30 Ekim 2016 Pazar

Ağacın Kurdu *

TSK’da Şakirtlerin İşgali mi?
Fethullahın Askerleri 15 temmuz 2016 Darbe Girişiminin Şifrelerini açıklayan Kitap 304 sayfa. Eserin yazarı E. J. Kurmay Albay Mustafa Önsel’in kitabın arka kapağındaki tanıtımı -... .. Milli ordu bu topraklarda yaşamamızın güvencesidir. Ordu içinde herhangi başka bir hiyerarşik yapıya bağlılık millilik vasfını yok eder. Buna müsaade etmek ihanettir....”
*12 Eylül öncesi Harbiye’de yaşanan “Devrimci”, “Ülkücü” ayrışması nasıldı?
*Harbiye’de hangi devreye “Kızıl Devre” deniyordu?
*Şakirt kime denir?
*”Artık şakirt olmayan o okullara giremez” diyen yüksek rütbeli subay kimdi?
*Kimler Medine Sözleşmesini henüz imzalamadık, o halde yapılan her şey mübahtır diyor?
*Harbiye’de korkunç yıllarda (2008-2014) neler yaşandı?
   -Şok mangalarında yaşanan işgenceler...
   -İşkence sonucu ölen, intihar eden, atılan veya ayrılmaya zorlanan harbiyeliler...
   -Domuz bağları, dayak , hakaret...
*Gay Tayfa iftiralarıyla başlayan süreç ve Deniz Kuvvetlerine yapılan saldırılar nasıl gelişti?
*Hava Kuvvetleri İstihbarat Başkanlığı sorgu odasından çıkan bir subay neden intihar etti?
*GATA’da Fethullahçı yapılanmanın boyutları nedir?
*Askeri Yargıda neler oluyor?
*Fethullahçı örgüt niçin askeri yargı ve tıbbiyeyi ele geçirmek istiyor?
*Genelkurmay Erdoğan’a darbe yapar mı?
*Necdet Özel casusluktan yargılanır mı?
 Ve daha birçok soru ve cevabı...
Gerçeklerle yüzleşmeye hazır mısınız? ....

Yazarın eserini tamamladığı tarih 30 Aralık 2015. Diğer bir ifadeyle 15 Temmuz darbesine daha altı aydan fazla bir zaman var...
diyor.
Sunuş” yazısından kısa alıntılarla başlamak gerekirse:
-... .. 17-25 Aralık 2013’de düğmeye bastılar. Yukarıda da belirttiğim gibi amaç salt hükümeti devirmek değil devleti de ele geçirmekti. ... ..
Burada anlatılanlarla ordunun nasıl bir ayrışmaya, siyaset batağına çakilmeye ve milli olmaktan çıkartılmaya çalışıldığını da ortaya koyarken aynı zamanda tehlikenin büyüklüğüne de dikkat çekmeye çalışacağım.
Başlarken
-... .. ABD eksenli uluslararası boyutun  yanı sıra yerli aktörlerin rolüne de değinmiştim.
-Bu yerli aktörlerin  en önemlisi, kısaca Cemaat denilen, Fethullah Gülen isimli emekli bir vaizin önderliğinde faaliyet gösteren ve bütün dünyada yaygın örgütlülüğe sahip bir oluşumdu.
-Söz konusu yapı; öncesinde hükümetten aldığı siyasi destekle, devlet mekanizması içerisindeki etkinliğini alabildiğine artırmış ve kolaylıkla tasfiye edilemeyecek, sökülüp atılamayacak bir güç haline gelmişti.Artık her türlü kumpası yapabilen, özellikle emniyet ve yargı içerisindeki elemenları vasıtasıyla hiçbir kural tanımadan alabildiğine büyüyen bir canavara dönüşmüştü.

-Öyle bir güce ulaşmıştı ki iktidara geldiklerinden beri onlardan siyasi destekelrini hiç esirgemeyen daha sonra da bu desteği, “Ne sitediler de vermedik?” diyerek açıklayan hükümete, özellikle de o günkü Başbakan Recep Tayip Erdoğan’a bile saldırmakta beis görmemişlerdi.
-Bugün ise sözkonusu yapı; Milli Güvenlik Kurulunda alınan kararla Milli Güvenlik Strateji Belgesi’ne tehdit olarak girmiştir. Kabul etmek gerekir ki bu, gecikmiş ama önemli ve doğru bir gelişmedir.
-Bazıları bu söylediklerime ve Erdoğan noktasında, şu şekilde itiraz edebilir: “Ama efendim, ortada bir yolsuzluk var, onu ortaya çıkarmasalar mıydı?”
-Özünde doğru olan bir sorudur bu. Ancak hormonlu, GDO’lu korkunç bir yaratığa dönüşmüş bu yapının, yıllara sari olarak devam eden yolsuzluklardan bugüne kadar hiç haberi yok muydu?
Giriş
Başlarken
-Ordu, tarih sahnesine çıkmış bütün toplumlar için en önemli unsurların başında gelir..
-Türk tarihi incelendiğinde, Türk toplumunda ordunun bütün toplumların ötesinde bir öneme  sahip olduğunu görebiliriz. Bu nedenle de Türk toplumuna “ordu millet” veya “asker millet” denir. ... ..
-Tarihte genellikle göçer toplum olarak yaşayan bu anlamda yaşamak için her daim mücadele etmeye, savaşmaya hazır olmak zorunda kalan Türk halkları, savaşçılarına ayrı bir önem vermişlerdir.
Geçmiş zamanlardaki Ttürk devletlerinde ülkeyi yönetenle, yani siyasi otoriteyle savaşçıları yöneten otoritenin aynı kişi olduğu görülmektedir.Yani yönetsel erk ile askeri erk tek elde toplanmıştır.
-Dolayısı o dönemlerde asker-siyaset ilişkileri birbirinden hiç bir şekilde ayırt edilemez. Bu durum, Türklerin son dönem kurdukları Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş ve yükseliş zamanlarında da net olarak karşımıza çıkar.
-Padişah aynı zamanda ordunun da komutanıdır. Ama bu sembolik değildir. Padişah ordunun başında sefere katılmaktadır.
-Sefere çıkan son padişah yükselme deverinin de son padişahı Kanuni Sultan Süleyman’dır. Kendinden sonra tahta geçen Sarı Selim ise ordunun başında sefere çıkmamaya başlamıştır. Bu tarih aynı zamanda duraklama döneminin başlangıç tarihidir.
-Bu anlamda o zamanlar için bugünkü gibi bir asker-siyaset ilişkisinden bahsetmek mümkün değildir.
-Bugünkü anlamıyla asker-siyaset ilişkisi Osmanlının gerileme dönemine denk gelmektedir. Artık hakanlar –yani padişahlar- bırakın ordunun başında savaşlara katılmayı, sarayından bile dışarı çıkmamaktadır. Ordunun başında çoğunlukla sadrazam, nadiren de onun seçtiği bir komutan sefere katılmaktadır.
-Son dönemde artık sadrazamlar da ordunun başında savaşa gitmemeye başlamışlardır.
-Tabi ordunun başında savaşa bizzat iştirak etmemek giderek padişahların etkisini azaltmış, savaşta askerlerin başında komutanlık yapanların ise gücünün artmasına neden olmuştur.
-Bu durum özellikle yıkılış döneminin sonunda, pek çok kalkışmaya, -hatta bugünkü yaygın kullanımı ile- darbeye neden olmuştur.
-Çünkü ordusunun başında olmayan padişah giderek saygınlığını, dolayısıyla da gücünü kaybemiş, savaş meydanlarında cenk eden padişahlar yerlerini sarayda “raks eden” , oradan dışarı çıkmayan padişahlara bırakmıştır.

-Bunun doğal sonucu olarak da orduya hükmedenler güç kazanmıştır. Onlar güç kazandıkça da sarayı etkilemeye daha da ötesi işi istemedikleri padişahı tahttan indirmeye kadar vardırmışlardır.
-Bu anlamda önceki tarihlerde çoğunlukla haklarını alma noktasında kalkışmada bulunan Yeniçeri İsyanlarını saymazsak ilk darbe, 1876 yılında gerçekleşir.
-Aralarında Hüseyin Avni Paşa, Süleyman Paşa, Mithat Paşa ve Kayserili Ahmet Paşa’nın olduğu bir grup paşa, Sultan Abdülaziz’e darbe yaparak tahttan indirirler ve yerine meşrutiyeti getireceğine söz veren 2’nci Abdülhamit’i getirirler.
-Artık siyaset-asker ilişkisinin farklı biçimde alabildiğince öne çıktığı bir döneme girilmiştir. Ancak darbelerin Osmanlı Devleti’ne hiçbir faydası olmaz. Toprak kaybı önlenemez. Fakat ordunun siyasetle olan ilişkisi giderek artar. Özellikle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin etkin olmasıyla bu ilişki zirve yapar.
-İttihat ve Terakki’nin partileşip iktidar odağı haline gelmesiyle ordu içerisinde yoğun bir siyasi faaliyet yürütülmeye başlanır. Gaye elbette samimidir. Ancak ordu siyasete battıkça ve yönetime müdahale etmek istedikçe ülke daha da kötüye gider.
-20’nci yüzyılın başında toprak kayıpları had safhaya ulaşır, İtilafçı-İttihatçı ayırımı orduyu iyice yıpratır. Çünkü bu bölünme, askerliğin olmazsa olmazı olan iteati, sadakati dolayısıyla disiplini yerle bir eder.
-Politize olmuş bir ordunun disiplinsizlikleri sonucu, en az 450 yıl önce “Türkiyeleştirilmiş” ve en az Anadolu kadar Türk toprağı olan Balkanlar, çok kısa sürede terk edilir.
-Orada, 20’nci yüzyılın başında Anadolu’da yaşayan Türk nüfusunun yarısından fazla Türk yaşamaktadır. Bu halk kaderine terk edilir. Ve belki de tarihin en büyük soykırımı Başkanlar’da gerçekleşir.
-Balkan Savaşları ve sonrasında, tarihçi Justin McCharty’nin “Ölüm ve Sürgün” kitabında açıkladığı sayılara göre öldürülen Türk sayısı 4,5 milyon civarındadır.Anadolu’nun nüfusu o zamanlar için 10 milyondan biraz fazla olduğunu düşünürsek rakamın büüyüklüğü ve vahameti daha da fazla ortaya çıkar.
-Kaçabilenler açlık ve sefalet içinde Anadolu’ya sığınır ve büyük bir vatan kaybedilir. Tarihte hiç bir ulus, bu kadar kısa sürede vatanını kaybetmemiştir.Ama siyaset virüsünün girdiği ordunun savaşma yeteneğini kaybetmesi böylesi vahim bir sonucu doğurmuştur.
-Elbette “Balkan Bozgunu”nun başka sebepleri de vardır. Ancak en büyük sebebi siyaset batağına batmış ordudur.
-Sonrasını hepimiz biliyoruz. Anadolu’yu da kaybetmek üzereyken bir bilge önder çıkar ve hem milleti hem orduyu toparlar. Anadolu topraklarının Türk yurdu olarak devam etmesini sağlar: Bu bilge önder Atatürk’ten başkası değildir.

-Ordunun siyasete bulaşmasının bir milletin başına ne belalar açabileceğinin yakın tanığı olan Atatürk, ordunun siyasete karışmaması adına tedbi,rler alır ve ordu tamamen siyasetin dışına çıkartılır. Bu anlamda siyaset-asker ayrımı netleştirilir.
-Ancak yeni kurulan sistemin yeterince ayaklarının üzerinde duramaması ve sivil otoritenin yüzlerce yılın alışkanlıklarıyla sisteme saldıranlara karşı kendini yeterince koruyamayacak durumda olması sebebiyle Atatürk, ordunun yeni kurulan sisteme sadakatini, gerektiğinde onu korumasını esas alır. Ordu bu anlamda sadece dışarıya karşı değil bu anlamda içeriye karşı da etkindir.
-Bunun en büyük sebebi daha bebeklik dönemindeki cumhuriyet rejimini, radikal dinci grupların, yıkıcı ve bölücü unsurların saldırılarına karşı korumaktır.
Ne kadar haklı olduğunu bu grupların çıkarttığı isyanlardan anlıyoruz ki bu isyanlar, Atatürk vefat edinceye kadar devam eder.
-Atatürk’ün vefatından sonra ABD’nin Türkiye’ye olan ilgisi, artar.
-Bu ilgi çok partili seçimlerin yapıldığı 1950 sonrası DP iktidarı zamanında zirve yapar. Ve 1952 yılında NATO’ya üye olunur.
-O tarihten sonra TSK’de gözle görülür bir  ABD etkisi başlar. Hibe ABD silahları, eğitim vermek için Türkiye’ye gelen ABD askerleri, eğitim için ABD’ye gönderilen Türk subayları derken askeri anlamda iyice ABD’nin etkisine girilir.
-Mevcut hükümetin uyguladığı ekonomik politikalar, yeni bir zengin sınıfı yaratır.
-Bu yeni zengin sınıf, aralarında askerlerin de olduğu katmanlara tepeden bakmaya başlar. O güne kadar toplumda hep saygınlık gören askerler, saygınlığın ötesinde ekonomik olarak da oldukça zayıflar. Subaylara “gazozcu” (Subaylar ekonomik olarak o kadar kötü durumdadırlar ki bir yere gittiklerinde fazla bir şey yiyip içmemekte, nispeten daha ucuz olan gazozla idare etmektedirler) denilen bir sürece girilmiştir.
-1950’li yılların sonuna doğru subayların iktidara karşı giderek artan tepkileri söz konusudur.
-Bunun sonucunda ordu içinde çeşitli arayışlar ve gruplaşmalar başlar.
-Birbirinden habersiz örgütler ortaya çıkar.
-Siyasi gerginliğin artması, DP iktidarının ABD politikalarından göreceli sapmalar göstermesi de işin tuzu biberi olur.
-ABD artık DP iktidarından desteğini çekmeye başlamıştır.
-İhtilalin yaklaştığı günlerde (29 Nisan 1960), abd’nin o günkü hükümete nasıl baktığını anlatan bir yazı yayınlanır Herald Tribune gazetesinde.
-Yazıda şu ifadeler yer alır; “Türkiye demokrasisinde buhran yaşanıyor. ABD’nin olup bitenleri büüyük bir ilgiyle takip edeceğine şüphe yoktur. Türkiye, Batılı müttefiklerin ayrılmaz bir parçasıdır. Biz Menderes’e ıslah olmasını emredemeyiz.
-Basına tatbik edilen baskının beyhudeliği üzerinde düşünülecek olursa, Menderes’in pek de ikazdan anlamayacak bir adam olduğu görülür.
-ABD’nin duruşu açıktır. Artık Menderes’in üzerini çizmişlerdir.
-1957 yılında yeniden ama oyları düşerek iktidara gelen DP, artan tepkileri önlemek amacıyla daha sert polisiye tedbirler alır.
-En sonunda ordu içinde düşük rütbeli subayların etkin olduğu yapılanma düğmeye basar. (Darbe sonrası kurulacak Milli Birlik Komitesi 38 kişiden oluşur. Bunların sadece beşi generaldir. Diğerleri albay, yarbay, binbaşı ve yüzbaşı rütbesindendir.)
-27 Mayıs 1960 tarihinde muhalefetin de desteklediği bir ihtilal gerçekleşir.
-Bu ihtilale ABD karşı çıkmaz. Bu destek anlamındadır.Zaten cunta içinde milliyetçi tavra sahip subaylar darbeden kısa bir süre sonra tasfiye edilirler. (14’ler olayı)
-27 Mayıs, açıktan olmasa da ABD’nin desteklediği ilk askeri darbedir. Sonuçları itibarıyla toplumsal hayata çok önemli katkılar sağlasa da bu gerçek örtülemez.
-Yönetimde pek çok yanlış uygulamaları söz konusu olsa da başta Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanın (Zorlu ve Polatkan) hukuk dışı bir yargılama sonucu asılması, toplumsal barışın diibine dinamit konulmasına ve halk katmanlarında derin bir öfke birikimine sebep olmuştur.
-Bu öfke yıllar geçtikçe içten içe daha da büyümüş ve toplumsal uzlaşı sağlamanın önünde en büyük engel olmuştur.
-Bu arada 1962 yılında ABD; “barış gönüllüleri” adı altında pek çok ajanı ülkemizin en ücra köşelerine kadar öğretmen süsüyle görevlendirmiş, onlar da kılcal damarlarımızda sosyal genetiğimizin fotoğrafını çekmişlerdir.
-Bu fotoğraf çekme işi 1969 yılına kadar devam etmiştir. Sosyal, kültürel, mezhepsel, tarihi kadlarımız böylece sözde müttefiklerimizin eline geçmiştir.
-Bunun sonucu toplumsal açıdan istismar edilecek bütün hassas yönlerimiz ABD’li ajanlarca tespit edilmiştir.
-Bunları ifade etmekten maksadım, darbelere sırf olduğunuz pencereden değil başka açılardan da bakılmasını sağlamaktır.
-Ayrıca darbe deyince ABD’nin evinin ışığının yanıp yanmadığına göz atmanın önemine de işaret etmek istedim.
-Peki, ABD’nin ışığı olmadan darbe yapmaya kalkanlar ne olur? Bu sorunun cevabıbı da başka bir darbeyi anlatarak verelim.
-1962 yılında KHO Komutanı olan Albay Talat Aydemir, darbe girişiminde bulunur ancak girişim yarım kalır, Aydemir affedilir.
-1963 Harbiyelilerin ve başka birliklerden de azımsanmayacak sayıda subayın katılımıyla bir darbe girişiminde daha bulunur. Ancak yine başarısız olur. Çünkü bu girişimler tamamen uluslararası destekten mahrumdur.
-Talat Aydemir ve Binbaşı Fethi Gürcan idam edilir. Harp Okulundaki bütün Harbiyeliler okuldan atılır. Pek çok subay ağır hapis cezalarına çarptırılır.
-Talata Aydemir’in darbe girişimi bağımsız, tamamen iç dinamiklerle yapılan bir harekettir. ABD’nin evinin ışığının yanıp yanmadığına bakılmamıştır. Sonu hüsranla biter.
-Bir başka girişimi de 1971’de görürüz. ABD’nin evinin ışığının yanıp yanmadığına bakmayan bir grup subay, 9 Mart 1971’de darbe yapmak için hazırlık yapar.
-Bu da tipik bir cunta yapılanmasıdır. Sol bir yapı içermektedir. Artık ordu, sol ve sol olmayan grupların varlığı ile bu anlamda millilik vasfını kaybetmeye ve siyaset batağına çekilmeye başladığı bir dönem girmiştir.
-1968 yılında Deniz Harp Okulu öğrencilerinin yayınladığı bildiri bunun somut göstergesidir.
-Bildiri çok serttir; “Devrim düşmanları hiçbir zaman hayat hakkı bulamayacak.”
-Burada tartıştığımız elbette bildiri içeriğinin doğruluğu yanlışlığı değil, henüz Harp Okulu öğrencisi olan subay adaylarının tamamen siyasi böylesi bir bildiriyi yayınlamalarının doğru olup olmadığıdır. Demokrasinin olgunlaştığ, toplumların çağdaş değerleri benimsediği ülkelerde böyle bir şeyin olması mümkün müdür?
-1971’de ordu içindeki sol grupların desteklediği Faruk Gürler ve Muhsin Batur, bozulan toplumsal düzeni bahane ederek darbe hazırlığına girişir.
-Düğmeye basmak için Mart’ın 9’unda toplantı yaparlar.
-Ancak karşı grup da boş durmamaktadır. Toplantıda konuşulanlar açık edilir.
Sağ grup olrak ifade edebileceğimiz grubun başında ise Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ve Orgeneral Faik Türün vardır. “Sol darbe”, bu grup tarafından önlenir ve 12 Mart’ta Demirel hükümetine muhtıra verilerek istifası sağlanır.
-Sonraları aralarında Cemal Madanoğlu gibi “solcu” olarak değerlendirilen generallerin de olduğu bir grup, darbe arayışı içersinde oldukları gerekçesiyle tutuklanır.
-Pek çok subay emekli edilir. Çeşitli sol örgütlerle ilgili oldukları gerekçesiyle bir kısım subay ise cezaevine atılır.
-Ordu siyaset batağında debelenmektedir. Bu durum ordunun her gün halk nezdinde itibar kaybetmesine sebep olmaktadır.
-Derken Kıbrıs Savaşı çıkar. Bu savaş ile ordunun halk nezdinde itibarı yeniden artar.
-Ancak bu savaşın hemen akabinde, yani 1974’ten sonra ülkede bir cinnet hali başlar. Sanki birileri tarafından düğmeye basılmıştır. Bitmeyen çatışmalar, katliamlar; bölünen şehirler, ilçeler, kasabalar, köyler, hatta evler. Kimse kimseyi dinlememekteherkes birbirini kırmaktadır. Bunun büyük bir kısmına o dönem henüz yeni yetme zamanlarda olan bu satırların sahibi de tanıktır.
-Bu kavganın elbette ordu içinde de yansımaları olur. Özellikle askeri okullarda daha da fazla hissedilen kamplaşmalarbaşlar. Bu kamplaşma 1978 yılına doğru iyice artar. Sonunda ölüm olmasa bile ağır yaralanmalara sebep olacak kavgalara kadar vardırılır iş.
-Sonrası malum, ABD yetkilisinin “bizim çocuklar” dediği generaller idareye el koyar.
-Cezaevleri yüzbinlerle ifade edilen kavganın tarafı gençlerle doldurulur. Siyasi partiler kapatılır. Cezaevlerinde insanlık onuruyla bağdaşmayacak işkenceler yapılır. İnsanlar ülkelerinden soğutulur.
-Askeri okullarda da bir seri tedbir alınır. Pek çok askeri öğrenci siyasi faaliyette bulundukları gerekçesiyle okuldan atılır. Bu satırların sahibi, bu süreci bizzat yaşayanlardandır.
-Sadece bir gruba dokunulmamştır. “İslamcı özellikleri ön plana çıkanlar
-Onlar hiçbir kavganın tarafı olmamışlar,suya sabuna dokunmadantemiz (!) kalabişlmişlerdir.
-Ve onlar, o tarihten itibaren ordu içerisinde giderek güçlenmişlerdir.
-28 Şubat 1997’de gya irtica ile mücadeleyi esas alan bir konsept geliştirilmişti. Yani 12 Eylül’ün İslamcı ceneha dokunulacaktı. Bana göre bu da bir projeydi. Bu konsept kapsamında yürütülen faaliyetler sonucu, İslamcı cenahta antiemperyalist, Batı karşıtı olanlar ordu eliyle sindirilecek; yerine İslamcı görünen, ama Batı güdümlü anlayış hâkim kılınacaktı. Sonuçlara bakınca bu tezin doğruluğu ortadadır.
-Önce halkın oylarını alarak iktidara gelmiş İslamcı bir parti olan Refah Partisi ve onun lideri Necmettin Erbakan’ın baskıyla iktidardan uzaklaşması sağlandı. Bu girişim, baskıyı yapanlar tarafından da “postmodern darbe” olarak adlandırıldı.
-Sonrasında toplumsal anlamda geniş bir kampanya yürütüldü. Yürütülen bu bu kampanyanın etkisinin en fazla görüldüğü kurum TSK idi. Kampanyanın ismi ise “irtica ile mücadele” idi.
-Ancak gerçekten irtica ile mi yoksa samimi dindarlarla mı mücadele edildiğiyle ilgili biz bu dönemi yaşayanların kafasında ciddi soru işaretleri oluşmuştu.
-ABD ile ilişkilerinin çok iyi olduğu bilinen ve Genelkurmay 2. Başkanı olarak görev yapan Çevik Bir yürütüyordu bu kampanyayı.
-kıyafeti, anasının başörtüsü, babasının sakalı üzerinden fişlendiği günlerdi. Sadece muvazzaf askerlerle sınırlı değildi bu durum.
-Mükellef olarak askerlik hizmeti yapmak için kışlalara gelen Mehmetçiklerin anneleri bile başörtülü diye kışlalara alınmayabiliyor, bu yaşananlar dalga dalga kamuoyuna yayılıyor, toplumda ciddi bir sarsıntı ve öfke yaratıyordu.
-Bunu fırsat bilenler, alttan alta çalışıyor, “Ordu dinsizdir” propagandasını haklı gerekçelerle de bezeyerek kirli bir şekilde yürütüyorlardı.
-Amaç hâsıl oldu. Ordu ile halkın arası açıldı. Ordu, bu süreçte (28 Şubat) halk nezdinde ciddi itibar kaybetti. Bunun yansımalarını bizzat yaşıyorduk. Görev yaptığımız yerlerdeki pek çok insan biraz samimi olup bize güvendiğinde ordunun bu tutumunu sorguluyordu. Trvama büyüktü.
-Yukarıdaki satırlarda da temas ettiğim gibi gerçekten irtica ile mi mücadele ediliyordu?
-Aslan! Bunu o zamanda açıkça söyleyen birisi olarak ifade etmeliyim. Kesinlikle gerçek anlamda irtica ile mücadele edilmedi. Zaten günümüzdeki sonuçları da bunu göstermiyor mu?
-Bütün darbe süreçleri bir tasfiyeyi de beraberinde getirmiştir. Bu satırların yazarının yaşadığı 12 Eylül, 28 Şubat darbe dönemleriyle günümüzde yaşananlar birlikte değerlendirildiğinde birkaç ufak tefek olay dışında bir gruba hiç dokunulmamıştır. Şimdilerde adı terör örgütüne çıkan Fethullahçı örgüte. Her darbe onların güçlenmesini sağlamıştır.
-Biliyorum, bu satırı okuyanlar en azından 28 Şubat süreci ile ilgili itiraz edeceklerdir. İddia ediyorum, o süreçte de -istisnalar hariç- , karlı çıkmışlardır.
-O günleri hatırlayanlarımız başta Hürriyet ve Milliyet gazetesi olmak üzere, tirajı yüksek gazetelerde Fethullah Gülen’in Erbakan-Çiller hükümetine yönelik,” Beceremediniz artık çekilin” dediğini ve  devrin kudretlileriyle iiyi geçindiğini; okullarının işletmesini de hemen devlete devredebileceğini belirttiğini biliyoruz.
-Şimdi soralım:Fethullah Gülen cemaatinin o süreçte kapatılan dersanesi, okulu var mı?
-Emniyet teşkilatında ve bürokrasideki yapılanmalarına yönelik söylemlerin haricinde yapılan nedir?
-TSK’da onalara yönelik ne yapılabilmiştir. Kaçının TSK’den ilişiği kesilmiştir. İrtica gerekçesi ile ilişiği kesilenlerin içindeki –varsa- Fethullahçı örgüt mensubu olanların oranı ne kadardır?
-TSK’deki Fethullahçı örgüt yapılanmasının 28 Şubat sürecinden hemen hemen hiç etkilenmediğini tekrar ifade edelim.
-Her fırtınada bırakın darbe yemeyi, güçlenerek çıkmıştır bu yapı. Çünkü sağlam limanları vardır Batı dünyasında.
-Bu hareket, herhangi bir başka İslami harekete benzememektedir.
-Her kabın şeklini alabilen oldukça esnek bir yapıdır Fethullahçı örgüt.
-En son Mavi Marmara gemisine yapılan İsrail saldırısından sonra, Fethullah Gülen’in İsrail’i haklı çıkaran açıklaması hatırlardadır.
İrtica ile mücadele diyerek giyimle, kuşamla, şekille uğraşanların , bu yapı için tehdit unsuru olmaları ve onlarla etkin biçimde mücadele etmeleri mümkün mü?
-Bu örgüte, başta ABD olmak üzere, batılı ülkelerin ciddi desteği söz konusudur. Bu yapılarla mücadele etmek iddiası ile yola çıkanların (28 Şubatçılar) güç aldığı merkez de aynı olduğuna göre tartışılacak bir şey var mı?
-Bu nedenledir ki bu örgüt, en az diğer kurumlardaki kadar güçlü bir şekilde TSK içindeki varlığını sürdürmenin ötesine geçmiş, TSK’da çok etkin bir konuma geçmiştir.
-Bu satırlaın yazıldığı 2015 yılı içersindeki durum böyledir ve vahim ötesidir.

-TSK, bunlar yüzünden öncesinde olduğundan çok daha fazla siyaset batağına saplanmıştır. Bu ağır seeyreden hastalığı tedavi etmek için teşhis önemlidir.  ... ..  Biz teşhis edelim, tedaviyi yapacaklar da bir an önce kolları sıvasınlar. ...
*Ağacın Kurdu / TSK'de Şakirtlerin İşgali mi? – Mustafa Önsel

1 yorum: