Fethullahın Askerleri
15 temmuz 2016 Darbe Girişiminin Şifrelerini açıklayan Kitap 304 sayfa. Eserin
yazarı E. J. Kurmay Albay Mustafa Önsel’in kitabın arka kapağındaki tanıtımı -...
.. Milli ordu bu topraklarda yaşamamızın güvencesidir. Ordu içinde herhangi
başka bir hiyerarşik yapıya bağlılık millilik vasfını yok eder. Buna müsaade
etmek ihanettir....”
*12 Eylül öncesi Harbiye’de yaşanan “Devrimci”, “Ülkücü” ayrışması
nasıldı?
*Harbiye’de hangi devreye “Kızıl Devre” deniyordu?
*Şakirt kime denir?
*”Artık şakirt olmayan o okullara giremez” diyen yüksek rütbeli subay
kimdi?
*Kimler Medine Sözleşmesini henüz imzalamadık, o halde yapılan her şey
mübahtır diyor?
*Harbiye’de korkunç yıllarda (2008-2014) neler yaşandı?
-Şok mangalarında yaşanan
işgenceler...
-İşkence sonucu ölen, intihar
eden, atılan veya ayrılmaya zorlanan harbiyeliler...
-Domuz bağları, dayak ,
hakaret...
*Gay Tayfa iftiralarıyla başlayan süreç ve Deniz Kuvvetlerine yapılan
saldırılar nasıl gelişti?
*Hava Kuvvetleri İstihbarat Başkanlığı sorgu odasından çıkan bir subay
neden intihar etti?
*GATA’da Fethullahçı yapılanmanın boyutları nedir?
*Askeri Yargıda neler oluyor?
*Fethullahçı örgüt niçin askeri yargı ve tıbbiyeyi ele geçirmek istiyor?
*Genelkurmay Erdoğan’a darbe yapar mı?
*Necdet Özel casusluktan yargılanır mı?
Ve daha birçok soru ve cevabı...
Gerçeklerle yüzleşmeye hazır mısınız? ....
Yazarın eserini tamamladığı tarih 30 Aralık 2015. Diğer bir ifadeyle 15 Temmuz darbesine daha altı aydan fazla bir zaman var...
diyor.
Yazarın eserini tamamladığı tarih 30 Aralık 2015. Diğer bir ifadeyle 15 Temmuz darbesine daha altı aydan fazla bir zaman var...
diyor.
Sunuş” yazısından kısa alıntılarla başlamak gerekirse:
-... .. 17-25 Aralık 2013’de düğmeye bastılar. Yukarıda da belirttiğim
gibi amaç salt hükümeti devirmek değil devleti de ele geçirmekti. ... ..
Burada anlatılanlarla ordunun nasıl bir ayrışmaya, siyaset batağına
çakilmeye ve milli olmaktan çıkartılmaya çalışıldığını da ortaya koyarken aynı
zamanda tehlikenin büyüklüğüne de dikkat çekmeye çalışacağım.
Başlarken
-... .. ABD eksenli uluslararası boyutun
yanı sıra yerli aktörlerin rolüne de değinmiştim.
-Bu yerli aktörlerin en önemlisi,
kısaca Cemaat denilen, Fethullah Gülen isimli emekli bir vaizin önderliğinde
faaliyet gösteren ve bütün dünyada yaygın örgütlülüğe sahip bir oluşumdu.
-Söz konusu yapı; öncesinde hükümetten aldığı siyasi destekle, devlet
mekanizması içerisindeki etkinliğini alabildiğine artırmış ve kolaylıkla
tasfiye edilemeyecek, sökülüp atılamayacak bir güç haline gelmişti.Artık her
türlü kumpası yapabilen, özellikle emniyet ve yargı içerisindeki elemenları
vasıtasıyla hiçbir kural tanımadan alabildiğine büyüyen bir canavara
dönüşmüştü.
-Öyle bir güce ulaşmıştı ki iktidara geldiklerinden beri onlardan siyasi
destekelrini hiç esirgemeyen daha sonra da bu desteği, “Ne sitediler de
vermedik?” diyerek açıklayan hükümete, özellikle de o günkü Başbakan Recep
Tayip Erdoğan’a bile saldırmakta beis görmemişlerdi.
-Bugün ise sözkonusu yapı; Milli Güvenlik Kurulunda alınan
kararla Milli Güvenlik Strateji Belgesi’ne tehdit olarak girmiştir. Kabul etmek
gerekir ki bu, gecikmiş ama önemli ve doğru bir gelişmedir.
-Bazıları bu söylediklerime ve Erdoğan noktasında, şu şekilde
itiraz edebilir: “Ama efendim, ortada bir yolsuzluk var, onu ortaya
çıkarmasalar mıydı?”
-Özünde doğru olan bir sorudur bu. Ancak hormonlu, GDO’lu
korkunç bir yaratığa dönüşmüş bu yapının, yıllara sari olarak devam eden
yolsuzluklardan bugüne kadar hiç haberi yok muydu?
Giriş
Başlarken
-Ordu, tarih sahnesine çıkmış bütün toplumlar için en önemli
unsurların başında gelir..
-Türk tarihi incelendiğinde, Türk toplumunda ordunun bütün
toplumların ötesinde bir öneme sahip
olduğunu görebiliriz. Bu nedenle de Türk toplumuna “ordu millet” veya “asker
millet” denir. ... ..
-Tarihte genellikle göçer toplum olarak yaşayan bu anlamda
yaşamak için her daim mücadele etmeye, savaşmaya hazır olmak zorunda kalan Türk
halkları, savaşçılarına ayrı bir önem vermişlerdir.
Geçmiş zamanlardaki Ttürk devletlerinde ülkeyi yönetenle,
yani siyasi otoriteyle savaşçıları yöneten otoritenin aynı kişi olduğu
görülmektedir.Yani yönetsel erk ile askeri erk tek elde toplanmıştır.
-Dolayısı o dönemlerde asker-siyaset ilişkileri birbirinden
hiç bir şekilde ayırt edilemez. Bu durum, Türklerin son dönem kurdukları
Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş ve yükseliş zamanlarında da net olarak
karşımıza çıkar.
-Padişah aynı zamanda ordunun da komutanıdır. Ama bu sembolik
değildir. Padişah ordunun başında sefere katılmaktadır.
-Sefere çıkan son padişah yükselme deverinin de son padişahı
Kanuni Sultan Süleyman’dır. Kendinden sonra tahta geçen Sarı Selim ise ordunun
başında sefere çıkmamaya başlamıştır. Bu tarih aynı zamanda duraklama döneminin
başlangıç tarihidir.
-Bu anlamda o zamanlar için bugünkü gibi bir asker-siyaset
ilişkisinden bahsetmek mümkün değildir.
-Bugünkü anlamıyla asker-siyaset ilişkisi Osmanlının gerileme
dönemine denk gelmektedir. Artık hakanlar –yani padişahlar- bırakın ordunun
başında savaşlara katılmayı, sarayından bile dışarı çıkmamaktadır. Ordunun
başında çoğunlukla sadrazam, nadiren de onun seçtiği bir komutan sefere
katılmaktadır.
-Son dönemde artık sadrazamlar da ordunun başında savaşa
gitmemeye başlamışlardır.
-Tabi ordunun başında savaşa bizzat iştirak etmemek giderek
padişahların etkisini azaltmış, savaşta askerlerin başında komutanlık yapanların
ise gücünün artmasına neden olmuştur.
-Bu durum özellikle yıkılış döneminin sonunda, pek çok
kalkışmaya, -hatta bugünkü yaygın kullanımı ile- darbeye neden olmuştur.
-Çünkü ordusunun başında olmayan padişah giderek
saygınlığını, dolayısıyla da gücünü kaybemiş, savaş meydanlarında cenk eden
padişahlar yerlerini sarayda “raks eden” , oradan dışarı çıkmayan padişahlara
bırakmıştır.
-Bunun doğal sonucu olarak da orduya hükmedenler güç
kazanmıştır. Onlar güç kazandıkça da sarayı etkilemeye daha da ötesi işi
istemedikleri padişahı tahttan indirmeye kadar vardırmışlardır.
-Bu anlamda önceki tarihlerde çoğunlukla haklarını alma
noktasında kalkışmada bulunan Yeniçeri İsyanlarını saymazsak ilk darbe, 1876
yılında gerçekleşir.
-Aralarında Hüseyin Avni Paşa, Süleyman Paşa, Mithat Paşa ve
Kayserili Ahmet Paşa’nın olduğu bir grup paşa, Sultan Abdülaziz’e darbe yaparak
tahttan indirirler ve yerine meşrutiyeti getireceğine söz veren 2’nci
Abdülhamit’i getirirler.
-Artık siyaset-asker ilişkisinin farklı biçimde alabildiğince
öne çıktığı bir döneme girilmiştir. Ancak darbelerin Osmanlı Devleti’ne hiçbir
faydası olmaz. Toprak kaybı önlenemez. Fakat ordunun siyasetle olan ilişkisi
giderek artar. Özellikle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin etkin olmasıyla bu
ilişki zirve yapar.
-İttihat ve Terakki’nin partileşip iktidar odağı haline
gelmesiyle ordu içerisinde yoğun bir siyasi faaliyet yürütülmeye başlanır. Gaye
elbette samimidir. Ancak ordu siyasete battıkça ve yönetime müdahale etmek istedikçe
ülke daha da kötüye gider.
-20’nci yüzyılın başında toprak kayıpları had safhaya ulaşır,
İtilafçı-İttihatçı ayırımı orduyu iyice yıpratır. Çünkü bu bölünme, askerliğin
olmazsa olmazı olan iteati, sadakati dolayısıyla disiplini yerle bir eder.
-Politize olmuş bir ordunun disiplinsizlikleri sonucu, en az
450 yıl önce “Türkiyeleştirilmiş” ve en az Anadolu kadar Türk toprağı olan
Balkanlar, çok kısa sürede terk edilir.
-Orada, 20’nci yüzyılın başında Anadolu’da yaşayan Türk nüfusunun
yarısından fazla Türk yaşamaktadır. Bu halk kaderine terk edilir. Ve belki de
tarihin en büyük soykırımı Başkanlar’da gerçekleşir.
-Balkan Savaşları ve sonrasında, tarihçi Justin McCharty’nin “Ölüm
ve Sürgün” kitabında açıkladığı sayılara göre öldürülen Türk sayısı 4,5 milyon
civarındadır.Anadolu’nun nüfusu o zamanlar için 10 milyondan biraz fazla
olduğunu düşünürsek rakamın büüyüklüğü ve vahameti daha da fazla ortaya çıkar.
-Kaçabilenler açlık ve sefalet içinde Anadolu’ya sığınır ve
büyük bir vatan kaybedilir. Tarihte hiç bir ulus, bu kadar kısa sürede vatanını
kaybetmemiştir.Ama siyaset virüsünün girdiği ordunun savaşma yeteneğini
kaybetmesi böylesi vahim bir sonucu doğurmuştur.
-Elbette “Balkan Bozgunu”nun başka sebepleri de vardır. Ancak
en büyük sebebi siyaset batağına batmış ordudur.
-Sonrasını hepimiz biliyoruz. Anadolu’yu da kaybetmek
üzereyken bir bilge önder çıkar ve hem milleti hem orduyu toparlar. Anadolu
topraklarının Türk yurdu olarak devam etmesini sağlar: Bu bilge önder Atatürk’ten
başkası değildir.
-Ordunun siyasete bulaşmasının bir milletin başına ne belalar
açabileceğinin yakın tanığı olan Atatürk, ordunun siyasete karışmaması adına
tedbi,rler alır ve ordu tamamen siyasetin dışına çıkartılır. Bu anlamda
siyaset-asker ayrımı netleştirilir.
-Ancak yeni kurulan sistemin yeterince ayaklarının üzerinde
duramaması ve sivil otoritenin yüzlerce yılın alışkanlıklarıyla sisteme
saldıranlara karşı kendini yeterince koruyamayacak durumda olması sebebiyle
Atatürk, ordunun yeni kurulan sisteme sadakatini, gerektiğinde onu korumasını
esas alır. Ordu bu anlamda sadece dışarıya karşı değil bu anlamda içeriye karşı
da etkindir.
-Bunun en büyük sebebi daha bebeklik dönemindeki cumhuriyet
rejimini, radikal dinci grupların, yıkıcı ve bölücü unsurların saldırılarına
karşı korumaktır.
Ne kadar haklı olduğunu bu grupların çıkarttığı isyanlardan
anlıyoruz ki bu isyanlar, Atatürk vefat edinceye kadar devam eder.
-Atatürk’ün vefatından sonra ABD’nin Türkiye’ye olan ilgisi,
artar.
-Bu ilgi çok partili seçimlerin yapıldığı 1950 sonrası DP
iktidarı zamanında zirve yapar. Ve 1952 yılında NATO’ya üye olunur.
-O tarihten sonra TSK’de gözle görülür bir ABD etkisi başlar. Hibe ABD silahları, eğitim
vermek için Türkiye’ye gelen ABD askerleri, eğitim için ABD’ye gönderilen Türk
subayları derken askeri anlamda iyice ABD’nin etkisine girilir.
-Mevcut hükümetin uyguladığı ekonomik politikalar, yeni bir
zengin sınıfı yaratır.
-Bu yeni zengin sınıf, aralarında askerlerin de olduğu
katmanlara tepeden bakmaya başlar. O güne kadar toplumda hep saygınlık gören
askerler, saygınlığın ötesinde ekonomik olarak da oldukça zayıflar. Subaylara
“gazozcu” (Subaylar ekonomik
olarak o kadar kötü durumdadırlar ki bir yere gittiklerinde fazla bir şey yiyip
içmemekte, nispeten daha ucuz olan gazozla idare etmektedirler)
denilen bir sürece girilmiştir.
-1950’li yılların sonuna doğru subayların iktidara karşı
giderek artan tepkileri söz konusudur.
-Bunun sonucunda ordu içinde çeşitli arayışlar ve
gruplaşmalar başlar.
-Birbirinden habersiz örgütler ortaya çıkar.
-Siyasi gerginliğin artması, DP iktidarının ABD
politikalarından göreceli sapmalar göstermesi de işin tuzu biberi olur.
-ABD artık DP iktidarından desteğini çekmeye başlamıştır.
-İhtilalin yaklaştığı günlerde (29 Nisan 1960), abd’nin o
günkü hükümete nasıl baktığını anlatan bir yazı yayınlanır Herald Tribune
gazetesinde.
-Yazıda şu ifadeler yer alır; “Türkiye demokrasisinde buhran
yaşanıyor. ABD’nin olup bitenleri büüyük bir ilgiyle takip edeceğine şüphe
yoktur. Türkiye, Batılı müttefiklerin ayrılmaz bir parçasıdır. Biz Menderes’e
ıslah olmasını emredemeyiz.
-Basına tatbik edilen baskının beyhudeliği üzerinde
düşünülecek olursa, Menderes’in pek de ikazdan anlamayacak bir adam olduğu
görülür.
-ABD’nin duruşu açıktır. Artık Menderes’in üzerini
çizmişlerdir.
-1957 yılında yeniden ama oyları düşerek iktidara gelen DP,
artan tepkileri önlemek amacıyla daha sert polisiye tedbirler alır.
-En sonunda ordu içinde düşük rütbeli subayların etkin olduğu
yapılanma düğmeye basar. (Darbe
sonrası kurulacak Milli Birlik Komitesi 38 kişiden oluşur. Bunların sadece beşi
generaldir. Diğerleri albay, yarbay, binbaşı ve yüzbaşı rütbesindendir.)
-27 Mayıs 1960 tarihinde muhalefetin de desteklediği bir
ihtilal gerçekleşir.
-Bu ihtilale ABD karşı çıkmaz. Bu destek anlamındadır.Zaten
cunta içinde milliyetçi tavra sahip subaylar darbeden kısa bir süre sonra
tasfiye edilirler. (14’ler olayı)
-27 Mayıs, açıktan olmasa da ABD’nin desteklediği ilk askeri
darbedir. Sonuçları itibarıyla toplumsal hayata çok önemli katkılar sağlasa da
bu gerçek örtülemez.
-Yönetimde pek çok yanlış uygulamaları söz konusu olsa da
başta Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanın (Zorlu ve Polatkan) hukuk dışı bir
yargılama sonucu asılması, toplumsal barışın diibine dinamit konulmasına ve
halk katmanlarında derin bir öfke birikimine sebep olmuştur.
-Bu öfke yıllar geçtikçe içten içe daha da büyümüş ve
toplumsal uzlaşı sağlamanın önünde en büyük engel olmuştur.
-Bu arada 1962 yılında ABD; “barış gönüllüleri” adı altında
pek çok ajanı ülkemizin en ücra köşelerine kadar öğretmen süsüyle
görevlendirmiş, onlar da kılcal damarlarımızda sosyal genetiğimizin fotoğrafını
çekmişlerdir.
-Bu fotoğraf çekme işi 1969 yılına kadar devam etmiştir.
Sosyal, kültürel, mezhepsel, tarihi kadlarımız böylece sözde müttefiklerimizin
eline geçmiştir.
-Bunun sonucu toplumsal açıdan istismar edilecek bütün hassas
yönlerimiz ABD’li ajanlarca tespit edilmiştir.
-Bunları ifade etmekten maksadım, darbelere sırf olduğunuz
pencereden değil başka açılardan da bakılmasını sağlamaktır.
-Ayrıca darbe deyince ABD’nin evinin ışığının yanıp
yanmadığına göz atmanın önemine de işaret etmek istedim.
-Peki, ABD’nin ışığı olmadan darbe yapmaya kalkanlar ne olur?
Bu sorunun cevabıbı da başka bir darbeyi anlatarak verelim.
-1962 yılında KHO Komutanı olan Albay Talat Aydemir, darbe
girişiminde bulunur ancak girişim yarım kalır, Aydemir affedilir.
-1963 Harbiyelilerin ve başka birliklerden de azımsanmayacak
sayıda subayın katılımıyla bir darbe girişiminde daha bulunur. Ancak yine
başarısız olur. Çünkü bu girişimler tamamen uluslararası destekten mahrumdur.
-Talat Aydemir ve Binbaşı Fethi Gürcan idam edilir. Harp
Okulundaki bütün Harbiyeliler okuldan atılır. Pek çok subay ağır hapis
cezalarına çarptırılır.
-Talata Aydemir’in darbe girişimi bağımsız, tamamen iç
dinamiklerle yapılan bir harekettir. ABD’nin evinin ışığının yanıp yanmadığına
bakılmamıştır. Sonu hüsranla biter.
-Bir başka girişimi de 1971’de görürüz. ABD’nin evinin
ışığının yanıp yanmadığına bakmayan bir grup subay, 9 Mart 1971’de darbe yapmak
için hazırlık yapar.
-Bu da tipik bir cunta yapılanmasıdır. Sol bir yapı
içermektedir. Artık ordu, sol ve sol olmayan grupların varlığı ile bu anlamda
millilik vasfını kaybetmeye ve siyaset batağına çekilmeye başladığı bir dönem
girmiştir.
-1968 yılında Deniz Harp Okulu öğrencilerinin yayınladığı
bildiri bunun somut göstergesidir.
-Bildiri çok serttir; “Devrim düşmanları hiçbir zaman hayat
hakkı bulamayacak.”
-Burada tartıştığımız elbette bildiri içeriğinin doğruluğu
yanlışlığı değil, henüz Harp Okulu öğrencisi olan subay adaylarının tamamen
siyasi böylesi bir bildiriyi yayınlamalarının doğru olup olmadığıdır.
Demokrasinin olgunlaştığ, toplumların çağdaş değerleri benimsediği ülkelerde
böyle bir şeyin olması mümkün müdür?
-1971’de ordu içindeki sol grupların desteklediği Faruk
Gürler ve Muhsin Batur, bozulan toplumsal düzeni bahane ederek darbe
hazırlığına girişir.
-Düğmeye basmak için Mart’ın 9’unda toplantı yaparlar.
-Ancak karşı grup da boş durmamaktadır. Toplantıda
konuşulanlar açık edilir.
Sağ grup olrak ifade edebileceğimiz grubun başında ise
Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ve Orgeneral Faik Türün vardır. “Sol darbe”,
bu grup tarafından önlenir ve 12 Mart’ta Demirel hükümetine muhtıra verilerek
istifası sağlanır.
-Sonraları aralarında Cemal Madanoğlu gibi “solcu” olarak
değerlendirilen generallerin de olduğu bir grup, darbe arayışı içersinde
oldukları gerekçesiyle tutuklanır.
-Pek çok subay emekli edilir. Çeşitli sol örgütlerle ilgili
oldukları gerekçesiyle bir kısım subay ise cezaevine atılır.
-Ordu siyaset batağında debelenmektedir. Bu durum ordunun her
gün halk nezdinde itibar kaybetmesine sebep olmaktadır.
-Derken Kıbrıs Savaşı çıkar. Bu savaş ile ordunun halk
nezdinde itibarı yeniden artar.
-Ancak bu savaşın hemen akabinde, yani 1974’ten sonra ülkede
bir cinnet hali başlar. Sanki birileri tarafından düğmeye basılmıştır. Bitmeyen
çatışmalar, katliamlar; bölünen şehirler, ilçeler, kasabalar, köyler, hatta
evler. Kimse kimseyi dinlememekteherkes birbirini kırmaktadır. Bunun büyük bir
kısmına o dönem henüz yeni yetme zamanlarda olan bu satırların sahibi de
tanıktır.
-Bu kavganın elbette ordu içinde de yansımaları olur.
Özellikle askeri okullarda daha da fazla hissedilen kamplaşmalarbaşlar. Bu
kamplaşma 1978 yılına doğru iyice artar. Sonunda ölüm olmasa bile ağır
yaralanmalara sebep olacak kavgalara kadar vardırılır iş.
-Sonrası malum, ABD yetkilisinin “bizim çocuklar” dediği
generaller idareye el koyar.
-Cezaevleri yüzbinlerle ifade edilen kavganın tarafı
gençlerle doldurulur. Siyasi partiler kapatılır. Cezaevlerinde insanlık
onuruyla bağdaşmayacak işkenceler yapılır. İnsanlar ülkelerinden soğutulur.
-Askeri okullarda da bir seri tedbir alınır. Pek çok askeri
öğrenci siyasi faaliyette bulundukları gerekçesiyle okuldan atılır. Bu
satırların sahibi, bu süreci bizzat yaşayanlardandır.
-Sadece bir gruba dokunulmamştır. “İslamcı özellikleri ön plana çıkanlar”
-Onlar hiçbir kavganın tarafı olmamışlar,suya sabuna dokunmadantemiz
(!) kalabişlmişlerdir.
-Ve onlar, o tarihten itibaren ordu içerisinde giderek
güçlenmişlerdir.
-28 Şubat 1997’de gya irtica ile mücadeleyi esas alan bir
konsept geliştirilmişti. Yani 12 Eylül’ün İslamcı ceneha dokunulacaktı. Bana
göre bu da bir projeydi. Bu konsept kapsamında yürütülen faaliyetler sonucu, İslamcı cenahta antiemperyalist, Batı
karşıtı olanlar ordu eliyle sindirilecek; yerine İslamcı görünen, ama Batı
güdümlü anlayış hâkim kılınacaktı. Sonuçlara bakınca bu tezin doğruluğu
ortadadır.
-Önce halkın oylarını alarak iktidara gelmiş İslamcı bir
parti olan Refah Partisi ve onun lideri Necmettin Erbakan’ın baskıyla
iktidardan uzaklaşması sağlandı. Bu girişim, baskıyı yapanlar tarafından da “postmodern darbe” olarak adlandırıldı.
-Sonrasında toplumsal anlamda geniş bir kampanya yürütüldü.
Yürütülen bu bu kampanyanın etkisinin en fazla görüldüğü kurum TSK idi.
Kampanyanın ismi ise “irtica ile mücadele”
idi.
-Ancak gerçekten irtica ile mi yoksa samimi dindarlarla mı
mücadele edildiğiyle ilgili biz bu dönemi yaşayanların kafasında ciddi soru
işaretleri oluşmuştu.
-ABD ile ilişkilerinin çok iyi olduğu bilinen ve Genelkurmay
2. Başkanı olarak görev yapan Çevik Bir yürütüyordu bu kampanyayı.
-kıyafeti, anasının başörtüsü, babasının sakalı üzerinden
fişlendiği günlerdi. Sadece muvazzaf askerlerle sınırlı değildi bu durum.
-Mükellef olarak askerlik hizmeti yapmak için kışlalara gelen
Mehmetçiklerin anneleri bile başörtülü diye kışlalara alınmayabiliyor, bu
yaşananlar dalga dalga kamuoyuna yayılıyor, toplumda ciddi bir sarsıntı ve öfke
yaratıyordu.
-Bunu fırsat bilenler,
alttan alta çalışıyor, “Ordu dinsizdir”
propagandasını haklı gerekçelerle de bezeyerek kirli bir şekilde yürütüyorlardı.
-Amaç hâsıl oldu. Ordu ile halkın arası açıldı. Ordu, bu
süreçte (28 Şubat) halk nezdinde ciddi itibar kaybetti. Bunun yansımalarını
bizzat yaşıyorduk. Görev yaptığımız yerlerdeki pek çok insan biraz samimi olup
bize güvendiğinde ordunun bu tutumunu sorguluyordu. Trvama büyüktü.
-Yukarıdaki satırlarda da temas ettiğim gibi gerçekten irtica
ile mi mücadele ediliyordu?
-Aslan! Bunu o zamanda açıkça söyleyen birisi olarak ifade
etmeliyim. Kesinlikle gerçek anlamda irtica ile mücadele edilmedi. Zaten
günümüzdeki sonuçları da bunu göstermiyor mu?
-Bütün darbe süreçleri bir tasfiyeyi de beraberinde
getirmiştir. Bu satırların yazarının yaşadığı 12 Eylül, 28 Şubat darbe dönemleriyle
günümüzde yaşananlar birlikte değerlendirildiğinde birkaç ufak tefek olay
dışında bir gruba hiç dokunulmamıştır. Şimdilerde adı terör örgütüne çıkan Fethullahçı
örgüte. Her darbe onların güçlenmesini sağlamıştır.
-Biliyorum, bu satırı okuyanlar en azından 28 Şubat süreci
ile ilgili itiraz edeceklerdir. İddia ediyorum, o süreçte de -istisnalar hariç-
, karlı çıkmışlardır.
-O günleri hatırlayanlarımız başta Hürriyet ve Milliyet
gazetesi olmak üzere, tirajı yüksek gazetelerde Fethullah Gülen’in Erbakan-Çiller
hükümetine yönelik,” Beceremediniz artık
çekilin” dediğini ve devrin
kudretlileriyle iiyi geçindiğini; okullarının işletmesini de hemen devlete
devredebileceğini belirttiğini biliyoruz.
-Şimdi soralım:Fethullah Gülen cemaatinin o süreçte kapatılan
dersanesi, okulu var mı?
-Emniyet teşkilatında ve bürokrasideki yapılanmalarına
yönelik söylemlerin haricinde yapılan nedir?
-TSK’da onalara yönelik ne yapılabilmiştir. Kaçının TSK’den
ilişiği kesilmiştir. İrtica gerekçesi ile ilişiği kesilenlerin içindeki –varsa-
Fethullahçı örgüt mensubu olanların oranı ne kadardır?
-TSK’deki Fethullahçı örgüt yapılanmasının 28 Şubat
sürecinden hemen hemen hiç etkilenmediğini tekrar ifade edelim.
-Her fırtınada bırakın
darbe yemeyi, güçlenerek çıkmıştır bu yapı. Çünkü sağlam limanları vardır Batı
dünyasında.
-Bu hareket, herhangi bir başka İslami harekete
benzememektedir.
-Her kabın şeklini alabilen oldukça esnek bir yapıdır
Fethullahçı örgüt.
-En son Mavi Marmara gemisine yapılan İsrail saldırısından
sonra, Fethullah Gülen’in İsrail’i haklı çıkaran açıklaması hatırlardadır.
İrtica ile mücadele diyerek giyimle, kuşamla, şekille
uğraşanların , bu yapı için tehdit unsuru olmaları ve onlarla etkin biçimde mücadele
etmeleri mümkün mü?
-Bu örgüte, başta ABD olmak üzere, batılı ülkelerin ciddi
desteği söz konusudur. Bu yapılarla mücadele etmek iddiası ile yola çıkanların
(28 Şubatçılar) güç aldığı merkez de aynı olduğuna göre tartışılacak bir şey
var mı?
-Bu nedenledir ki bu örgüt, en az diğer kurumlardaki kadar
güçlü bir şekilde TSK içindeki varlığını sürdürmenin ötesine geçmiş, TSK’da çok
etkin bir konuma geçmiştir.
-Bu satırlaın yazıldığı 2015 yılı içersindeki durum böyledir
ve vahim ötesidir.
-TSK, bunlar yüzünden öncesinde olduğundan çok daha fazla
siyaset batağına saplanmıştır. Bu ağır seeyreden hastalığı tedavi etmek için
teşhis önemlidir. ... .. Biz teşhis edelim, tedaviyi yapacaklar da bir
an önce kolları sıvasınlar. ...
*Ağacın Kurdu / TSK'de Şakirtlerin İşgali mi? – Mustafa Önsel
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil