesine çıktı. Bir bülbül sesi geliyordu büyük bahçenin dip tarafındaki ağaçların birinden. İNsanın içine huzur verene bu sesi daha yakından dinlemek için o tarafa doğru yürümeye hazırlanıyordu ki, dörtnala gelen bir atın nal seslerini duydu. Bahçe kapısının dışında telaşlı sesler yükseldi.

Bülbülün sesi kesilmişti.

Büyük kapı açıldı. Koşarak bir nöbetçi girdi içeri.

… ..

18 Şubat 1451 günü, yani babasının ölümünden on beş gün sonra Osmanlı Devleti’nin başına geçtiğinde tamı tamına on dokuz yaşındaydı Sultan II. Mehmet. Bu nun tahta ikinci çıkışıydı.

Çok özel bir eğitim görmüş, çağının en önemli bilginleri tarafından eğitilmişti ama, böylece genç bir yaşta fetihler yapmak bir yana, devleti yönetmekte bile başarılı olabileceği kuşkuluydu. Oysa, o, kendisine amaçlar belirlemeyi, onlara ulaşacak yolları çizmeyi çok iyi öğrenmişti öğretmenlerinden. Tek dileği vardı genç sultanın: İstanbul’u fethetmek.

6 Aralık 2024 Cuma

Babil'in Tarihi ve Babil'de Yaşam*


 

… .. Asur kitabelerinin deşifrasyonunun İncil tarihi çalışmalarına getirmiş olduğu katkıya bir bakın! Bunlar bize İbrahim’in diyarından bahsediyor; tufan öyküsünün bir versiyonunu sunuyor; bize Babil ve Ninova’dan söz ediyor; bizi Sennaccherib, Tiglath-Pileser, Sargon ve Esarhaddon le karşı karşıya getiriyor;  bunlar bize mağrur Nebukatnazar’ın yaşadığı yerler, kullandığı dille ve fikirleriyle ilgili bilgiler veriyor.

Tanrı dostu İbrahim'in yurttaşlarının inançları, batıl itikatları, öğrenimleri ve bilgelikleriyle ilgili ipuçları sunuyor. Bize içinden İsa’nın çıktığı Yahudi ulusuyla akraba olan büyük Semitik ırkın bir koluna dair detaylı bilgiler getiriyor ve bizi, insanoğlunun yazmayı öğrendiği ve adım adım medeniyete doğru evrildiği bir zaman ın uzun ve karanlık olaylar silsilesine ve gölgelerle dolu dönemlerine geri götürüyor. 

İncil’de zikredilen pek çok şehir  ülke isimlerinin anlamları artık bizim için aşikârdır, krallarınadları ve yetkililerin unvanları da öyle. Böylece, Nebukadnazar adının sınırları koruyan Nebo; Nabopolassar’ın oğlunu koruyan Nebo; … … 

… ..

Asurlular ve Babilliler, geçmiş olaylara dair çok sağlam kayıtlar tutuyorlardı…   …

… .. Dahası bu tarih birden fazla tomarın üzerinde özenli ve çok net bir şekilde yazılmış olarak bulunmuştur. Kralın kendi krallığının geçmişine dair yanlış bir takım tarihler vermesi veya bu tarihi Naram-Sin ve I. Sargon’un dönemleriyle sınırlandırması için bir sebebi olamazdı. Babil’de, o zamandan önce de krallar vardı; eğer sadece krallığının ezelden beri mevcut olduğunu anlatmak isteseydi, tarihteki çok daha büyük krallar yerine neden bu ili hükümdarı seçmiş olsun? Son olarak, bana kalırsa elimizdeki kanıtlar, bu yazıtın yaklaşık olarak M.Ö. 3800 dönemine tarihlendiği neticesini vermektedir. … ..

… ..

Bugün kasvetli vahşi bir bölge olan yer bir zamanlar büyümekte olan bir ülkeydi; bu ülkenin şehirleri birer birer kraliçeye benziyordu ve sakinleri de dünyanın en zengin insanlarıydı. Ama şimdi bunlar birer

Evlilikte Şehvet Şefkat Dengesi*


 

 … .. Evlikileri artık bir “evcilik oyunu”nu andırıyordu. Bu tarz ilişkilerde bir taraf şefkat dilenirken diğer taraf kendisini eşine ebeveynlik yaparken bulur. 

Karşınızdakinin ihtiraslarına kurban gitmeden önce kendinize şefkat vermeyi öğrenmeli ve ilişkide yanlış unsurları aramayı bırakmalısınız. Bilin ki çocukluğunuzda yaşayamadığınız o şefkati karşınızdaki size vermeyecek. Sevgi ve şefkati bu nedenle kendinize vermeli, eşinizle olan ilişkinin şehvet üzerine inşa edilmesi gerektiğinin farkına varmalısınız.

… ..

Evlilik çiçek yetiştirmeye benzer. Ona yeterince zaman ayırmaz ve bakım göstermezseniz kurur. Evlilik de böyledir, çiftler arasında evliliği besleyecek unsurlar yok olduğunda ayrışma gerçekleşir. … ..

… ..

Kadın ve erkek, psikolojik  ve fizyolojik olarak birbirinden oldukça farklı yaratılmıştır. Tüm bu farklılıklara rağmen aralarında güçlü bir çekim bulunur. Bu çekim kadın ve erkeğin birbirlerine olan ihtiyaçlarının bir göstergesidir, diyebiliriz.. … ..

… ..

… .. Fakat evlilikte yaşanan problemler bu kaderi kabullenip ömür boyu aynı kaderde kalacağınız anlamına gelmez. “Evlilik kader, mutluluk tercihtir” sözü mutluluğu her evlilikte yakalayabileceğinizin kanıtıdır. .. ..

… ..   Çünkü evlilik dediğimiz olgu, bir erkek ve bir kadının birbirlerini şehvet ekseninde arzulaması ile meydana gelir. Dolayısıyla onların bu birlikteliğini diğer insanlarla olan ilişkilerinden ayıran en önemli özellik, birbirlerine duydukları şehvettir. Eğer şehvet olmazsa bu birliktelik arkadaşlığa dönmüş demektir.  … .. 

… .. İnsanoğlunun ihtiyaçlar hiyerarşisinde, ilk sırada beslenme-barınma gelir. Daha sonra sevme, sevilme, anlaşılma vs. gelir. Şefkat bu ihtiyaçların en önemlisidir. Doğduğunuz andan itibaren anne ve