30 Eylül 2023 Cumartesi

Anna Karenina*

Bütün mutlu aileler birbirlerine benzer, her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir. 

Oblonskiler’in evinde her şey altüst olmuştur. Oblonski’nin karısı, kocasının, evlerinde eski Fransız mürebbiye ile ilişkisi olduğunu öğrenmiş; kocasına, kendisiyle aynı evde yaşayamayacağını bildirmişti. Bu durum üç gündür böyle sürüp gidiyor, gerek karı koca gerek aile fertleri hizmetçiler üzerinde bütün acılığı ile kendini duyuruyordu. Bütün aile fertleri, hizmetçiler, artık bir arada yaşamanın anlamı kalmadığını, bir handa, bir rastlantı ile karşılaşan insanların bile birbirlerine kendilerinden, yani Oblonski’nin aile fertleri ile hizmetçilerinden daha bağlı olduklarını hissediyorlardı. Oblonski’nin karısı dairesinden çıkmıyor, Oblonski ise üç günden beri evde bulunmuyordu. Çocuklar, şaşkın şaşkın evin içinde koşuyorlardı. Evdeki İngiliz kadın, Kâhya kadınla kavga etmiş, , dostlarından birine, kendisine başka yer bulması için pusula yazmıştı. Aşçı daha dün, öğle yemeğindee evden çıkıp gitmişti; bulaşıkçı kadın ile arabacı, hesaplarının görülmesini istiyorlardı.

Kavgadan üç gün sonra -kibar çevrelerde Stiva diye çağrılan- Prens Stephan Arkadyeviç Oblonski, her gün uyandığı saatte, yani sabahın sekizinde, karısının yatak odasında değil de, kendi çalışma odasında, maroken kanepede uykudan uyandı. Sanki yeniden uzunca bir süre uyumak istiyormuş gibi, toplu, bakımlı vücuduyla kanepenin yayları üzerinde döndü, öte yandan da yastığını sımsıkı kucakladı, yüzünü yastığa gömdü; ama birden fırladı, oturdu ve gözlerini açtı.

Gördüğü düşü hatırlamaya çalışarak: ‘Evet, evet nasıldı bakayım?’ diye düşündü. Evet, nasıldı bakayım?.. Evet! Alabin, Darmstadt’ta bir öğle yemeği veriyordu; hayır Darmstadt’ta değil de, bir Amerikan şehrinde…’ Evet, işte rüyasında Darmstadt Amerika’daydı.

‘Alabin, cam masalar üzerinde bir öğle yemeği veriyordu. Evet, masalar da, Il mio tesero (*Aslında İtalyanca yazılmıştır. “Hazinem”anlamına gelmektedir.) Il mio tesero değil de, daha güzel bir şeydi… Sonra, birtakım küçük sürahicikler vardı… Hem bu sürahiler de kadındı,’ diye hatırladı.

29 Eylül 2023 Cuma

İki Yıl Okul Tatili*

… … 

Chairmen yatılı okulu, o tarihte, Pasifik'teki önemli bir kolonisi olan Yeni Zelanda'nın merkezi Auckland’ın en saygın öğretim kurumlarından  biriydi. Ülkenin önde gelen ailelerine mensup yüz civarında öğrencinin eğitim gördüğü bu okula takımadaların yerlileri olan ve kendilerine başka okullar tahsis edilmiş bulunan Maorilerin çocukları kabul edilmiyordu. Yatılı okula toprak sahiplerinin, rantiyecilerin, tüccarların ya da üst düzey kamu görevlilerinin oğulları olan genç İngilizler, Fransızlar, Amerikalılar ve Almanların dışında kimse alınmıyordu. Birleşik Krallık’taki eğitim kurumlarıyla aynı müfredatın izlendiği bu okulda düzeyli bir eğitim veriliyordu.

Yeni Zelanda takımadalarının en önemli ikisi kuzeydek

 Ika-Na-mawi ya da Balık Adası ile güneydeki TawaPonamu ya da Yeşil Yeşimtaşı Toprakları’dır. Cook Boğazı’yla ayrılan bu adalar kuzey yarım kürede Fransa ile kuzey Afrika arasına tekabül eden 34 ve 45’nci paraleller arasında yer alır.

Güneyi oldukça girintili çıkıntılı olan Ika-Na-Mawi Adası, Van Diemen Burnu’nda sonlanan eğriyi izleyerek düzensiz bir trapez biçiminde kuzeybatıya doğru uzanır.

İşte Auckland neredeyse bu eğrinin başlangıcında, yarımadanın yalnızca birkaç mil boyunca uzandığı bir noktada kurulmuştu. Bu haliyle şehrin konumu Yunanistan’daki Korinthos şehrine benzer -bu özellik  onun güney Korinthos olarak adlandırılmasına neden olmuştur. Biri batıda diğeri doğuda olmak üzere iki limanı vardır. Hauraki Körfezi’ndeki doğu limanı pek derin olmadığından orta ağırlıktaki gemilerin yanaşması için İngiliz modasına uyularak liman ağzına birkaç uzun pier (*ingilizce, rıhtım Ç.N.) yapılmıştı. Bu ırmaklar arasında, Chairman yatılı okulunun da bulunduğu şehrin en önemli caddelerinden biri olan Queen’s Street’in sonlandığı Commercial-pier vardı.

Chairman yatılı okulu da bu caddenin ortasındaydı.

15 Şubat 1860 günü, öğleden sonra, ailelerinin eşlik ettiği yüze yakın genç, kafeslerinin

22 Eylül 2023 Cuma

Saraydaki Casus*

… … 1867 Kanun-ı Esasininin mimarlarından Mithat Paşa’ya Fransızca dersi veren Vambery, bilmediği kelimeler için sözlüğe bakmayıp, kendisine sormayı tercih eden öğrencisinin zekî, hayalperest ve enerjik bir kişi olduğu görüşündedir.

Hüseyin Daim Paşa’nın konağından eski Hariciye Nâzzırı Rıfat Paşa’nın köşküne, oğlu Rauf Bey’e  tarih, coğrafya ve Fransızca dersleri vermek üzere taşınan Vanbery, boş zamanlarında bir medreseye giderek klâsik Osmanlı bilimlerini öğrenme fırsatı bulur. Daha sonra Batı dillerine olan hakimiyeti sayesinde Osmanlı Hariciye Nezareti’nde tercüman olarak istihdam edilir; İngiliz ve İtalyan Büyükelçilerinin huzura alındığı bir gün, görüşmelerden sonra filolojik yeteneklerinden dolayı Sultan Abdülmecid tarafından iltifat-ı hümâyûnla taltif olunur. Bu arada Vambery’nin yeteneklerini fark eden; bu yabancının, istihbarat ve gözlemlerinden yararlanmak isteyen batı basını , onu İstanbul muhabiri yapar. Reşid Efendi’nin Avrupa’nın yüksek tirajlı gazetelerinde yayınlanan yorumları, ilgi ile okunmaya başlar.

Öte yandan filolojik alandaki çalışmaları; Vambery’ye Macarların karanlık tarihinin ancak Orta Asya’da yapılacak incelemeler sonucu aydınlanacağına işaret ediyordu. Orta Asya’dan gelen seyyah ve hacılarla görüştükçe Avrupa’da üzerinde pek fazla bir şey bilinmeyen bu yöreye bizzat gitmek isteği de o kadar artıyordu. İstanbul’daki rahatı ne kadar iyi olursa olsun; bu

 onun macera arayan eğilimini köreltmeye yetmemişti. , Osmanlı payitahtını terk ederek, Aorta Asya’ya yapmayı düşündüğü bir gezinin tasavvuru ile dolu olarak Macaristan’a döndü (1861). Muhabiri bulunduğu Budapeşte Bilimler Akademisi’nde Türkiye ile ilgili bir konferans verdi. Akademi Başkanı Kont Emil Dessewff’’ye gidip, orada Macar dilinin kökenleri üzerine bir saha araştırması yapmak istediğini belirtti……

… ..

… .. Vambery’ye asıl mânevi desteği Tahran’daki İngiliz temsilciliği sağlamıştır. Londra’nın İran Büyükelçisi Sir Charles Alison, ülkesinin yayılma sahalarından biri olan Orta Asya’da neler olup bittiği hakkında uzun

18 Eylül 2023 Pazartesi

Tılsımlı Deri*

… ..

… … Kâğıt karıcı  ve bankocu oyuncuların içlerine işleyen donuk bakışlarını masanın etrafında gezdirerek tiz sesiyle, - “Bahislerinizi koyun!” derken, genç adam salonun kapısını açtı. Kimse böyle bir şeyi beklemiyordu! Bu mechul kişiyi fark eden umarsız ihtiyarlar, taşlaşmış görevliler ve fanatik İtalyan da dahil olmak üzere tüm oyuncular, tasvir edilmesi kolay olmayan ürkütücü bir duygunun etkisiyle sarsıldılar. Acıların sessiz kalması, yıkımların yüze neşeli bir ifade vererek saklanması, umutsuzlukların soğukkanlılıkla gizlenmesi gereken bu salonda merhamet ya da sempati duygusu uyandırmak için çok bahtsız olmak, veya yürekleri titretmek için çok ürkütücü bir görüntüye sahip olmak gerekmiyor muydu? İşte, genç adam içeri girdiğinde, salondakilerin taşlaşmış yüreklerinde tüm bu duyguların yeni bir karışımı canlandı. Ama  Deverim’in bir işaretiyle birlikte baltalarını sarı saçlı  bakirelerin boyunlarına indiren cellatlar bile bazen bir an için olsun gözyaşı dökmezler miydi?

Oyuncular daha ilk bakışta acemi delikanlının yüz hatlarına vuran belli belirsiz bir merhamet duygusunun izlerinin, ihanete uğramış, çabaları suya düşmüş binlerce umudu yansıtan bakışlarının korkunç gizemini fark ettiler! İntihar kararının hüzünlü kayıtsızlığı bu alına donuk ve hastalıklı bir solgunluk veriyordu, acı bir gülümseme ağzının kenarlarında hafif kıvrımlar yaratırken, yüz ifadesindeki boyun eğiş katlanılası değildi. Belki de  sefahatin yorgunluğuyla buğulanmış bu gözlerin derinliklerinde nasıl da  gizli bir deha parıldıyordu. Bir zamanlar temiz ve aydınlık  olan bu soylu yüzü bu hale getiren, içki alemlerinin yıpratıcı etkisi miydi? Doktorlar hiç şüphe yok ki, gözkapaklarını çevreleyen sarı halkayı ve yanaklarındaki kızarıklıkları kalp ve akciğerlerde bazı zedelenmelere bağlarken, şairler  bu izleri bilim adına çalışma lambasının ışığında geçirilen uykusuz gecelerle açıklayacaklardı. Ama hastalıktan daha ölümcül bir tutku, bilim ve dehadan daha acımasız bir hastalık, bu gencin yüz ifadesini altüst ediyor, güçlü kaslarına kramplar girmesine neden oluyor, sefahat âlemlerine, bilime ve hastalıklara çok da teşne olmayan yüreğini burkuyordu. Bu tuhaf atmosferde, acının tezgâhlarından geçmiş bu insan kılığındaki iblisler ona tıpkı cezaevine yeni gelmiş ünlü bir caniyi karşılarmış gibi saygıyla yaklaştılar. Yabancı oldukları merhamet

Hamlet*


 

1564. Stratford -upon-Avon. Çok sonraları Hesse’nin “sanat” diye nitelendirdiği eylemleri gerçekleştiren bir adam… Ölümün, Azrail’in elinden bir şeyler kurtarıyor. Yazı bir ülke sınırlarına giren her şeyin ölümsüzlükle yaftalandığı. Adam önce “Hamlet”i çekip alıyor. Tozlarını üfleyip koyuyor bir köşeye. Ölümlülüğü silip atıyor üstünden Atamızın işlediği o “ilk günah”tan ellerine, hepizin ellerine bulaşan kirleri arındırmaya çalışıyor sonra. Ve tek şey kullanıyor bunun için ; intikam! Çünkü yıkanmak, arınmak demek intikam. Kral, Kraliçe, zehir, hayalet, Polonius, Ophelia, Laertes… Hepsi dahil oluyorlar adamın ülkesine. Hamlet’i çevreliyorlar. Oyun içinde oynuyorlar. Gittikçe yaklaşıyor, aynu yüz oluyorlar. Aynı yüz oluyor iyiyle kötü. Bize sırlara, felsefeye, inançla, nükyetle çizilmiş bir portre sunuyorlar. Tek yüz, tel silüet, beliriyor hepsinin birleşmesinden. Dünyanın neresinden bakarsanız bakın, hangi pencereyi açarsanız açın, onun karakteriyle göz göze geliyor, o aynı adamı görüyorsunuz. O; Lear, Hamlet, Othello, Macbeth…

O, William Shaskespeare!

William Shaskespaareve Hamlet Üzerine

Birkaç kesin bilgi dışında  hayatının büyük çoğunluğu tahminler üzerine kurulu olan William Shakespeare, Stratford -upon-Avon kasabasında John Shakespeare adlı bir tüccarın üçüncü çocuğu olarak dünyaya gelir. Doğum günü kesin olarak bilinmemekle beraber, kilisedeki vaftiz kaydının 26 Nisan olduğu göz önünde tutularak 23 Nisan’da doğmuş olabileceği düşünülmektedir. Kasabadaki okula devam ettiği ve orada Latince öğrendiği sanılmaktadır. Shakespeare'in babası bir müddet belediye başkanlığı da yapmıştır. Ayrıca Stratford’a gelen gezici kumpanyalara gerekli izni veren kişi konumunda gözükmektedir. Shaskespeare’in bu dönemde tiyatro ile tanışmış olması kuvvetle muhtemeldir. 1582 yılında henüz on sekiz yaşındayken kendisinden sekiz yaş büyük Anne Hathaway ile evlenir. Bu evlilikten Judith ve Susanna adında iki kızı ve sonradan küçük yaşta ölen Hamnet adında bir oğlu olmuştur. Bundan

13 Eylül 2023 Çarşamba

Dorian Gray'in Portresi*

… ..   Odanın ortasında dimdik duran şövaleye olağanüstü bir güzelliğe sahip bir adamın tam boy portresi tutturulmuştu. Tablonun önünde, biraz ötedeyse ressamın ta kendisi, birkaç yıl önceki ani kayboluşuyla herkesi telaşlandırıp pek çok tuhaf varsayıma sebebiyet vermiş Basil Hallward oturuyordu.

Büyük bir ustalıkla sanatına yansıttığı zarif ve yakışıklı figüre bakarken ressamın yüzünde bir anlığına beliren kendinden hoşnut gülümseme, geçip gitmeden önce bir süre oyalanmak ister gibiydi. Fakat birden ayağa kalkıp uyanmaktan korktuğu tuhaf bir rüyayı zihnine hapsetmek ister gibi gözlerini kapattı ve parmaklarını gözkapaklarının üzerine koydu.

“Bu senin yarattığın en iyi eser Basil; senin şaheserin,” dedi Lord Henry cansız bir sesle. “Seneye bunu muhakkak Grosvenor’a (*Kraliyet Akademisi’nin aksine yeni sanay formlarına kapısını açan, özellikle Raphael öncesi sanat görüşünü benimsemiş ressamları bünyesinde bulunduran galeri.-ç.n.) göndermelisin. Akademi hem çok büyük hem de çok avam. Ne zaman oraya gitsem, ya insan kalabalığından tabloları göremiyorum ki bu korkunç, ya da tablo kalabalığından insanları göremiyorum ki bu daha beter. O yüzden, en iyisi Grosvenor.”

Basil başını, Oxford’dayken arkadaşlarının ona gülmesine sebep olan o tuhaf biçimde geriye doğru atarak, “Tabloyu herhangi bir yere göndereceğimi sanmıyorum, “diye cevap verdi. “Hayır, hiçbir yere göndermeyeceğim.”

Lord Henry kaşlarını kaldırarak ağır, esrarlı sigarasından halka halka, düş misali yükselen ince mavi dumanların ardından ressama hayretle baktı. “Hiçbir yere göndermeyecek misin? İyi de neden sevgili dostum? herhangi bir gerekçen var mı? Siz ressamlar ne tuhaf adamlarsınız! Şu dünyada ünlü olmak için yapmayacağınız şey yok. Üne kavuşur kavuşmaz da onu bir kenara atma istiyorsunuz sanki. Bu yaptığınız çok saçma zira şu dünya hakkında konuşulmasından daha kötü bir şey varsa o da hakkında konuşulmamasıdır. Bu tablo, seni İngiltere’deki tüm genç ressamlar arsında zirveye taşır, yaşlı ressamlarıysa kıskançlıktan çatlatır; tabii yaşlılar hâlâ herhangi bir biçimde duygulanabiliyorsa.

“Bana güleceğinden eminim,” diye cevap verdi Basil, “fakat tabloyu gerçekten sergileyemem. Ona

Beatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl*

… .. Oysa Kahire’deki toplantı farklı olacağa benziyordu. Çağrı mektubu şöyle diyordu: “Mısır uygarlığında skarabenin (*Skarbe: Pislik böceği. Eski Mısır’da dinsel simge. Güneşin her gün  doğuşunu simgeler. Aynı zamanda insan ruhunun ölümsüzlüğünün simgesidir. Eski Mısır mezarlarında bulunan çok sayıda böcek kalıntısı bu inanca işaretti. ÇN.)  yeri: Sanat, din, mitoloji, efsane açılarından.”

Firavunlar zamanında, skarabeye kutsal bir nitelik verildiği söylenmekte, kimseye yeni bir şey öğretmiyeceğim. Özellikle “kutsal skarabe” diye bilineni ya da Scarabeus sacer böyleydi. Ne var ki bu böceğin her türü bu niteliğe sahipti. Onun sihirli olduğuna, yaşamın büyük sırlarını bildiğine inanılırdı.

Öğretim yıllarım boyunca, öğretmenlerimden her biri bunu kendine göre anlatmıştı. Doğa Bilimleri Müzesi’nde kendi laboratuvarım olduğu zamanda da, benim öğrencilerim skarabe hakkında övücü, heyecanlı öykü öğrenmeye hak kazandılar. Bir Bir kınkanatlılar uzmanı için, II. Ramses’in, tezek yiyici bir böceğe taptığını öğrenmenin ne demek olduğunu bir düşünün! Skarabeye tapmak Mısır sınırlarını aşmış, Yunanistan’a, Fenike’ye, Mezopotamya’ya kadar yayılmıştı. Romalı lejyonerler kılıçlarının kabzasına bir skarabe resmi kazıtmayı adet edinmişlerdi. Etrüsklerde, ameist gibi ince mücevherler, skarabe biçiminde işlenmekteydi.

Benim uzmanlık alanımda skarabe, bir utku, bir soyluluk ünvanı idi. Hatta, saygıdeğer atalarımızdan biri diyecektim.. Doğal olarak, onunla ilgili bazı araştırmalar yaptım, kitaplar okudum. Ona elbette adi bir hanım böceği muamelesi yapamazdım. Bütün böcekler aynı tezekte yetişmez. Bununla birlikte araştırmalarım ne denli derinleşmiş olursa olsun, Kahire’deki toplantıda bana yer yok gibiydi. Sekiz ülkeden gelmiş yirmi beş kişi arasında bir tek ben hiyeroglif okumasını bilmiyor, firavunların kaçıncı Thoutmes ya da Amenophis olduklarını çıkartamıyor ve bir tek ben Koptçanın “sasidik” olanı ile “subakmimil” olanını -gerçi kimse bana bir daha hiç duymadığım bu sözcüklerin anlamını sormamıştı ama, sanırım bunları doğru dürüst yazmayı becerebildim- bilmiyordum.

Hepsi beni aşağılamak için birleşmişler gibi, aslında çok eğlenceli görünen firavunlara ilişkin

İyi arkadaş


 

5 Eylül 2023 Salı

Sorun Çağının Anatomisi*


 

 … ..    Descartes’in “düşünüyorum öyleyse varım”vcîz önermesinden ‘bilncindeyim”, ‘bilincinde olduğum sürece varım!’  manası çıkarılmasın lâzım. Nihâyetinde komada biri, ‘kişi’ değildir. O, olsa olsa bir dirim varlığıdır. Fizyolojik faaliyetleri devam ediyor olabilir; ama kişi değildir. Kişiyi belirleyen bilincidir. Bilinci oluşturansa, kişinin yaşanmışlıkları, tarihini teşkil eder. Tarihini aktaran yazısıdır. O yazı gitti mi tarih bitiyor. Zâten yazımızın ortadan kaldırılmasının sebebi buydu. Tarihimizi silmekti. Tarih silindi mi, toplum bilincinden bahsedemeyiz artık.


Sekiz asırlık tarih birden yok oldu.

Birden yok oldu.

“Felsefe-Bilim”e ramak kalmışken isimli makaleniz de bu çerçevede yapılmış bir çalışmanızdı zannediyorum.


Evet aynı hedefe yöneliktir. Yazının değişmesiyle birlikte medeniyetin en üst seviyesi demek olan felsefe sistemini kurma imkânını kaçırdık. 1890’larda o noktaya yaklaşmışken bu imkânı görünür bir gelecek için yitirilmiştir. İleride kendine Türk diyen yeni bir toplum doğabilir. O ttoplum yüzyılların tecrübe birikimini Felsefe de neyimize?

… ..

… .. Okuduğunuz eserlerden hareketle doğrudan doğruya bir şey kuramayabilirsiniz. Ne var ki önemli olan, okunan eserlerin olağanüstü dikkat yoğunlaştırmasına götürmesi ve birer esin kaynağı olmasıdır.

… ..Kalabalıkta dikkati derinleştirmek, yoğunlaştırmak zordur. Bundan dolayı büyük işlerin başarılmasında, özellikle de düşünce yapılarının oluşturulmasında disiplin şarttır. Günümüzde sıkıdüzen, yânî disiplin en büyük eksiğimizdir. Bu, her alanda böyledir. Einstein’in aydınlık ve kesin ifâdesiyle, dehânınyüzde sekseni çalışmadır, disiplindir, dikkatin yoğunlşatırılmasıdır.

kendine zemin kılarak bir gün felsefe bile yaratabilir. Bu uzak ve muğlâk gelecek için bir düşünüş. Olur mu, olmaz mı bilmiyorum. Ama elimizdeki büyük imkânı yok yere harcadık.


Peki, hocam 1890’larda yâni 19. Yüzyılın sonlarında Felsefe-Bilim seviyesine ulaştığımızı gösteren işaret neydi? Dilin ulaştığı ifade güzelliği miydi yoksa 7-8 asrın beraberinde getirdiği tecrübe miydi?


Toplumun bütün köşe bucağına eli kulağındaydı. Doğdu doğacaktı.

1 Eylül 2023 Cuma

Hafazanallah!*

Kitabın arka kapak tanıtımında Alev Alatlı; “Gelin, Amerika Birleşik Devletleri’nde yüzyıllar önce sahneye konulan Yeni Dünya Düzeni’nin ‘tek din’ ilkesinin ete kemiğe büründürülmesi sürecinden söz edelim. Yeni Dünya Düzeni’nde mevzubahis olan ‘tek din’ Yahudilikle Hıristiyanlığın füzyonu olan Evangelizm’dir. Evangelizm’in ne olduğunu bilmezsek, Amerika Birleşik Devletleri’nin niye bu kadar ısrarla ve kayıtsız şartsız İsrail’i desteklediğini anlayamayız. ABD’nin Irak’ta, Orta Doğu’da, hatta Kara Afrika’da ne yapmak istediğini de doğru okuyamayız. Eski Ahit’te eritilmiş, tevhit edilmiş Hıristiyanlığın temellerinin daha 1867’de kurulan ‘Kiliseler Konseyi’ tarafından atıldığını bilesiniz.


ABD’nin İsrail düşkünlüğü, jeopolitik çıkarlarının ya da daha şimdiden alternatif enerji kaynaklarıyla ikame edilme yolundaki petrolün ötesinde spiritüel bir tutkuya dönüşeli  nicedir. Bir Amerikan Yerlileri eksikti diye düşünürüm, bir de Reis Tekumseh’in kemiklerinin sızladığını. (...) Her neyse. Dilerim bari siz siz olun, Orhun Yazıtları’nı arada bir okuyun. Okuyun ki, ‘kalıtımsal haslet’ dedikleri üstenciliğin bizdeki karşıtlığının  ‘kut’ olduğunu kendi gözlerinizle göresiniz ve ‘Kutlu olsun’ dileğimizin ‘Tanrı’nın yolundan çıkılmasın’ temennisi olduğunu idrak edesiniz. Bizde ‘üstünlük’ Kaan’da (veya Kağan’da veya Hakan’da veya Erkin’de veya …) değil, bilge, alp, adil ve erdemli olandadır. Bilge Kaan töeye ters düşmeyegörsün, ‘Tanrı ‘kut’u geri alır. Bunun için denmiştir, sel gider kum kalır, il gider, töre kalır.


İlk müstemlekecilere dairdir…


James’in dini muhaliflerini hapsettiği, ağır para cezalarına çarptırdığı 1630-1643 yılları arasında, Cotton Matfher’in babası Increase Mather’ın(1639-1723) bulunduğu yirmi bin Püriten, Amerikan müstemlekelerine müteveccihen İngiltere’den ayrıldı. Anglikan nizamıyla ilişkilerini kesen bu insanlar, Yeni Dünya’da münferit cemaatler oluşturdular.