Miralay Pertev Bey, haremi, üç kızı ve kalabalık maiyeti yani ev halkı ile Moda’da “İngiliz'in evi” dedikleri, fakat haddizatında zengin bir Ruma ait bir evde oturuyordu. Bu Rum, Kırım Muharebesinde zengin olmuş bir bakkaldı. Vaktiyle bir İngiliz'in Moda’da güzel bir bahçe içinde, harikulade, onbeş yirmi odalı, pek güzel yapılmış evini satın almıştı. Zengin bakkal çoktan ölmüş, dünyanın her bir tarafına dağılmış olan varisleri de evi kibar Türklere kiraya vermeye başlamışlardı.
Miralay Pertev Bey evleneli beri ailesiyle bu köşkte kiracı idi. Üç kızının her biri de bu evde dünyaya gelmişti.,... ..
… .. Tahta oymalı küçük balkonları ile de II. Sultan Abdülhamid Han zamanı köşklerini hatırlatan bir hali vardı. Hamidyen-Victorian denilebilirdi buna. Daha doğrusu uzun zamandan beri Memalik-i Osmaniye’ye gelip yerleşen ve ticaretle iştigal eden İngilizler’in benimsedikleri bir tarzdı bu. İngilizler ve biraz da Hollandalılar İstanbul’da Moda’da, Bebek’te, Kandilli’de, biraz da Pendik ve Yakacık’ta, İzmir’de ise Buca ve Bornova’da toplanmışlardı. .. ..
… ..
Büyük padişah Sultan Abdülhamid Han tahttan indirileli henüz birkaç sene olmuştu. İtalyanlar kendilerine hizmet edecek kimseleri İttihad ve Terakki Cemiyeti içinden bulup çıkarmışlardı. Bunların başında o zaman Roma’daki Osmanlı sefir-i kebiri geliyordu. Bu sefir, sonradan sadrazamlığa kadar yükselmiştir. Meydana çıkan ihanetinden dolayı muhakeme ve idam edilmesi isteniyordu. Kellesini İttihad ve Terakki ve İtalyan Locası’na mensup oluşundan dolayı kurtarabilmişti. Kendilerine hizmet edecek kimse bulduktan ve hizmetlerinden emin olduktan sonra, İtalya bir baskınla Trablusgarp'ı elimizden almıştı.
… ..
Henüz Balkan Harbi felaketi çıkmamıştı. Sene 1912.
… ..
… ..
Sahi, aklıma geldi! Pertev Bey, Azize Hanım ve üç kızlarından başka koca köşkte Türk var mıydı? Mürebbiye Matmazel Durand Fransız, Nermin'in dadısı Katina Rum, Bemiyar Kalfa Çerkez, Gülfem Kalfa Afrikalı zenci, Lala Dilaver Ağa Çerkez, sofracı ve ütücü dört kız Rum, bahçıvan Arnavut, yamağı Hırvat, evin gedikli sütçüsü ve kaymakçısı Bulgar, arabacı Rum, seyisler Arap, ayvaz Ermeni! Evet evde Türk buldum, aşçıbaşı Bolulu ve Pertev Bey’in emir eri Kastamonulu idiler. Bu, büyük imparatorlukta mukadderdi. Zira onda hepsinin hakkı vardı. Bir imparatorlukta kavmiyet yaparsak, o imparatorluktan vazgeçilmiş demektir. İmparatorlukları hiçbir şey daha dar, küçük ve kısır fikirler kadar yıkamaz. Türk Ocakları, Ziya Gökalp’in fikirleri bu sakat ve yanlış yolun ilk yolcuları… İşte böylece koca cânım imparatorluk “Misak-ı Milli”ye kadar düşer, yani saraydan konağa, konaktan eve, evden gecekonduya… İmparatorluklar büyüklük, azamet, müsamaha, genişlik ve alabildiğine cömertlik bekler ve isterler. Dar fikre ve dar çerçeveye soktunuz mu, kendi kendini mahveder, bitirirler.
… ..
… .. Mağlubiyet, bozgun, perişanlık ve sefalet! … Sultan Abdülhamid Han, mahpus kaldığı Selanik’te meşhur Yahudi zengini Alatini Biraderler’in köşkünden Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Lorelei isimli gemisiyle İstanbul’a, Beylerbeyi Sarayı’na nakledildi. Kayser Wilhelm’in gemisiyle diyorum, zira İttihad ve Terakki’ye kalsa, kasten gç kalcaklar, daha dün İslam’ın halifesi, Türkün şahı, padişahı olan koca Sultan Hamid’i Yunan, Bulgar ve Sırplara teslim edeceklerdi.
“Hal şeamet getirir” derler. Evet getird, hem de nasıl? Bingazi, kurbanı olduğum koca Rumeli baştanbaşa gitti. Arka arkaya üç padişah hal olundu. Güneşler gibi parlak, arslanlar gibi kuvvetli cennetmekan Sultan Abdülaziz Han önce hal oldu, sonrada katledildi. Bu Mithat, Hüseyin Avni ve hempalarının kim bilir kimden ve nereden, hangi din düşmanı, millet düşmanı, memleket düşmanı efendilerinden aldıkları emirle ve kaç paraya işledikleri bir cinayetti… Onun arkasından bedbaht ve hasta Sultan Beşinci Murad’ın hal’i. Arkasından koca hakan Sultan Hamid. İdaresi ve tedbirleriyle bütün hariç ve daha beter olan dahildeki düşmanlara karşı Osmanlı İmparatorluğu’nu ayakta tutan zeki, âkil, dahi koca sultanı feda ettiler. Devlet, çapulcuların eline geçerli henüz dört, beş sene olmuştu ki, Bingazi ve Türk için Anadolu kadar anavatanı olan Rumeli elden gitmişti. Lanet , lanet!... …. ..
… ..
… … Namağlup, şanlı Türk Ordusu tam bir bozgun halinde düşmandan kaçıyordu. … ..
… ..
… .. Balkan Harbi ve bozgunu olmuştu. Kolera, tifüs ve müthiş bozgun!.. Asker ve sivil Rumeli’den milyonlarca Türkün muhacereti!.. İşte İttihat ve Terakki’nin en kısa zamanda memlekete getirdikleri ve Sultan Hamid’in hal’inin neticeleri bunlardı!..
Payitahttan top sesleri işitiliyordu. Düşman Çatalca’ya dayanmıştı. Camiler, medreseler, karakollar aç ve çıplak doluydu. Elli sene sonra bile radyo, kayıp mektupları arasında hâlâ aranılan çocuklar …
… ..
Edirne’yi tekrar aldık, ona sevindik. Avrupa’da bizi tek müdafaa eden, Hıristiyan taassubuna karşı Yunan ve Bulgar mezalimini yazmak cesaret-i medeniyyesini gösteren aziz Piyer Loti’ye sevgi, minnet ve teşekkür mektupları yağdırdık. …..
…. .. Uğursuz 1913 senesi bitti diye de herkes rahat etti
Miralay Pertev Bey de muharebeden yaralı, bitkin, perişan bir halde avdet etti . … ..
… ..
Harp ilanından dört ay sonra Pertev Bey de Kafkas cephesine tayin oldu. Moda’daki köşk pek tenha kalmıştı.Azize Hanım, iki kızı ve yeni gelen Alman mürebbiye. Atları ordu almıştı. Arabacı, seyisler, bahçıvanlar askere gitmişlerdi. Köşkün birçok odası kapalı idi. Selmin de zaten halası ile beraber Cihangir’de kalıyordu.
… .. Memlekete sefalet ve yoksulluk çökmüştü. Fakat yeni rejimin efendileri için yok yoktu. Sofralarında kuş sütü bile eksik değildi. Askerden, milletten çalıp çırpıyorlardı. Ve bu yeni efendiler, palaslar kuruyorlardı. Kimi Pirinç Palas, kimi Bulgur Palas. Yani ismleriyle belli oluyorlardı. Kim ne çaldı ise palasına o ad veriliyordu. Bulgur çalanınkine Pirinç Palas… Vagon ticareti ise alabildiğine kârlı(!) gidiyordu.
Zavallı millet küçüldükçe, kurudukça İttihatçıların göbekleri, cüzdanları şişiyordu. Millet süpürge çöpü yiyordu. Türk çocuğu ne sü ne et ve ne de yumurta yüzü görebiliyordu. Cennet mekan Sultan Abdülhamid Han’a kötülük edenleri tepelemediği için, millet fiilen çekiyordu. Evet, ölümle, açlıkla, sefaletle, küçülme, zayıflama, kuruma ile fiilen vücutlarında çekiyorlardı. … …
… .. İşte dağ gibi, arslan gibi Türk milleti 1014-1918 seneleri içinde canını verdi, malını verdi, sıhhatini verdi.. … bu ebediyyen affolunmayacak cinayetin mesuleri de İttihatçılardı.
***
Unuttum … 1914-1915 kışında Halet, Çanakkale’de cephede iken yeni zenginlerden biri, Pirinç Palas sahibi Selmin’e talip olmuştu. Bu teklif, büyük bir tiksinti ile reddolundu. Selanikli dönme Maliye Nazırı Cavid’in akrabası olan bir adama Nuhbe Hanımefendi’nin Ada’daki muazzam köşkü, cüz’i bir paraya ipotekli idi. Haris, çirkin, hastalıklı, kurnaz ve dessas, fakat harp dolayısıyla çok zengin olmuş bir dönme olan bu adam da Selmin’e talip oldu. O küstah da reddolundu..
.. ..
İttihatçılardan hesap soran olmadı, çünkü melun ve habis taktikleriyle memlekette hesap soracak kimse bırakmadılar. … ..
… ..
… .. Enver , binlerce vatan evladını telef etmiş, kendisi de, öldürürler korkusuyla gece yarısı yalnız ve sivil, kızakla arka yollardan cepheden kaçmıştı.
… ..
… ..
İşte Türk emlakı, Türklerin elinden böyle çıkıyordu, cüzi bir paraya ddödddnmetyeveya Yahudiye ipotek edilerek… Böylece her gün bir Türk hanumanı, Türk ocağı söner, yıkılırken, İttihatçılar milletle alay eder gibi “Türk Ocağı”kuruyorlar ve her tarafta şubelerini açıyorlardı.
… ..
1915 senesi Çanakkale, cehennemi bir hal almıştı. İstanbul'u İstanbul çocukları müdafaa ediyorlardı. 25 Nisan 1915’te karaya asker çıkarmıştı. Her gün İstanbul’a yaralı asker geliyordu. İstanbul hanımefendileri Hilali Ahmer'e gönüllü hemşire olmuşlardı. BUnlar fevkalade geyretli, müşfik, canla başla, evlada bakar gibi cepheden gelen yaralılara bakıyorlardı. Cepheden gelen her asker onların hakiki kardeşi, evladı, sevgilisiydi. Azize Hanımefendi de her gün Moda’dan hastaneye, Galatasaray Sultaniyesi’ne geliyordu. Zira Galatasaray Mektebi şimdi hastane olmuştu.
… ..
… ..
Hakikaten Çanakkale Zaferi İstanbul çocuğunun yarattığı bir mucize idi.
… ..
… .. Bu ukvi destanı o günün halifesi ve padişahı mübarek Sultan Beşinci Mehmet Reşat ve büyük şair Mehmet Akif tennüm edecekti…
… ..
***
… ..
… ..
1916 senesi baharında Pertev Bey, Kafkas Cephesi’nden Galiçya Cphesi’ne tayin olundu ve bu arada bir iki hafta İstanbul’da kaldı. … ..
… ..
1917 senesinde Pertev Bey de kolundan yaralanmış ve ilk tedavisi yapıldıktan sonra üç ay izinle İstanbul’a ailesinin yanına gelmişti. .. ..
… ..Haremi ve üç kızı son derece seviniyorlardı. … ..
… ..
***
“Galiçya’da arkadaşlık ettiğim Avusturyalı genç bir ahbabım bir silah arkadaşım var. O da yaralanmıştı, memleketine gitmişti. … .. Avusturya sefareti ataşemiliter muavini olarak İstanbul’a gelmiş. Bir gün eve çağırmak icab ediyor…. ..
… ..
Birkaç gün sonra Graf von Rollhausen, Moda’ya, eve yemeğe geldi. … ..
… .. SElmin piyano çaldı, genç Avustıryalı zabir şaşırdı, hayran kaldı. …
..
… ..
Kont von Rollhausen, haftada iki üç defa Moda’ya gelmeye başladı ve … ..
… ..
… ..
Zavallı Halet’in şehadeti de iki seneyi geçmişti.
Bütün cephelerden fena haberler gelmeye başlamıştı, umumi bir çözülme umumi bir çöküntü oluyordu. İmparatorluğun çatırtıları, kulakla duyulabilecek, gözle görülebilecek, elle tutulabilecek bir hale gelmişti.
Koca Osmanlı Devleti çöküyordu. Mubarek Gazi Sultan Osman’ın eliyle ve onun mübarek ve hayırlı halefleri tarafından kurulan bir imaparatorluk, beş on soysuzun elinde on senede eriyiveriyordu.
… ..
***
Azize Hanımefendi neden bu kadar hayrette kalıyordu bu işe, yani Selmin’in evet demesine. Üç kızını da yabancı kadınlar büyütmemişler miydi? Hatta çocukları Türkçeden evvel yabancı lisanı konuşmuyorlar mıydı? Çocuklarının yattıkları odada Kur’an mı vardı? Hayır, yalnız Matmazel Durand’ın Meryem Ana ve Hazreti İsa’nın tasvirleri ve istavrozu vardı. Matmazel Durand kalsaydı Selmin değil, fakat Berrin’in Katolik olma ihtimali pek kuvvetliydi. Hâlâ Nermin’in yattığı odada Ortodokslara mahsus Meryem Ana kandili yanıyordu. Nermin’in ilk gördüğü ışık, bir Rum ikonası önünde yanan hafif, titrek bir zeytinyağın kandili idi. Bu çocukların, yaşadıkları ve teneffüs ettikleri odalarda, İslam değil, Katolik ve Ortodoks tesiri ve havası vardı.
İşte bu İstanbul kibarlarının ecnebi mürebbiye, dadı ve ecnebi mekteplerde okuyan çocuklarının yetişme ve büyüme atmosferi… Bu, Allah’ın bu çocuklara, bu masum çocuklara bir imtihanı mıydı? Her halde pek güç bir imtihan. Müslüman kalabilmek ve tam yetişebilmek pek, pek güç bir işti.
***
… ..
… ..
İşte bu gece ve bu surette, Petrtev Bey’in büyük kızı, ancak 19 yaşına geldiği vakit Arap Bacı’dan İhlas Suresi’ni öğrenebildi. Selmin tesbih aldı, odasına indi ve bütün gece, gün ağarana kadar istiğfar çekti.
… ..
… ..
Atlar çoktan gitmiş, onalara cihet-i askeriye el koymuştu. … ..
… ..
… .. camilerde daima güvercin besleyen güzel İstanbul'da şimdi belediye feci bir surette kedi, köpek öldürüyordu. Maalesef o zamandan başlayan bu menfur adet hâlâ devam etmektedir. Ve ne zaman belediyeler kedi, köpekle uğraşırsa, onları öldürürse, muhakkak melektin başına bir felaket gelir.
… ..
***
1918 senesi Şubat’ında büyük Padişah Abdülhamid Han büyük mağlubiyet felaketini görmeden Beyklerbeyi Sarayı’nda Hakk’a yürüdü. … ..
… ..
Yine aynı senenin temmuzunda Beşinci Mehmet Reşit Hakk’a yürüdü.
Sultan Reşad … ..
… .. Veliahd Yusuf İzzettin Efendi’nin 1916 senesinde vefatı dolayısıyla, ondan hemen sonra gelen , bedbaht padişah Altıncı Sultan Mehmed Vahidettin cülus etmişti.
Teşrinievvel 1918’de harb mücrimleri, milletçe muhakeme olunmadan kolayca iş başından çekilivermişlerdi. Menfur Talat’ın yerine muhterem ve muteber Tevfik Paşa sadarete gelmişti.
Altıncı Mehmet’in büyük talihsizliği ve hatası, İttihad ve Terakki komitesini adalete teslim etmeden, kendilerine milletçe hesap sorulmadan kaçmalarına fırsat verilmesidir. Tıpkı padişah katili Mithat hakkındaki mahkeme kararı infaz edilmeyip, kendidi ve hempalarının idm cezalarının sürgüne tebdili gibi.
… ..
30 Teşrinievvel 1918’de “Mondros Mütarekesi” denen esaret vesikası imzalanıyordu. Osmanlı ordusu terhis olmaya ve dağılmaya başlıyor. … ..
… ..
Pertev Bey otuz lira maaşla tekaüd olmuştu.
***
… ..
… ..
… .. İstanbul’da bütün kibar hanımefendileri, yalnız veya kafaları, yalnız veya kalfalarıyla birlikte gelmişler, satıyor, satıyor, satıyorlardı. Ama nekler satıyorlardı, elmastan tutun, altın, gümüş takımlara kadar, saksonyadan tutun Osmanlıcada”sandık eşyası” denen çevre, havlu,yorgan yüzü, namaz seccadesine kadar… …
… .. Bunlar 600 yüz senelik, ne gazalar bahasına birer birer sokağa dökülüyordu. Adeta Osmanlı bereketinin sonu gelmişti.
… ..
… ..Berrin
“Anne sizinle görüşmek, konuşmak istiyorum, Selmin ablam da gelsin” dedi.
… .. “Anneciğim bütün elmeslarınız gitti, biliyorum” dedi … ..
… ..
“Peki Berrin, söyle, çaresini söyle” dedi.
Berrin:
“Annecim, evvela bu evi terk edelim, bu ev bizim için hem çok büyük hem de çok pahalı, daha küçük, daha ucuz bir eve geçelim. … ..
… ..
Azize Hanım, Moda’da, bu evde geçiriği zamanları hatırladı… .. Fakat işte, 15 yaşında pratik zekalı ve kati kararını vermiş olan kızına boyun eğdi. Selmin de itiraz etmeden boyun eğdi.
Selmin:
“Anneciğim, ben de çalışırım” dedi.
… ..
… .. Berrin:
“ “Anneciğim, bırakınız ablam çalışsın, mektebimi bitirir bitirmez ben de çalışacağım. Babama ve size bakacağım, Nermin’’i yetiştireceğim” dedi.
… ..
Nihayet Kadıköy Bahariye’de Şekerci Cemil Bey Sokağı’nda iki oda, bir sofa, sefertası gibi denilen bir ev buldular, tuttular. Moda’daki kökün dört salon ve yemek salonu eşyalarını, büyük kuyruklu piyanoyu, avizeleri, büyük halıları sattılar. … ..
… ..
… .. Berrin annesini teselli ediyor:
“Anneciğim… “diyordu. “Madem ki bu memlekette yaşayacak, bırakın mahalle mektebinden başlasın ve her şeye alışsın, Selmin Abla’mı orkide gibi suni yetiştirdiniz, sanki iyi mi oldu? Selmin Ablam kendi memleketinde her şeye yabancı. Ablam bu dünyada değil ayda yaşıyor.
… ..
… .. Selmin kırkbeş lira maaşla mütercim-katibe ve bütün muhabereyi idare etmek şartıyla Abdülgani Bey’in şirketine girdi. … ..“
… ..
İş, büyük çarkın nizam ve intizam içinde pürüzsüz yürümesi demektir. İş değirmene gelen suyun bol, temiz ve kafi miktarda olmasıdır. Su bol, gür ve temiz karsa kana kana, doya doya suyunu içer. Yoksa iplik gibi su akan musluktan, kavga, dövüş ve kim kuvvetli ve becerikli ise tenekesine suyu o doldurur. Bozuk düzen, nizamsız bir dünyada işini yoluna koyan, muhakkak başka birinin hakkını alan, başkasının sırtından geçinen, başkalarına yük olanlardır.
… ..
… .. İttihatçı Pirinç Palas sahibi … ..
… ..
1918-1919 senesi… .. Rus mültecilerin … … …,... .. Henüz yirmi yaşında olan Selmin’in omuzları çökmüş, o güzel bacakları çöp gibi kalmıştı. Çamur lekeli çorapları; kürdan gibi bacaklarını tirbuşon gibi sarmıştı. … ..
… .. Selmin’in bu hali, safkan Arap yarış atının sütçü beygiri haline gelmesiydi … .. Aziz Hanım kızının bu halini gördükçe Kont Franz von Rollhausen’le Viyana'ya gitmesine razı olmadığından pişmanlık duyuyordu. … ..
… ..
***
1919-1920 senesi kışı da böyle geçti. … ..
… ..
16 Mart 1920 günü sabah erkenden İstanbul kahpece işgel edilmiş, Şehzadebaşı karakolunda askerlerimiz aniden bir baskınla şehit edilmişlerdi.
İstanbul artık melun bir işgal altında inliyordu. Meclis-i Mebusan kapatılmış, mebuslar Malta'ya sürülmüştü. Bedbaht padişah, düşman elinde esirdi. Fakat Allah’a şükür, kalplere ümit veren bir ışık belirmeye başlamıştı. Anadolu’da ve Rumeli’de Trakya’da yer yer münferid isyanlar başlamış ve gitgide bu isyanlar şuurlu millî bir hareket halini almaya başlamıştı.
Türk, vatanını, dinini, padişahını, halifesini, kadınını, namusunu korumak için şahlanmış, düşmanla pençeleşmeye başlamıştı. Yaralı, mağlup, perişan Türk yine dünyanın en büyük kahramanlık destanlarından birini, en beklenmedik bir zamanda tarihe yazacaktı. … ..
… ..
Pertev Bey, odasına büyük Anadolu haritası asmış, her gün, günü gününe, saati saatine milli mücadeleyi, askerî harekatı takip ediyor, kırmızı ve mavi kalemle harita üzerine işaretler yapıyordu…. ..
… ..
“Azize”, diyordu, “ben de Anadolu’ya gideceğim, bütün arkadaşlarım orada, yalnız ben kaldım.”,... ..
1920-1921 kışı … .. İstanbullular birkaç kelime Rusça öğrenmişlerdi… Zira muhacir Rus kadınlarıyla ahbaplık etmek İstanbul’da moda olmuştu.
***
1921 Şubat’ında … ..
… .. buz gibi gibi bir gecede, Pertev Bey, en sevdiği, en nazlattığı kızı Selmin’i, 22 yaşında evden kovdu, sokağa attı. Aç kurt gibi bekleyen, pusu kuran meçhul kötü maceralara Selmin’i itti.
… ..
***
… ..
Öyle ya, Selmin artık patronun metresi olmuştu. Bir tane de zaten nikâhlı karısı vardı. Gani Bey:
… ..
Bir kaç gün sonra, gece saat dokuzda, az ışıklı, tenha Sirkeci garından Selmin’le Gani Bey, Balkan Zug ile Viyana’ya hareket ettiler…
1914-1918 seneleri içinde, pırıl pırıl, tertemiz Balkan Zug kimleri taşımamıştı. Şayan-ı hayret , üç sene içerisinde o da köhnemiş berbat bir hale gelmişti. Ne hal ise birkaç aktarmadan sonra Viyana’ya vasıl oldular. Fakat Viyana’yı pek iyi biliyordu. Çocukluğundan beri o kadar çok işitmişti ki… Selmin, Viyana'yı çok beğendi, çok sevdi. İkide bir:
… ..
… .. Kont Franz von Rollhausen. Bu yürüyüşü Selmin ne kadar iyi tanıyordu. … ..
… ..
… .. Viyana, Rothschild’lerinden sonra en zengin ve en kibar banker bu kızın babası imiş, zaten Rothschild’lerle de akrabalığı varmış. Baba, tek, güzel ve genç kızı Sarah’ı, harb malulu olan, üstelik bütün servetini kaybetmiş olan Rollhausen’e (zira büyük noblsten olan Rollshausen ‘lerin serveti, küçük Avusturya hudutları dışında kalmış) katiyen vermek istememiş. Lakin güzel Sarah’ın ille Kontes von Rollshausen olacağım, kati kararı ve ısrarı üzerine kızın her istediğini yapan banker baba, bu izdivaçta razı olmuş. Bu izdivaç, Rollhausen’lerin pek de işine gelmiş.
Yahudi, bir kahkaha, içten bir kahkaha attı.
“Zira “dedi, “Rollshausen ailesi şimdi kilise faresi gibi fakirdirler” Ve ilave etti. … ..
… ..
… .. Harpler neden oluyor, monarşiler neden yıkılıyor, sözde taassuba, fakat haddizatında dine aleyhtarlık neden oluyor? Sınıf kavgalarının iç yüzü, işin hakikatine vardığımız zaman, ne devletler menfaati, ne millet menfaati ne siyasi müşkülat, hepsi lafu güzaf. Kala kala sebepFrâlein Sarah Löventhal’in Grâfin von Rollshausen olmak istemesine kalıyor” Yahudi, gözleri parlaya parlaya anlatmasına devam ediyor.
“Biliyor musunuz Madame, bu kızın merakı nedir? Bütün taktığı elmeslar tarihî olacak ve büyük bir kadına, ekseriyetle tanınmış bir kraliçeye ait olacak. Mesela bakınız bu akşam taktığı gerdanlık Marie Therese’nin meşhur kolyesi, küpeleri Marie Antoinett’in, elindeki yelpaze imparatoriçe Elizabeth’e attir. Bütün kullandığı eşyalar da öyle olacak, tarihi ve imzalı (sine) veya bir saraydan veye bir şatodan çıkmış olacak.”
Selmin uğultu halindeki bu hikâyeleri dinlerken, kendi kendine düşünüyordu: Gheto’nun güzel intikamı.
… ..
… ..
… .. A! A! A! .Hayretler içinde kaldı. Viyana’nın en şık yerinde en şık masa Türklerindi. Bu şık erkek Türktü. Gözünde tek gözlüğü ile şair-i azam Abdülhak Hamid Bey. Biraz daha dikkatle baktı, hepsini tanıdı. İşte Şehzade Burhaneddin Efendi, onu yanında Layeh Sefiri Sadullah Paşazade Nusret Bey, Tunuslu Reşit Bin Ayyat Bey, Mısırlı Muhip Paşalar ve güzellikleri ile meşhur üç kızları. Yanlarına biri daha geldi. A! A! Tanıdı,. Babasının pek iyi dostu, pek sevdiği Kolonel Aziz Bey. Selmin, yağmurdan kaçayım derken doluya tutulmuştu. Neyse ki kendisi hepsini tanıyor, fakat masadaki Türklerin hiçbiri kendisini tanımıyordu. … ..
… .. Göz ucuyla arkaya bir bakayım dedi, bir de ne görsün, arkasına gelen Şehzade Brhanettin Efendi. Selmin’in yüreği küt küt atmaya başladı. … ..
… ..
… .. “Siz Amerikalı mısınız? Yoksa İsviçreli mi? İngiliz mi yoksa?
… ..
… .. “Bildim, bildim siz Bolşeviklerden kaçan eski Ruslardan, Beyaz Ruslardansınız, belki de bir Rus prensesi, belki de… ..
… ..
“Efendin. Vakıa Viyana'nın yabancısıyım, lakin efendimizin değil, ben bir tebaanızım, Türküm.
… ..
…..
“Efendimiz…” dedi, “Burası Viyana, buranın usulü böyle değil mi? Sonra İstanbul’dan ne kadar uzaktayız, burada biz, biz değiliz ki…”
Viyana’nın ortasında, İstanbul nezaketi ve zerafeti gelmiş, sanki Osmanlı sarayı oturtulmuştu.
… ..
… ..
***
… ..
“Aman, Efendimiz’den sonra ben nasıl çalabilirim*é diyordu.
Selmin, İstanbul’un meşhur piyano hocası Hege’nin ismini söylemekle yakalanmıştı. Naçar piyanoya oturdu. Chopin’den bir vals, sonra yine bir mazurka çaldı. Efendi çok, çok beğendi. Selmin’nin arkasından adeta onu kolları arasına alarak, o da çalmaya başladı. Böylece Şehzade ile Sermin dört el piyano çalıyorlardı. Çoşmuşlar, çalıyorlar, çalıyorlardı… Selmin bir ara yine Şehzadenin soluğunu saçlarında ve ensesinde hissetti…
Efendi, Selmin’den uzaklaştı. Derin derin düşünüyor ve kendi kendine söyleniyordu “... Hangi kuvvet arslanlar gibi Sultan Aziz’i katlettirdi. Sultan II. Abdülhamid’i tahtan indirdi ve en nihayet Vahidettin’i düşman gemisine koydu ve ebediyen memleketten uzaklaştırdı.” Efendi, rüyadan uyanır gibi oldu ve Selmin’e tekrar sordu:
… ..
… .. Selmin’in yaşadığı hayat kendi hayatı değildi. Bu ikinci ve kendinin olmayan bir hayattı. sevap ve hatalarıyla bir imparatorluk çocuğuydu. İmparatorluk yıkılınca, enkazı altında kalanlardan oldu. O nazik, narin ve nazlı vücudu yaralandı, berelendi. Koca koca taşlar, tuğlalar, kalaslar altında ezildi.
“Peki!” dedi şehzade, “Ben yakında inşallah İstanbul’a avdet edeceğim, sizi nasıl bulabileceğim?”
Selmin:
“Efendimiz, bendeniz zat-ı devletlerini bulurum, gazetelerde teşrifinizi görür görmez, hemen şehzademi arar, bulurum.
… ..
… ..
Efendi, Selmin’e uzun uzun memleket ahvalini ve İstanbul’dan havadis soruyordu. Anadolu harekatına ne kadar sevindiğini ve nihai zafer için Cenab-ı Hakk’a nasıl her gün, her an dua ettiğini söyledi.
Evet, artık müzik susmuş, hava-yı nesimiye karışmıştı. Viyana silinmiş, yok olmuştu. Burada yalnız ve yalnız vatan için yas tutan iki Türk vardı. Burada ne bir şehzade, ne alafranga İstanbul ailesinin kızı. Burada sadece iki mümin Türk vardı. Evet, Osmanlı Türklerinde, menfaatsiz, ivasız ve şartsız bir vatan aşkı vardı. Padişahların hiç biri vatanın yerini almak ve vatanın yerini tugtmak istememişler, bu aşka dokunmamışlardı. Onlarda millete katılmışlar, milletle beraber, gönüllerinde iman ve mücerret bir vatan aşkından başka bir şeye ve başka bir kimseye yer vermemişlerdi.
… .. Selmin sordu:
“Efendimiz niçin Anadolu'ya geçmiyor ve milli harekete iştirak etmiyorsunuz?”
.. ..
… .. Ne oldu bu milli sevgiye? Milletin arzusuna rağmen genç şehzadeyi İnebolu’dan, Ankara geri çevird, yani kovuldu.”
… ..
… ..
“Evet, genç ve güzel Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin İnebolu’dan geri çevrilmesi, 1924 senesi vahim hadisesine bir işaretti.
… ..
… .. Allah’ın inayeti ile Anadolu şahlanmıştı. Bir mucize oluyordu. Selmin gazetelerden, Kuvayı Milliye kumandanlarının resmini kesiyor, duvara asılı ve bütün muharebe safahatını tekip ettiği haritanın etrafına, kestiği resimleri raptiye ile tutturuyordu. … .. İstanbul’a avdetinde Berrin’in liseyi pek iyi olarak bitirdiğini haber aldı, çok sevindi. Tebrik telgrafı çekmek istedi. Sonra çekindi, kendisinden utandı, vazgeçti.
***
… ..
… .. Harp sonrası nesli ve zihniyeti evlerinin içine kadar girmiş, canları gibi sevdikleri kızları, başka nesil oluvermişti. Daha enerjik, daha kuvvetli, fakat katı.
Berrin aynı zamanda tıbbiyeye yazıldı, doktor olacaktı. Postanede çalışmak istemesi de, postanenin diğer devirden daha kolaylıkla, yüksek tahsil için lazım gelen zamanı vermesi idi.
Allah’a şükür, 1922 senesi ….
… .. Büyük gün geldi, 26 Ağustos sabahı şafakla başlayan o büyük taarruz durmadan devam ediyordu. Büyük Zafer’i müjdeleyen gazeteler arka arkaya fevkalade nüshalar çıkarıyorlardı. Millet bunları kapışıyordu. … .
… ..
Bu zafer milli olduğu kadar diniydi, bütün âlem-i İslam’ın kalbi Anadolu için çarpıyor, dudakları Anadolu için dua ile kıpırdıyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın yanlarında daima sarıklılar vardı ve ilk milli meclis azalarının çoğu sarıklıydı. Bu, fotoğraflarlar … ..
… ..
***
… ..
Sonbaharda 16-17 Teşrinisani sabahı erken saatlerde, Türk tarihi en acı hadiseyi kaydediyordu. Padişah VI. Sultan Mehmet Vahidettin, Malaya nam İngiliz gemisiyle vatanı terketti… ..
… .
Türk milleti padişahının gitti haberini alınca, yıkıldı, çöktü, utandı. Eğer bu da yine bir oyunca itiraf edelim ki, çok muvaffak olmuş bir oyun … ..
… ..
***
… ..
1922-1923 kışı da böyle geçti. … .. Berrin yalnız postaneye gitmekle biraz olsun dinlenebiliyordu. Nermin de 12’sine gelmiş, pek güzelleşmişti.
2 Teşrinievvel 1923 günü İstanbul, fetih günü kadar güzel bir gün yaşamıştı. Düşman çizmesi altında inim inim inleyen İstanbul, o gün düşman işgalinden kurtuluyordu. …
… ..
Pertev Bey de tutturdu:
“Ben de Dolmabahçe’ye gideceğim. Melun düşmanların aziz vatanımdan defolduğu günü ben de göreceğim. … ..
… ..
Hakikaten burada af edecek iki insandan biri varsa, o da baba idi. Onun af talep etmesi lazım geliyordu. Zira kendi azametinden, kendi gururundan, benliğinden, katı asker kafasına uyan kalbinden sevgili kızı, nazlı ve de narin Selmin’i kötü maceralara itmeye yüreği dayanmış ve hiç çekinmemişti. … ..
…..
***
… ..
4 Mart 1924 salı gecesi, dünya tarihinin en büyük ve en uzun sürecek olan bir bir faciasına sahne olmuştu. Osmanlı Hanedan Ankara’dan verilen bir emirle vatanlarını terk etmeye mecbur edildiler. … ..
… ..
***
.. ..
Suyun öbür tarafında Anadolu, Anadolu’da Ankara, kahramanlar diyarı… Ankara son kalan, yıkılmayan Türk kalesi …
… .. Sakarya muharebesi nasıl oldu? Başkumandanlık büyük taarruzu sabah kaçta başlattı? İzmir’e inen Türk süvarilerinin atları kanatlı mıydı? Ne yazık ki Selmin bunlara, bu suallerden hiçbirini soramadı. … ..
… ..
İstiklal Harbi nerede, bunlar nerede idi. İstiklal Harbi’nin gazileri, kahramanları toprak altında idiler.
… ..
***
… ..
Tanınmış mebuslar, meşhur gazeteciler, İstanbul’a hemen sökün edenler, bu mübarek gazadan uzaktılar. Ve bunların isimlerini, Türk milleti için mübarek olan İstiklal Harbi’ne karıştırmak, bizzat İstiklal Harbi’ne karşı en büyük hürmetsizlik ve züldür. Bu gelen kara kalpaklıların hepsi iş peşinde idiler. Tokatlıyan Oteli ile diş tabibi Sami Günzberg’in muayenehanesinde karargah kurmuşlardı. Bütün düşünceleri para, kadın, içkili ziyafet ve ucuzemlek. Ve daha dün memleketten ayrılan hanedanın elması, emlakı ve sarayeşyelerı, yağma Hasan’ın böreği olmuştu…
… ..
… .. Zira hiçbir zaman enkaz yıkıcıları mimar olamazlar, yapıcı olamazlar. Biz de ise o harikulade İstiklal Harbi’nden sonra, bir sürü kurnaz, hilekar, tefeci, rüşvetçi, komisyoncu iş adamı türedi. Rahat ve zengin burjuva hayatına kavuşmak ve o hayatı idame edebilmek için her tarafa saldırdılar, her hileye başvurdular. … .. Kıymetli ve ucuz emlak mı, hemen üzerine akbabalar gibi üşüşürler. İstanbul’u taradılar taradılar, dibinden taradılar., dünün ikbalde olanlarının elinde, avucunda bir şey bırakmadılar. … ..
Yeni kurulan Cumhuriyet’te, yeni yeni ve kazançlı işler vardı. Mübadele işleri, milli emlak işleri, Türk ordusundan korkup, Türkiye’den pasaportsuz kaçan milyoner Ermeni ve Rum vatandaşları yine memlekete sokma işleri… Bunlar başlı başına yüz binler milyonlar getiren işlerdi Memlekette sanayi yeni kuruluyordu, bu tesislerden muazzam komisyon almak, mevcut ecnebi şirketleri millileştirmek de , yine dalavereli işlerdendi. Avrupa’ya gezi ve tetkik seyahatlerine çıkmek…Ya müteahhiştlik, o başlı başına, tadından yenmez bir işti. İki taraflı kılıç, hem taahhüdünü yerine getirmeyerek hükümeti aldatacaklar, hem de çalıştırdıkları işçiye para vermeyeceklerdi.
… ..
… .. İstanbul sarayları boşaldığı zaman o güzel eşyalar, hep dışarıya gitti. Memleketin milli servetini bir pula yabancılar satın aldılar ve dışarıya götürdüler. Bir gün bu türediler gafletten uyanıp stil eşya merakına düştükleri zaman, memleket bomboştu, bir şey kalmamıştı. … ..
… ..
… ..
***
… ..
Berrin 22, küçüğü 13 yaşına gelmişlerdi. … ..
… ..
***
… .. Nermin Pertev
…
Babası vefat etmiş, annesi hayatta, İki ablası var, biri çok iyi. Tıbbiyeyi bitirmiş, doktor çıkmış. Diğeri uygunsuz bir kadın. Zaten onu reddetmişler ve görmüyorlar. … ..
… ..
***
… ..
Azize, kızı Berrin'e ilk mektubunda diyordu ki:
“Ankara’yı beğenmedim ve sevmedim, inkılapların ve ilericiliğin kalesi iddiasında bulunan Ankara’da mevki sahibi ve iş başında bulunan kimseleri pek iptidai ve geri buldum. Bu kendi iddiaları ile kendi şahsiyetleri arasında öyle büyük bir tezat teşkil ediyor ki, insanı bu hal çok sıkıyor. Zira insan daima kendini tutmak ve susmak mecburiyetinde kalıyor. Çünkü Ankara’da düstur haline gelmiş, ya dalkavukluk edeceksiniz ya da susacaksınız, kaidesi var… Takrir-i Sükun Kanunu en küçük ve samimi evlere kadar cari. Ana evlada, evlat babaya emniyet edip de yalnızken bile fikrini söyleyemiyor aralarında, ”Takrir-i Sükun Kanunu“ hüküm sürüyor. Yoksa, hürriyet olan bir memlekette olsa insan, bu iddiaları, bu davaları başaracak, bu meseleleri çözecek insanlar siz misiniz, demek ister.
…. ..
… ..
Muammer, her zaman çok nazik ve zarif olan Nermin’den ummadığı bir cevap aldı ve sustu:
“Niçin iflas etmiş bir aileden, iflas etmiş bir sınıftan kız aldın? Unutma ki, çocukların işte bu iflas etmiş ailenin, iflas etmiş sınıfın çocukları, hiç olmazsa yarı yarıya bu zümrenin bu sınıfın çocukları olacaklar. Niçin yok olmuş imparatorluğun kırıntılarına bile akbabalar gibi üşüşüyorsunuz? Malikhanelerinden tutun da, bacağı kırık yaldızlı kanepesine, kırık saksonya kasesine kadar yiyecek gibi üzerine atılıyorsunuz? Evlerinizde en itibar ettiğiniz, övündüğünüz, birbirinize gururla gösterdiğiniz eşyalar” saraydan çıkma”lar oluyor. İstanbul’da filan sultanın, filan vezirin veya paşanın yalısını, köşkünü, konağını almak en büyük gayeniz, hedefiniz hayatınızda erişebileceğiniz son hedefiniz oluyor.
Sanki Başkumandan, ‘hedefiniz Akdeniz’ dememiş de ’emlak edininiz‘ demiş. Evet, şehitlere ve gazilere hedef Akdeniz. Kalan korkaklara, tortulara, çanak yalayıcılarına hedef: Han, apartman, hamam, külhan idi.”
… ..
… ..
O zamanki Ankara’da henüz “gerici” sözünü yumurtlamamıştı, onun yerine “mürteci” ve “menfi ruhlu” deniyordu. Fakat o günler başkalarına “mürteci” diyenler bugün için “gerici” olmuşlardı. Ne ise, zavallı Azize Hanım’da “mürteci” damgasıyla damgalanmıştı. Halbuki bu yeni Türk bayanlar evlatlarına, Azize Hanım kadar Almanca ve Fransızca öğretebilmek için ne kadar çırpınıyorlar ve masraflar ediyorlardı. … .. Bu çocuklar, bu Ankara’da büyüyen çocuklar, elbet lisan öğreneceklerdi, öğrenecekler, fakat maalesef hiçbiri lisan öğrendikten ve dış âlemle temas ettikten sonra, bir Azize Hanımefendi ve evlatları kadar Türk kalamyacaklardı. Ankara, çocuklarına bir Selmin kadar piyano çaldırtabilmek için devlet seferber olmuştu, mütehassıslar, şefler, hocalar, konservatuarlar… …
… ..
… .. kendilerine ipotek edilen mücevherleri sahiplerine geri vermemek için kopardıkları yaygara ile düvel-i muazzama donamasını harekete geçiriyorlardı. “Lorando ve Tubini” hadiselerinde olduğu gibi. Veya sefaret baştercümanı durmadan Babıali’yi rahatsız ederler, taciz ederlerdi. Bunların şüphesiz ortadan kalması lazımdı. Fakat şurasını belirtmek isterim ki, büyük Türk kitlesinin bunlardan pek haberi bile olmuyordu. Ve fakat sonradan Lozan’da kabul olunan manevi kapitülasyonlarla, Türk istediği gibi ibadet edemedi, istediği gibi yaşayamadı, istediği gibi konuşamadı, yazamadı. Takrir-i Sükun Kanunu ile susturuldu elinden lisanı ve yazısı alındı. Mektebe giden çocuk değil büyükbaba ile anlaşabilmek, kendi annesi ve babası ile konuşup anlaşamadı. Otuz sene evvel yazılmış kitabı okuyup anlayamadı. Tarih bunu hayretle ve dehşetle yazacaktır.
… ..
… ..
Halbuki memleket vermeden kırılıyordu. Erkekler ise hep iş konuşuyorlardı. “Komisyon kuruldu, Avrupatetkik seyahatine gidilecekmiş, acaba kim gidecek? Vekil beyefendi kimi gönderecek?” Vekil beyefendi kimi gönderir? Ya karısı güzel birini, yahut dayısı kuvvetli birini. Avrupa seyahati mevzubahis olunduğu zaman bütün Ankara’da dostluklar zeval bulurdu.Kim, kimin ayağına karpuz kabuğu koyabilecekti, kim ağır basacaktı?
… ..
“Bu tetkik seyahatleri biraz azalsa, herhalde vergilerden epey indirimler olurdu” dedi ve ilave etti:
İnsanları bir yere tayin ettikten sonra başka birilerini tetkik seyahatlerine göndermektense, tetkik edilmiş insanları o memuriyetlere tayin etseler daha iyi olmazmı?
Hakikaten Ankara, Milli Mücadele senelerinden o kadar uzaklaşmış ve her gün uzaklaşıyordu ki. Bu tetkik seyahatleri, kalabalık heyetlerin Avrupa’ya gitmeleri, dar bütçemiz için bir yara gibi idi, durmadan kanıyordu. Hükümetin maliyesini sartsıyor, zayıflatıyordu. Zayıflayan bütçe açığını kapatmak için hükümet var gücüyle her gün yeni vergiler ihdas ediyor veya onları fazlalaştırıyordu. Hükümet, iktisaden çok zayıf olan milletin üzerine yükleniyordu. Hükümetin tahsildarı, sille tokat, köylünün bir koyunu mu var, bir buzağı mı vat, bir bakır kazanı mı var gözyaşına bakmadan, ağlayan bir ninenin, bir çocuğun elinden alıyordu. Kırk sene bu insafsız, amansız, merhametsiz rejimin bitmez, tükenmez hikâyelerini dinlemişimdir. Kocaman erkek olduktan sonra bile çocukken duyduğu acıları unutmayan, yeni doğan güzel buzağısı ile
ineklerini zorla ellerinden alan tahsildarın arkasından ve ineğinden ayrılmamak için ayakları yara olana kadar yürüyen çocuklar bilirim. Ve bu kötü rejimi temsil eden tahsildara , memura, öğretmene duyulan kini, hıncı görmüşümdür. Topyekün bu korkunç rejime, Anadolu’nun duyduğu hıncın daha büyüdüğünü ancak Moskova duyabilirdi.
Yine bir gün, Azize Hanım, Garplılaşma bahsinde, gayri memnun dinleyicilere dedi ki: “Madem ki Garplılaşmak istiyorduk, ne diye İstanbul’u bırakıp, Ankara’ya geldik? İstanbul “Centredu Mondre” dünyanın merkezi olabilirdi. Ankara ise, dünya müvacehesinde daima sönük kalmaya mahkum bir merkez-i hükümet olacaktır. İstanbul’u istemiyorduk. Garb’a daha yakın olabilmek için o halde Edirne’ye gitmeli idik. Yeni hedefe daha yakınlaşmak lazımdı. Yoksa adam, gideceği hedeften tam aksi istikamete gider mi? Askerlik bakımından ize bugün kullanılan ve yarın kullanılacak olan silahlarla ve teyyarelerle birkaç yüz kilometrelik mesafenin farkı olur mu? Ve bugün, bugünün silahıyla birkaç yüz kilometrenin arkasında kendini daha emniyette görmek, bir hayli safdil ve bir hayli kısa görüşün ve pek kısır bir muhayyilenin mahsulüdür.
Ankara’nın kendine göre bir lügatçesi de vardı. Mesela bir büyük, bir kelime veya cümle sarf etti mi, o kelime veya cümle basamak iner. Ve herkes büyük bir vecize gibi onu tekrarlar. Bunlardan en meşhurları: “Yani mesele yok” ve “dava o değil” sloganları iidi. Bayanlar arasında ise “kilo aldım”, “kilo verdim” . Kürk, kürk… Gümüş, gümüş… Briç, bezik. Poker, bezik. KOnuşulan ve görüşülen şeyler bunlardı.
Sanki memlekette hiçbir mesele yoktu. İki büyük dünya savaşı arasındaki senelerde Anadolu’da neler neler yapılabilirdi! Fakat Ankara bitmez tükenmez bir hırsla Avrupa'ya gitti. Gümüş ve kürk aldı getirdi. … .. Anadolu için en verimli olabilecek seneler…
… ..
Pertev Bey’in Üç Kızı & Münevver Ayaşlı
Timaş Yayınları
2.Baskı, Şubat 2014, İstanbul
* Uğursuzluk, kademsizlik, nuhuset
*fenalık, kötülük, lanet manasındaki arapça kelimedir. hazreti lut'un eşi, sodome şehrinden kaçarken "ben o şeamet ülkesine ebediyen veda ettim" ifadesini kullanır...
*Bulgur Palas ya da özgün adıyla Bolulu Habip Bey Konağı, Fatih'te bulunan yapı.
Tarihçe:
Osmanlı İmparatorluğu'nda asker ve milletvekili olan Mehmet Habip Bey tarafından, İtalyan mimar Giulio Mongeri'ye tasarlatıldı. Ancak Habip Bey'in yaşadığı ekonomik zorluklar nedeniyle inşaatı tam olarak bitirilemedi ve bina, Habip Bey'in 1926 yılındaki ani ölümünden sonra, ailenin borçlarına karşılık olarak Osmanlı Bankası'na devredildi. Banka tarafından bir süre lojman ve arşiv olarak kullanılan bina, daha sonra terk edildi.[1] Osmanlı Bankası'nın mülkiyetinde kalmaya devam eden bina, anılan bankanın 2001 yılında Garanti Bankası'na katılması sonrasında, Garanti Bankası'nın mülkiyetine geçti.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Bulgur Palas'ı 2021 yılında satın aldı ve binanın restore edilerek belge merkezi, arşiv, kütüphane, sergi salonu ve kafe olarak hizmete sunulması için çalışmalara başladı. Bina, 28 Şubat 2024'te ziyarete açıldı.[2]
… ..
*Hatice Münevver Ayaşlı (d. 1906, Selanik- ö. 1999, İstanbul), Türk yazar.
Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılış ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş yıllarında başta İstanbul olmak üzere sosyal değişimleri aktardı.
Hayatı:
1906 yılında Selanik'te doğdu. Babası Miralay Mustafa Tayyar Bey, annesi ise Hayriye Şerife Hanım'dır.[1]
Selanik'in düşmesi nedeniyle o dört yaşında iken ailesi İstanbul'a taşınmak zorunda kaldı. Babasının görevi nedeniyle sekiz yaşında iken Halep'e taşındı. Öğrenimine önce Halep'te iki yıl sonra babasının Beyrut'a tayin olması üzerine Beyrut'ta devam etti ve Fransızca öğrendi. 1919'da annesi ile Almanya'ya gitti, ertesi yıl döndü. Halep'te ve Beyrut'ta Alman mekteplerinde eğitim gördü. Daha sonra Paris'te Collège de France ile École des Langues Orientales'e devam etti, Arapça ve Farsça öğrendi.[2] Babasının Tütün İdaresi'nde reji müdürü olması nedeniyle ailesinin Diyarbakır'a döndüğü dönemde Ankara'da ağabeyinin yanında kalarak bir Alman şirketinde, daha sonra Hariciye Vekaleti'nde çalıştı. 1930 yılında Viyana büyükelçisi devlet adamı ve şair Sadullah Paşa'nın oğlu Nusret Bey ile evlendi. 1934 yılında Soyadı Kanunu çıktıktan sonra kayınpederi Sadullah Paşa'nın dedelerinden Bünyamin Ayaşî'ye nisbetle Ayaşlı soyadını alan çift, 1936 yılında mimar Sedat Hakkı Eldem'e Beylerbeyi'nde yaptırdıkları Ayaşlı Yalısı'na taşındı.[3]
1944 yılında ise eşi Nusret Bey'in vefatından sonra 1947 yılında gazeteciliğe ve yazarlığa başladı.[4] Yeni İstanbul gazetesinde Merak başlığıyla günlük hayatını ve hatıralarını yazdı. Özellikle İşittiklerim, Gördüklerim ve Bildiklerim başlıklı anılarında imparatorluğun yıkılış döneminde tanıdığı kişiler ve şahit olduğu olayları kaleme aldı. Pertev Bey ve Ailesi başlıklı roman serisinde Osmanlı devletinin yıkılış döneminden Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş yıllarında yaşanan sosyal değişimleri bir ailenin dramı çerçevesinde anlattı.
Münevver Ayaşlı, elli altı yıl boyunca yalısında tezhib, ebrû, tasavvuf musıkisi ve Mesnevî dersleri düzenledi.[5] 1984 yılında Türkiye Yazarlar Birliği'nin üstün hizmet ödülünü Fevziye Abdullah Tansel ile paylaştı. 20 Ağustos 1999'da vefat etti. Aşiyan Mezarlığı´nda toprağa verildi.
*"birinci dünya savaşı yıllarında halk kitleleri büyük yoksulluk çekerken ittihat ve terakki yönetiminin nüfuzunu kullanan bir takım kişiler vagon ticareti ile kısa zamanda zengin olmuşlardır. vagon ticareti şudur: devlet, almanya ile ticarette kullanılacak vagonları sınırlamış ve bunları bir takım kişilere tahsis etmiştir. onlar da bu vagonları yüksek fiyatlarla başkalarına satarak kısa yoldan vurgun yapmışlardır".
*Hanuman: osm. ev, bark, ocak. misal: "ey aşk yakarsan işte canım yak derdim olaydı hanumanım" (naci)
*Mehmed Burhaneddin Efendi (II. Abdülhamid'in oğlu) - Vikipedi
*Mehmed Burhaneddin Efendi (19 Aralık 1885, İstanbul - 5 Haziran 1949, New York), Osmanlı padişahı II. Abdülhamid'in 8 oğlundan biridir.,
Hayatı:
Babasının hükümdarlığı zamanında 19 Aralık 1885 tarihinde Yıldız Sarayı'nda doğdu. İlk evliliğini Aliye Melek Nazlıyar Hanım Efendi ile 7 Haziran 1909 tarihinde Nişantaşı Köşkü'nde yaptı. Bu evlilikten 26 Kasım 1911 tarihinde Şehzade Mehmed Fahreddin Efendi ve 18 Ağustos 1912 tarihinde Şehzade Ertuğrul Osman Osmanoğlu Efendi adında iki oğlu oldu. Aliye Melek Nazlıyar Hanım Efendi ile 1919 yılında boşandılar. İkinci evliliğini 29 Nisan 1925 tarihinde Viyana'da Georgina Leonora Barnard Mosselmans yaptı. Aynı yıl ondan da boşandı. Üçüncü evliliğini 3 Temmuz 1933 tarihinde Elsie Deming Jackson ile Londra'da yaptı.[1]
Arnavutluk 29 Temmuz 1913'te bağımsızlığını ilân edince Arnavutluk tahtı Şehzade Mehmed Burhanettin Efendi'ye teklif edildi. Ama şehzade reddetti.[2] 1921'de Iraklı generallerce Irak tahtına davet edildiyse de Birleşik Krallık karşı çıktı.[2]
… ..
*Hotel M. Tokatlıyan, İstanbul, Beyoğlu'nda İstiklal Caddesi üzerinde hizmet vermiş tarihî otel. 1909'da hizmete giren Tokatlıyan Oteli, o dönemde Avrupa ve Ortadoğu'nun en lüks otellerinden birisi ve İstanbul'un Pera Palas'tan sonra en büyük oteliydi. Tarabya'da da bir yazlık şubesi bulunuyordu.
Beyoğlu'ndaki yapı, mimar Alexandre Vallaury tarafından inşa edilmiştir. Günümüzde yerinde Tokatlıyan işhanı vardır. İşhanının ikinci katında farklı disiplinlerde sanatçıların çalıştığı atölye bulunmaktadır.[1]
Tarihçe:
Beyoğlu Tokatlıyan Oteli:
… ..
Otelin işletmesi, 1919’da Tokatlıyan Efendi’nin Sırp asıllı damadı Medovitch’e geçti. Dünya Savaşı ve işgal yıllarında işleri kötüye gitti ancak Cumhuriyetin ilanından sonra yeniden parlak bir dönem geçirdi.[3] O devirde ticareti elinde tutan azınlıklar ve Beyoğlu bölgesinde yaşayan konsolosluk mensupları oteli ayakta tuttu. Otelde konaklayanlar arasında Rusya'dan sürgün edilerek 1929 yılında İstanbul’a gelen Lev Troçki de vardır.[7] Şarkıcı Josephine Baker ve Arabistanlı Lawrence, edebiyat kuramcısı Leo Spitzer, Tokatlıyan'da konaklayan ünlülerdendir.[8] Mustafa Kemal Atatürk de 1927 senesinde yedi; 1929'da bir kez Tokatlıyan Otelleri'ne uğramıştı.[8]
Tarabya Tokatlıyan Oteli:
… ..
*Sami (Samuel) M. Günzberg[1] (daha çok Dişçibaşı Sami Bey[2] olarak bilinen, kimi kaynaklarda soyadı Ginzburg,[3][4] Gunzberg,[5] Ginsberg,[6][7] Günsberg[8] olarak geçen) (d. 1876, İstanbul - ö. 1956[9]), bir rivayete göre ailesi Rus, bir rivayete göre ise Macar[10] olan Aşkenaz[8] Yahudi asıllı Türk diş hekimi. Muayenehanesi Mısır Apartmanı'nda bulunuyordu.[11]
Osmanlı Hanedanı'nda II. Abdülhamid, Vahidettin, Mahmud Şevket Paşa; Türkiye Cumhuriyeti döneminde ise Atatürk, İsmet İnönü, Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Makbule Atadan'ın diş hekimliğini yaptı.[12] Holokost'tan kaçan Yahudi mültecilere arabuluculuk etti.
Tasvir-i Efkâr gazetesinin sahibi Ebüzziya Tevfik, gazetesinde Yahudileri aşağılayan yazılar yazdı. Sami Günzberg’i Almanlar lehine casusluk yapmakla suçladı. Günzberg 1928 yılında beraat etti.[3]
*II. Abdülhamid dönemi Osmanlı tarihi (1903-1909) - Vikipedi
*Bu madde II. Abdulhamid'in 1903-1909 yılları arasındaki padişahlığında Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşanan tarihi olayları ele almaktadır.
Başlıca önemli dış müdahaleler:
Ana maddeler: Gambot diplomasisi ve Büyük sopa diplomasisi:
Gambot diplomasisi, büyük güçler tarafından istemlerini kabul ettirebilmek için II. Abdülhamid döneminde Osmanlı İmparatorluğu'na karşı sıkça kullanıldı.[1] Bu diplomasinin ABD'deki karşılığı olan büyük sopa diplomasisi de ABD tarafından uygulandı.[2]
II. Abdülhamid devrinin başında ve öncesinde Abdülaziz ile V. Murad döneminde Bâb-ı Âli, Galata bankerleri ve bunlar arasındaki Levantenlerden özellikle Fransız uyruklu Lorando ve Tubini ailelerinden borç almıştı. Bu iki aile Haydarpaşa Garı demiryolu hattı yapımı için Osmanlı Bankası dahil pek çok Osmanlı kurumuna borç vermeleri yanında Osmanlı sarayına borç vererek simsarlık yapan Köçeoğlu Agop Efendi'ye de para sağladı. Neticede bu alacaklar birikti ve 1890'larda pek çok kez yapılandırılmasına karşın ödenemedi. Fransa'ya bu kişilerin başvurması ile Fransız hükûmeti de olaya dahil oldu. Bu arada İstanbul'da mahkemeye başvuran aileler, alacaklarının ödemesi için açtıkları davayı da kazandılar. Buna rağmen hazinede para yokluğundan borçların ödenmemesi üzerine Fransa, gönderdiği nota ardından 5 Kasım 1901'de donanması ile asker çıkarıp Midilli Adası'nı işgal etti. Buradaki gümrüğüne el koyup, borcunu böyle tahsil edeceğini Bâb-ı Âli'ye bildirdi. İlaveten Osmanlı topraklarında Fransız himayesinde bulunan okul, hastahane, dini müesseseler için de yeni imtiyazlar talep edip, bunların resmen tanınmasını istedi. İkinci Abdülhamid, Fransa'nın tüm isteklerini kabul ettiğini açıklayıp Lorando'ya 340.000 ve Tubini'ye de 162.000 olmak üzere yarım milyon küsur paranın ödeneceğini, Fransa'nın talep ettiği imtiyazları da vereceğini bildirdi. Bu parayı II. Abdülhamid eşi Fatma Pesend Hanım'ın servetinden ve hükûmetteki paşaların şahsi servetlerinden verdiği paraları birleştirerek ödedi ve Fransızlar adayı boşaltmaya ikna ancak edilebildi.[3][4]
1902 yılında İtalya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında diplomatik bir kriz yaşandı. Kriz, Osmanlıların Türk ve Arapların, Eritre ve çevresindeki sularda İtalyan zambuklarına (yelkenli ticari teknelerine) yönelik Yemen'den gelen korsanlık saldırılarını engelleyememesi iddialarıyla başladı. İtalya'nın tekrarlanan tehditlerine rağmen Osmanlı İmparatorluğu bu saldırıları önlemek için önlem almayı reddedince, İtalyan savaş gemileri 31 Ekim'den itibaren Yemen'de Midi limanı ve çevre sahil yerlerini bombaladı. 10 Kasım'da Osmanlı İmparatorluğu İtalya'nın isteklerine boyun eğdi ve korsanlığı engellemek için önlemler almayı ve tazminat ödemeyi kabul ederek krizi sona erdirdi.[5] Haziran 1902'de İtalya ve Fransa, Trablusgarp ve Fas'a müdahale özgürlüğü tanıyan bir gizli antlaşma imzaladı.[6][7] İtalya bu anlaşmaya dayanarak Osmanlı'nın elindeki Trablusgarp'a saldırmak için fırsat kollamaya başladı. 1911'de II. Abdülhamid sonrası Trablusgarp Savaşı ile amacına ulaşacaktı.
20. yüzyıl başlarında William McKinley ve Theodore Roosevelt döneminde ABD-Osmanlı ilişkileri bozulmaya başladı. Bunun başlıca nedenlerinden biri İmparatorluk genelinde açılan ABD elçilikleri ve ABD devleti destekli protestan misyonerlik ve kültür okullarıdır. Osmanlı İmparatorluğu'nda yayınlaşan ve özellikle Suriye-Lübnan'da ve Ermenilerin yaşadığı Doğu Anadolu'da ayrılıkçı faaliyetlerde bulunan, sorun çıkarmaya müsait bu okulların kapatılması veya sayısının azaltılması ile Bâb-ı Âli ve II. Abdülhamid uğraşmaktaydı. Bununla birlikte kapatılan okullardan oluşan zarardan bahisle ABD'nin Osmanlı İmparatorluğu'ndan tazminat talepleri vardı. Yine ABD, kendi vatandaşlarının ve şirketlerinin İmparatorluk'ta ekonomik ve arkeolojik faaliyetlerine diğer Avrupa devletleri gibi izin verilmediğinden, sürekli sorun yaratıldığından bahisle izin verilmesi yönünde sürekli bir talepte bulunmaktaydı. Bu sorunlar 1903'te krize dönüştü. ABD içerisinde Amerikan okulları, Amerikan vatandaşlığına geçen kişilerin ailelerinin Amerika'ya göç etmesi, Amerika'dan et ithali, Amerikan sigorta şirketleri, İzmir Amerika Konsolosu'na ait emlak, Osmanlı coğrafyasında Amerikan üniversitelerinin sponsorluğunda yapılmak istenen arkeolojik kazılara izin verilmediğinden bahisle 29 Mart 1903 tarihinde Osmanlı Devletine bir muhtıra gönderdi. ABD, 1903 yılının Ağustos ayı sonlarında Beyrut Konsolos Vekili William C. Magelssen'in öldürüldüğü yönündeki asılsız haberler nedeniyle[8][9] Osmanlı resmi açıklamasını beklemeden Theodore Roosevelt 2 savaş gemisi gönderip Beyrut Limanı'nı abluka altına aldırdı[10] ve İzmir üzerine gemi göndermeye kalktı. Beyrut Limanı'ndaki abluka Osmanlı'nın bu konudaki belli talepleri kısmen kabul edip, ABD'li arkeologlara kazı izni vermesi[11] sonrası ABD gemilerindeki erzak yokluğu neticesinde 1 Şubat 1904'te kaldırıldı.[2] Ancak yine de ABD'nin istediğini tam olarak aldığı söylenemez.[2] Zira, Osmanlı devleti ye ABD' para verip, tazminat ödemek zorunda kaldı. Beyrut Valisi görevden alındı. Ancak kısa zaman sonra Lübnan'da kazı izni verilen ABD'li arkeologların sonrasında tarihî eser kaçakçılığı yapmaları neticesinde kazı izni kaldırılacaktı.[1][11]
Fakat ABD 1904'te bu olay daha sonuçlanmadan ikinci bir olay daha patlak verir zira İkinci Sason Ermeni İsyanı'nda baş rollerden birini üstlenip isyancıları açıkça destekleyerek işbirliği yaptığı tespit edilmesi nedeniyle bir kısım ABD misyoner okulu çalışanları ve vatandaşları tutuklandı. ABD bu tutuklamaları kabul etmeyip vatandaşlarının serbest bırakılması için Temmuz-Ağustos 1904'te tekrar Osmanlı devletinde İzmir üzerine savaş gemileri gönderdi. Amerikan okul ve personeli konusunda isteklerinin II. Abdülhamit tarafından kabulünün ardından 15 Ağustos 1904'te gemiler geri çekildi.[2]
Bu olaylar sürerken bu defa ABD, 1904'te Harput'taki büyükelçisi Thomas H. Norton'a II. Sason İsyanı ve sonuçları ilgili bir rapor hazırlattırır. "Norton raporu" denen bu raporda Osmanlı İmparatorluğu lehine hususlar bulunsa da hatta Ermenilerin Ruslardan ve İran'dan silah sağlayıp Müslüman köylerine saldırıları akabinde olayların başladığından bahsedilse de bunlar göz ardı edilip, orijinal raporun tahrifatı ile ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından basına servis edilen kısmı, 23 Ocak 1905'te The Washington Post, Evening Star, The San Francisco Call gibi değişik Amerikan gazetelerinde Osmanlı İmparatorluğu katliam yapmış gibi yayınlattırıldı.[12] Bu da ABD-Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkileri geren bir başka husus oldu.
Osmanlının son dönemi; bir başka deyişle Anadolu’da yol ve izin neredeyse hiç olmadığı, yurdum insanının yoksulluk içinde sefillik içinde bulunduğu, sıra Osmanlı’ya asker olmaya gelince; çocukları kahramanlıklar yazan Anadolu analarının evlat yolu gözlediği yıllarda, İstanbul seçkinlerinin yaşam öyküleri ve artık Avrupa ve Rus Çarlığı için “hasta adam” olan Osmanlıyı çöküşe götüren savurganlıklarının hikayesi … yalılar, dadılar, yazlıklar, kışlıklar, çocuklarının misyoner okullarındaki eğitimleri, piyano- keman dersleri …. içinde bulunduğumuz benzer manzaralara çağrışım yapan Osmanlının son günleri … ..
YanıtlaSilYazarın, Osmanlıyı son günlerine, başka bir ifadeyle “Hasta Adam” günlerine getiren nedenlerin sorumlusu olarak vurgulamaya çalıştığı sorumluları ifade ederken Osmanlının başındaki tek yetkili saltanat sahiplerini hariç tutması dikkati çekiyor. Bu durumu anlamak için yakın tarihimizi anlatan ve halen Milli Savunma Üniversitesi Rektörü olan Erhan Afyoncu’nun yakın tarihimizi anlatan kitaplarına bakmanın yeterli olacağını bilmek yeterli olacaktır.
YanıtlaSilOsmanlının Miralay (albay) seviyesinde memurları; evlerinde çalıştırdıkları “Fransız Mürebbiye Matmazeller, Rum dadılar, ev işlerini yöneten Çerkes ve Afrikalı kalfalar, lalalar, sofracı ve Rum ütücü kızlar, Arnavut bahçıvanlar, aşçı HIrvat yamaklar, Bulgar sütçüler, Ermeni seyislerle hayatlarını sürdürürken yabancı okullar ve yabancı hocalar eşliğinde Almanca, Fransızca ve diğer diller yanında piyano ve müzik dersleriyle dolu süreç en sonunda Osmanlının çöküşünü hızlandırıldı. Eğitim ve teknoloji başta olmak üzere sosyal gelişime ayrılacak kaynakların gösterişe ve süslü hayata harcanması sonrası kaçınılmaz olan sona gelindi…
YanıtlaSilYazar Münevver Ayaşlı’nın eserinde; bir tarafta Sevr’i onaylamak ve ardından çareyi düşman gemisi ile kaçmakta bulan padişah, diğer tarafta iktidarı elinde tutan İttihat ve Terakki’nin uygulamaları, Rumeli'den geri çekiliş, Balkan Harbi’nin zorlu günleri ve Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçerek başlattığı mücadele yılları ve sonrasında Cumhuriyetin ilk günlerinde yurdum insanının yaşadıkları, ülkemizin söz konusu dönemdeki sosyal yapısı derinlemesine anlatılmakta… milletimizin geçmişine kalıcı izler bırakan yaşanmışlıklar; hak verilecek yanları kadar ders alınacak taraflarıyla da sürükleyici bir dille anlatılıyor.
YanıtlaSilAynı zamanda günümüzde de benzer gelişmeler (Bulgur Ticareti, Bulgur Palas, Vagon Ticareti ve bazı özel konularda lisans halkarının birilerine dağıtılması ve sonra bu lisan (imtiyazların ) büyük tutarlar ile işi yapacaklara devredilmesi; Mehmet Akif’in dizelerini hatırlatıyor:
YanıtlaSilGeçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
"Tarih"i "tekerrür" diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Dünya Harbi ve sonrası dönemde ve de günümüzde de devleti soyan, yolsuzluklara göz yumanlardan ne kadar hesap sorulduğuna şahit oluyor muyuz?
YanıtlaSilBelki de şöyle gönül rahatlığı duyabilir; günü geldiğinde hesap veren ve kendi hazırladıkları kötülükler içinde tarihin karanlıklarına yuvarlananlara şahit oldukça “ilahi adalet” diyerek dualarımızı sürdürüyoruz…
YanıtlaSilYazarın bir cümlesini düzeltmekte yarar var. (s.35) “Hakikaten Çanakkale Zaferi İstanbul çocuğunun yarattığı bir mucize idi“ yerine “Osmanlı topraklarının her tarafından katılan çocuklarımızın yarattığı bir mucizeydi.” ...
YanıtlaSilAltı yüz yıl süren Osmanlı dönemini ve padişahları toptancı bir anlayışla hepsini aynı sepete atarak değerlendirmenin yanlış olacağını biliyoruz…. Elbette ordularının başında görevlerini hakkı ile yapan, Viyana kapılarına kadar uzanarak Türklüğü yücelten ceddimizi saygıyla anıyoruz. Diğer taraftan bu durumu sürdürmek hedefine yönelik gayretleri kalıcı kılmak sonrakilerin görevleriydi. Mirasyedi anlayışı ile kendilerine emanet edilen değerleri kalıcı kılmak ve sonraki nesillere teslim etmekten uzak durmak kaçınılmaz sonu da beraberinde getirecekti. Tarihten ders almayanların sonu bir örnek olarak önümüzde duruyor. Münevver Ayaşlı’ın kitabında yer yer detay vermeye çalıştığı örneklerde gerçeği yansıtanlar olumlu katkı sağlıyor. Bütün bunların yanında özellikle de “Hasta Adam” yakıştırmasının yapılmaya başlandığı dönemin padişahların bu övgüleri ne kadar hakettiğini de düşünmeliyiz.
YanıtlaSil