Bir başkadır çöl… Bambaşkadır çöl…
Bir başka doğar mehtap o akşamlarda; yıldızlar bir başka parlar… Yer ile gök kucak kucağıdır ışıltılı kumların uçsuz bucaksızlığında. Sessizlik en büyük ses, yalnızlık en içten dosttur yıldızların altındaki kutlu demlerde. Yine bu demler uzaktan uzağa akan bir kasidenin ılık mısraları, cihanları sürükler ahenkle peşinden. Keza böylesi gecelerde açılır gök kapıları uyanık gönüllere…
Sevda çocuklarını uzak nağmelerini kucağında büyüten bir mürebbîdir çölde gece. Dünyaya açık, Allahâ yakın. Munis ve kuytu birer hisardır orada kervanların konakladığı vahalar.
Orada hissedilir ulvî yakarışların hemen kabul olunacağı, orada duyulur içli aşkların en güzel hayalleri, orada yaşanır en ulvîleri…
Gündüz!.. Çölde gündüz!.. Ah gündüz; ve ah güneş! Hummalı dertler öğüten ömür törpüsü değirmen!.. Dünyada cehennemden bir nişane. Dakikaların bile daha uzun yaşandığı çile…
Bir mızrak boyu tepeden püsküren alevlerin kavurduğu bir ateş denizidir gündüzleri çöl. Hele bu denizde, asude mahfillerde mücehhez develer sırtında yüzmüyorsa kara bahtlılar, vay ki vay!.. Kavruk tenleri dıştan; yanık bağırları içten. Yakar ha yakar, yanar ha yanar…
***
Tam böyle bir gündü. Ufukta uçuk pembelerin büyülü dansı başlıyordu. Solmaktaydı güneşin altın yüzü. Bir at, dizlerinin dermanını yitirmek üzereydi. Yeni çizgiler belirmekteydi bir süvarinin terli alnında. Koşuyordu. Hayır koşmuyordu, uçuyordu. Uçuyordu, yeni bir akşamın ulvî şafağına; uçuyordu, yeni bir umuda, yepyeni bir mutluluğa!.. Bu gidiş, gündüz gördüğü seraplara değildi. Bu bir büyülü hakikate idi. Bu bir tılsımdı yıllar yılı özlenen… Bu bir özlemdi unutan bakışlara. Bu bir vuslat şarkısıydı
törelere uzanan, bir iksir idi kimya bağışlayan.Evet! Bu kanatlanış, bir doğuşa idi. Bu uçuş bir ağlayışa iidi. Yıllar yılı dualarla istenen bir çığlığa idi. Yakarışların isyana uzanacak uçurumunun başında bir gözyaşına, bir hıçkırışa… Süt kokularıyla kundağa giren bir bebeğe, dünyayı ilk gören bir nur heykeline. Aşkı asaletle büyütecek bir kalp atışına, mana bahçesine dikilecek bir özge güle, söz ipliğine dizilecek nice parlak inciye…
Tevbe, hamt ve şükür ile dopdolu bir fazilet timsali süvariydi koşan, koşturan; yorulan ve yoruldukça can bulan… Neden sonra sıyrıldı derin tefekküründen ve kanatlanan atına baktı. Heyhat!.. Çatlamak üzereydi Aşkar. O an, bir çift kanadın ne büyük nimet olduğunu düşündü süvari. Çar-na-çar atı dinlendirmek üzere konakladı. Her şey ve her yer ne kadar güzeldi. Meltem güzel okşuyordu terli alnını. Gerçekten hayat ne kadar tatlıydı. Çekirgelerin sesleri ve kertenkelelerin ıslıkları yeni yeni duyulmaya başlıyordu. Tebessüm dolu dudakları yavaş yavaş kapandı, şükür pırıltılarıyla dolu gözleri usulca yumuldu. Koyu bir karanlığın kucağındaydı artık…
Yer :Necit Çölleri
Zaman :Birinci Hicret yılı
Adı :Mülevvaha’l-âmirî
Kimliği : Soylu Beni âmir kabilesinin beyi
Megalesi : Avlanmak-Gönül kuşunu ve gönül kuşuna-
Mizacı : Güvercin tüüyü denli yumuşak
Şöhreti : Cihanın yegânesi.
Leyla ile Mecnun & İskender Pala
Kapı Yayınları
37. Basım Şubat 2015
*Leylâ ile Mecnun, Arap efsanesine dayanan klasik bir aşk hikâyesidir.
Birbirini seven; ama bir türlü kavuşamayan, kara sevdalı iki gencin çileli aşklarını konu edinir. Hikâye, 10. yüzyılın sonlarında İran'a geçmiş ve ilk defa Azerbaycan şairi Nizami (Azerbaycan, Gence) tarafından yazılmıştır. Türk edebiyatında otuzdan fazla şair tarafından işlenen ve çok sevilen bu aşk için yazılan en ünlü mesnevi,[1] 1533 yılında Fuzûlî'nin Leylâ ile Mecnun adıyla kaleme aldığı eserdir.[2] Leyla ve Mecnun teması, Farsçadan Urdu ve Hint edebiyatına da girmiş; 16.yüzyıldan itibaren Türk halk edebiyatına da geçerek anonim bir halk hikâyesine dönüşmüştür.
Konusu
Necid’de bulunan Beni Amir kabilesine mensup Leylâ ve Kays birbirlerine âşık olmuşlardır. Kısa zamanda her yere yayılan bu aşkı duyan annesi Leylâ’yı okuldan alır ve Kays’la görüşmesini yasaklar. Ayrılık ıstırabıyla mahvolan Kays halk arasında Arapçada "deli" anlamına gelen "Mecnun" diye anılmaya başlar. Kays, babasına Leyla'yı istemesini söyler ancak aşkları sebebiyle kızın adı dillere düşüp namusu lekelendiği için teklif reddedilir, Leyla bir başkası ile evlendirilir. İyice deliye dönen Mecnun'a birçok kişi Leylâ'yı unutmasını söyler; ancak onun için kainat artık Leylâ'dan ibarettir ve hiçbir şekilde bu aşktan vazgeçmez. Ailesi bu dertten kurtulmak için Allah'a yakarmak üzere onu Kabe’ye götürür; ama o tam tersine derdinin artması için dua eder; çöllere kaçarak vahşi hayvanlarla birlikte yaşamaya başlar.
Başkasıyla nikahlandırılan Leylâ, kocasından kendisini uzak tutmak için bir hikâye uydurur ve bir süre sonra adam ölür. Bu sırada Mecnun çöldedir ve aşkın bin bir türlü cefasıyla yoğrulmaktadır. Dünyayla bütün bağlantısı kesilir ve sadece ruhuyla yaşar hale gelir. Leylâ’nın vücudu da dahil olmak üzere bütün maddi varlıklarla ilişkisi bitmiştir.
Bir gün Leylâ çölde onu bulur ama Mecnun onu tanımaz ve “Leylâ benim içimdedir, sen kimsin?” der. Leylâ, Mecnun'un ulaştığı mertebeyi anlar ve evine geri döner ve üzerinden fazla zaman geçmeden Leylâ hayata gözlerini yumar. Leyla'nın öldüğünü öğerenen Mecnun, onun mezarına gidip uzanır ve canından can gitmiş gibi hıçkıra hıçkıra ağlar. Yaradana feryat figan dualar ederek canını almasını, kendisini Leylâ'sına kavuşturmasını ister. Duası kabul olur, göklerin gürlemesiyle birlikte Leylâ'sına kavuşur âşıklar âşığı Mecnun.
Ortaya çıkışı:
Efsanenin farklılaşması:
*Ferhat ile Şirin ("Ferhâd ve Şîrîn", "Ferhadnâme" gibi adlarla da bilinir), klasik Türk edebiyatında ve Türk halk edebiyatında işlenen bir klasik aşk macerasıdır.
Kahramanları Şirin ile onu seven ve birbirlerine rakip olan Hüsrev ve Ferhat üçlüsüdür. Konusu, Sasani Hanedanı'ndan II. Hüsrev ile Azerbaycan'da Berde kentinin hükümdarı Şirin arasındaki aşkı anlatan Hüsrev ile Şirin öyküsüne dayanır. Hüsrev ile Şirin öyküsü, İran, Türk ve Azeri edebiyatında pek çok edebiyatçı tarafından mesnevi biçiminde yazılmıştır. Ali Şir Nevai merkeze Hüsrev yerine soyut bir aşk kahramanı olan Ferhad’ı koyarak öyküyü Ḫüsrev ile Şirin’den çok farklı bir içerikle "Ferhâd u Şirin" adıyla kaleme aldı. Ferhad ile Şirin öyküsü, klasik mesnevilerde kalmayıp Türk halk edebiyatına da aynı adla geçti; hikâyenin tarihî ve coğrafî çerçevesi Anadolu'ya uyarlanarak birçok varyantı ortaya çıktı. Halk arasında çok okundu, çok sevildi; Şirin güzelliğin, Ferhat da sabır ve tahammülün sembolü olarak kabul edildi.[1] Öykü, Anadolu dışında İran, Azerbaycan, Anadolu, Orta Asya'nın güneyini ve Ermenistan'ı içine alan geniş bir coğrafyada ülkelere ve yörelere göre bazı değişikliklerle anlatılageldi.[2]
Anadolu ve Azerbaycan'da anlatılan şekliyle Ferhat ile Şirin'in konusu Horasan'da başlar, daha sonra Amasya'da gelişerek devam eder.[3] Burada Hüsrev, İran Şahı değil, Amasya hükümdarı Hürmüz Şâh'ın şehzadesi olan Hüsrev'dir ve öykünün asıl kahramanı Ferhat'tır.[4]
Arka plan:
Tarihsel gelişimi:
Divan edebiyatında Ferhat ile Şirin:
Halk edebiyatında Ferhat ile Şirin:
Öykünün basılması ve uyarlamaları:
Konusu:
Mitoloji ile ilişkisi:
*Yusuf ve Züleyha (Arapça: يوسف زلیخا), Yusuf ve Züleyha'nın (Kitâb-ı Mukaddes'te Potifar'ın karısı olarak bilinen ve adı burada verilmeyen kişi) Kuran ayetlerinde kıssa olarak yer verilen hikâyesidir. Özellikle Farsça ve Urduca olmak üzere Müslümanların konuştuğu birçok dilde sayısız defa söylenmiş ve anlatılmıştır. Bu hikâyenin en ünlü versiyonu, Molla Camiî tarafından Farsça olarak yazılan Yusuf ve Züleyha mesnevisidir. Hikâyenin daha sonra birçok ayrıntıya sahip olmuş ve Züleyha'nın Yusuf'a duyduğu özlemin ruhun Tanrı arayışını temsil ettiği bir Sufi yorum oluşmuştur.
Bu konuda uzun bir şiir yer alır. Yusuf ve Züleyha olarak adlandırılan, onuncu ve on birinci yüzyılın Fars şairi Firdevsî'ye atfedilen, ancak alimler bu kitabın düşük nitelikli ve Firdevsî'nin yaşamının zaman çizelgesine uymadığından reddetmişlerdir.[1]
Kur'an'da Züleyha ve Yusuf ile ilgili ayetler:
*Kerem ile Aslı, 16. yüzyıl halk edebiyatı ürünü. Albanya, Anadolu, Azerbaycan, Ermenistan bölgelerinde anlatılmaktadır.
Konusu:
Bir zamanlar yaşlı bir İsfahan Padişahı, mirasını bırakacak bir erkek evladı olmadığı için üzülmektedir. Padişahın "Keşiş" diye hitap ettikleri bir yardımcısı vardır. Keşiş padişah için bir elma ağacı diktirtir ve senesinde padişahın herkesi kıskandıracak derecede yakışıklı bir erkek evladı dünyaya gelir. Bu çocuğa yiğitliği ve mertliği dolayısı ile Kerem adı verilir. Keşişin de Aslı adında dünyalar güzeli bir kızı vardır. Bu iki genç çocukluklarını beraber geçirirler. Kerem'in Sofu adında bir arkadaşı vardır. Kerem bir gün Sofu'yla gezerken Aslı'yla karşılaşır. Kerem'in nutku tutulur ve bir daha konuşamaz. Bir süre sonra Aslı ortadan kaybolur. Kerem Aslı'yı bulmak için yollara düşer. Yolda karşısına çıkan herkese Aslı'yı sorar. Yolda karşılaştığı kızları Aslı'ya benzetir. Bir gün Sofu Kerem'in yanına gelir. Kerem'e, Aslı'nın başkasıyla evleneceğini söyler. Kerem bunu duyar duymaz Aslı'nın evine gider.
Aslı ile Kerem o gece evlenirler. Keşiş düğün sırasında Kerem'e büyü yapar, düğünden sonra Kerem ile Aslı yorgun bir şekilde evlerine dönerler. Kerem üstündeki mintanı çıkarmak için düğmeleri açar fakat düğmeler tekrar iliklenir. Daha sonra Kerem birkaç kez mintanı çıkarmayı denese de başaramaz. Artık daraldığı için yorgunluktan bir "ah" çeken Kerem ağzından yayılan ateşle yanmaya başlar. Aslı Kerem'i söndürmek için ona su verir fakat bu sefer ateş daha da güçlenir. Birkaç dakika içinde Kerem yanmaktan Kül olur. Aslı da kahrından haykırırken saçları Kerem'in külüne değerek tutuşur ve o da yanarak can verir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder