30 Ocak 2017 Pazartesi

Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi *

-“Türkiye, öteki geri kalmış ülkelerle kıyaslanmayacak kadar köklü bir kültüre, tarihe ve devlet geleneğine sahiptir; stratejik öneminden folklor çeşitliliğine uzanan ayrıcalıklar, bölgesel bir liderliğin potansiyel gücü, kalkınmanın insan ve kaynak şeklindeki hammaddeleri vardır.
-Ve bütün bu özelliklerine, 200 yıllık çabalarına rağmen Türkiye, geri kalmışlığı aşamamış bir ülkedir.
-Temeldeki bozukluğun, 600 yıllık tarihin ve günümüzdeki genel durumun incelenmesi sonucunda ortaya şöyle bir gerçek çıkmaktadır. Türkiye’nin asıl meselesi kalkınmayı sağlayacak birikimlerin yokluğu deeğil, yanlış yönde ve biçimde, kalkınmaya önder olmayacak sınıf ve zümrelerin önderliğinde kullanılmış olmasıdır. Birikimleri harekete geçirecek dinamiklerin yeterli olmayışıdır...
-Türkiye’de bin yıllık bir kültürün süzgecinden geçmiş insan birikimi de vardır, hatta sermaye de. Mesele bunların yanlış kullanılmasından veya hiç kullanılmamasından doğuyor. Yani un da vardır, yağ da vardır, şeker de. Ancak helvanın yapılması için uygulanan tarif hatalıdır...” vurgusu yapılıyor kitabın arka kapak tanıtımında.
-Kitabın ilk sayfalarında toplumların gelişimine ve “geri kalmışlık” kavramına yer verilerek Ali Halil Gevgilili’nin “Atatürkçü Dış Politika ve NATO ve Türkiye” adlı eserinden aşağıda yer alan alıntıya dikkat çekilerek Osmanlı döneminden günümüze kadar olan süreç geri kalmışlığımızın nedenleri inceleniyor.
“Tarih boşuna yaşanmış bir deney değildir. Dünden gelen bugünkü toplumumuzun kendi doğrultusu içinde yarına gidecektir. Tarihin verdiği engin ders, hızını ancak kendisinden alan eylemlerin bugün ve yarın içinde başarıya ulaştığıdır. Dünün  araştırılması, bir yerden sonra, bugünün ve yarının araştırılması demektir.”
-Kitaptan kısa alıntıları paylaşalım:
Geri kalmışlığın evrensel mekanizması
Eski Denge’yi yıkan darbeler
İleri Osmalı toplumu
-Osmanlı toplumu belirli bir dönemin en ileri, en medeni , en insancıl devletini kurmuştur. Osmanlı yönetimi İslam kültürüyle Türklerin devlet kurma alışkanlık ve yeteneklerini birleştirmiş, Kuran’a dayanan kurumlarla kavramları çok
akılcı bir şekilde yorumlayarak kendi gerçekleriyle bağdaştırmış, çağının en güçlü devletini meydana getirmiştir. ... ..
-Türkiye’nin ve geri kalmışlığının açıklanmasında hayati önemi olan Osmanlılık dönemi yeterince bilinmemektedir. Osmanlı İmparatorluğu hâlâ kılıcının gücünden ötürü yükselmiş (yükselmek okul kitaplarında çok yer fethetmiş anlamaında kullanılıyor) , padişahların kötülüğü, kadına düşkünlüğü yüzünden gerilemiş olarak tanıtılmaktadır. Gerileyen toplumu yabancıların insafına terk eden Tanzimat ve Islahat Fermanları gibi davranışlar ise çoklukla göklere çıkarılmaktadır:
-Tarihin bu yanlış ve belki de maksatlı sunuluşu birkaç nedene bağlanabilir: Cumhuriyetin ilk dönemimde geriye dönüş eğilimlerini kırmak için alınmış tedbirleri yanlış yorumlayan kimi işgüzarlar bütün bir Osmalı tarihini kötü göstermek çabasına düşmüş, tarihe eğilen herkesi geriiciikle suçlamışlardır. Daha sonraları ise topluma kabul ettirilmiş bazı kavram ve kurumların  ne denli uygunsuz olduğunu tarihin ispatlaması, tarihin, yanlış öğretilmesine, yüzeyde kalınmasına, bilgisizliğe yol açmıştı. 1940’ların faşist eğilimleri de bir çeşit dehşet hjavası yaratarak tarihçiyi ve hür düşünceyi baskı altında tutmuş, tarihi sınıfsal ve ekonomik açıdan incelemeye imkan vermemiş, koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nun bize iletebileceği dersi”’kılıcı kuvvetli olduğu için kazandı’yla sınırlamıştır.
-Oysa ‘neden’ kuvvetli olduğu ve ‘nasıl’ zayıfladığı anlatılmamıştır.
-Tarihin özüne eğilen az sayıdaki bilim adamı son derece önemli araştırmalar yapmışlardır. Ancak ortam onları kösteklemiş, sentez ve sonuca varmalarını güçleştirmiştir. Fakat şunu hemen ekleyelim ki, eğer bu bilim adamlarının çalışmaları olmasaydı, bugün tarih üzerine söz söylemenin, hatta Türkiye’nin geri kalmışlığını incelemenin imkânı bulunmayacaktı.
-Geri kalmışlık sorununa eğilinmesi , belirtilerle sınırlı kalmayıp nedenlere inen bir dinamik metotla mümkündür ki, bu araştırma ancak toplumun tarihsel gelişimi içinde yapılabilir. Osmanlı dönemine genişce bir yer ayırmamızın ilk nedeni , geri kalmışlığımızın bu  uzun tarih içinde oluşmasıdır. Günümüz Türkiyesi’nin dün bilinmeksizin açıklanamayışıdır. Günümüzdeki dar boğazları yaratan etkenlerin dün toplumu çökertenlere çoklukla benzemesi, onların bir çeşit uzantısı olmasıdır.
-Türkiye Osmanlı toplumunun bir devamı, son varılan aşamasıdır. Türkiye insanındaki temel eğilimler, tutkular ve dünya görüşü bu uzun tarih dönemimde oluşmuş; bozularak, değişerek ya da benliğini koruyarak süregelmiştir. Hem Türk toplumu hem de Türk insanı Osmanlılığın izlerini hâlâ ve her şeye rağmen taşımaktadır. Bu gerçek göz önünde tutulduğunda, günümüzün  Türkiye’sini doğru değerlendirmenin geçmişten başlamayı gerektirdiği, ileriye dönük yöntemleri araştırmak için tarihin bize önemli ipuçları vereceği söylenebilir.
-Osmanlı toplumunun çağın öncü uygarlığını meydana getirdiği dönem incelenirken, ileriliğin nedenlerini araştıracağız. Çağın ve toplumun ekonomik koşullarıyla Osmanlı düzeni arasındaki uyumun nasıl sağlandığını, düzenin tutarlılığını ve ileriliğini yaratan temel etkenleri, yüksek düzeydeki dengelerin mihrak noktalarını belirtmeye çalışacağız. Bu amaçla, önce dönemin en öenmli aracı olan toprağın Osmanlı dönemindeki yerini göreceğiz. Sonra, imparatorluğun mülki yönetiminde ve gelişmesinde büyük payı olan ordunun toprak düzeniyle nasıl bir uyum yarattığı incelenecek. Bunu izleyen bölümlerde ekonomik ve siyasal koşullarla devletin uyumu; devletin görevleriyle yapısı ve felsefesi arasındaki denge; ekonomik koşullarla insan ve dünya görüşünün bütünleşmesi ele alınacak.
İleri Osmanlı düzeni
Toprak düzeni ve ordu
Ekonomik düzenle devletin uyumu
Devlet mülkiyetine dayanan bir denge
Geri kalmışlığın oluşması
Dengenin hassas noktaları
Osmanlı dengesini sarsan darbeler
Toprak mülkiyeti rejiminin bozulması
Devletin para ihtiyacı
Toprak zenginlere sunuluyor
Toprak düzeniyle beraber ordu da çöküyor
Tımarlı sipahiler tarih sahnesinden çekiliyor
Ordunun yeni temeli profesyonel askerler
Kapıkulu ocağının önem kazanması
Yeniçeri ocağının bozulması
Profesyonelliğin yol açtığı yıkıcı gelişmeler
Sosyal ve ekonomik yapı çöküyor
Celali isyanları
Beylerin, ağaların oluşması
Devlet yönetimindeki yozlaşma
-... ..I. Ahmed ünlü Adalaletnamesi’nde (1604) rüşvetin devletin alt kademelerine kadar yayılmasından söz etmekte, özellikle kadrolardan yakınmaktadır. ... ..
-Memurlardaki, devlet adamlarındaki yozlaşmaya paralel olarak ilmiye zümresinin üst kademeleri ve eğitim sistemi de gerilemektedir. Ulemanın başı durumunda oaln ve günümüzün adalet, eğitim bakanıve diyanet işleri başkanı niteliklerini kendinde toplayan Şeyh-ül İslam, III. Murat dönemi,nden itibaren adi bir memur gibi azledilmeye başlamıştır. ... ..
-Ulemanın yozlaşması bütün eğitim düzenine yansımaktaydı. İmparatorluğun kuruluş ve gelişme döneminde büyük hizmet gören medreseler 17. yüzyıldan sonra gerilemiş, eskiden mantık, matematik, geometri gibi dersler öğretilirken şimdi şer’i derslere önem verilir olmuştu. Eğitimdeki bozulmanın başlıca nedenleri işsizlerin medreselere doluşması; medreseleri besleyen kaynakların (vakıflar) kuruması; müderrislik icazetinin (diplomasının), aynen kadılık görevi gibi, parayla satılması, rüşvet karşılığı verilmesi ve bundan ötürü her kesesi şişkinin hoca olabilmesiydi.
-Ulemanın yozlaşması sonuucunda bir zamanların göğüs kabartıcı düşünce ve vicdan hürriyeti , yerini koyu taassuba bırakıyordu.... .. iktidardakilerin aksi görüş savunanların kafir olduklarına dair bu dönmede fetvalar alınıp verilmiş, muhalifler ‘zulüm ve tedhişe maruz kalmış’; uğursuz oldukları gerekçesiyle vezirler görevlerinden uzaklaştırılmışlartır...
-Bu ters gelişim zamanla imparatorluğun temel direklerinden bir diğerini, din hürriyetini de zedelemiştir: Oysa, tam deyimiyle yetmiş iki milleti bir araya toplayan Osmanlılarda din ve ırk ayrıcalığı gütmek, imparatorluğun imparatorluk niteliğine aykırı düşmekte, bölünmeleri adeta teşvik etmektedir.... ..ilerdeki parçalanmaların ortamını hazırlamıştı. IV. Murat’tan başlayarak (1623) Hristiyanlara zaman zaman kötü muamele yepılmış, onların “... kıyafetleri, evlerinin renkleri tespit edilmiş; ata binmeleri, hamamda nalınsız gezmeleri, başlarına çıngırak takmaları, kaldırımda yürümemeleri gibi manasız nizamalar konmuştu...

-Görüldüğü gibi, Osmanlı toplumunun her alanını saran bir yozlaşma 17. yüzyıldageenişlemekte, genişlemektedir....
Ekonomik düzensizlik ve borçlanma teşebbüsleri
-Celali İsyanları’ndan sonraki dönem, ekonominin hızla iflasa yaklaştığı, yer yer cesur çıkışlarla bu kaçınılmaz sonun ertelendiği bir dönemdir. Daha öncesözünü ettiğimiz ekonomik nedenler maliyeyi zor duruma sokmaktadır. Bütçe açığı büyümekte, gider hanesi genişlerken gelirler azalmaktadır.
Ekonomik durum
-III.Murat’ın son dönemlerinde... ..  Özellikle tüccar zümresinin ve baskısının güçlenmesi, bu zümreden alınan resimlerin kaldırılması gibi ters kararlara yol açmış; çapı ve devlete sağlayacağı geliri artmakta olan tüccar, daha dikkatle vergilendirilmesi gerekirken, bundan böyle vergi yükünden kurtarılmıştır.
-... .. devletin görevlerine her gün artan ölçülerle yeni sermayedarlar ortak ve sahip çıkmaktadır. o dönemin önemli sorunu olan büüyük şehirlerin iaşesi artık devletin elinden ve denetiminden uzaklaşmaktadır.
-Yiyecek fiyatları hızla yükseldiğinden devlet, kadıların kararlaştırdığı narh uyarınca düşük fiyat vererek hububatı halktan zorla almaktadır. Ancak bu şekilde toplanan mal İstanbul’da madrabazların eline geçmekte, fahiş fiyatla satılmakta, hatta; gemilere yüklenerek tekrar Anadolu’ya kaçırılıp karaborsaya sürülmektedir!
-Bütün bu güçlüklerin yanı sıra yabancıların Osmanlo ekonomisindeki yeri ve etkisi gittikçe artmakta, ilerdeki bağımlılığın  ortamını hazırlamaktadır. Fransa’ya 1536’da tanınan ilk kapitülasyon (lugat anlamı: karşısındakinin hakimiyetini kabul etmek)1569’da yenilenmiş ve genişletilmiştir. 1579’da İngiltere ile ticaret başlamış, 1582’de ilk İngiliz elçisi gelmiş, 1583’de serbest ticaret izni almıştır. Bu arada dikkat çekici bir nokta, ilk İngiliz elçilerinin masraflarını İngiliz devletinin değil, tamamen ünlü Şark Ticaret Kumpanyası’nın karşılamasıdır. Durum böyle olunca , kumpanyanın sömürebileceği kaynakları Osmanlı ülkesinde bulup çıkarmak elçilerin açık görevi olmuştur...
-Fransa ve İngiltere’den başka devletler de Osmalılarla ticaret anlaşmaları yapmakta, akidnâğmeler almaktadırlar. Çok sayıda Fransız, İngiliz, Leh, Felemenk, Ceneviz, Venedik tüccarı bu yıllarda Anadolu’yu gezmekte, mal getirip mal götürmektedir. Ancak, yapılan ticarette taraflar eşit olmadığından eşit ekonomik güce sahip olmadıklarından, ticaretin genişlediği oranda yerli üreticinin şikâyeti artmakta, yerli zanaatlar açıkça baltalanmaktadır. ... ..
-Osmanlı Devleti’nin  iç ticaretine kimi yerli malın bir eyaletten ötekine geçmesi%12-%50 oranında resme tabi iken , kapitülasyonlar gereğince yabancılar Türkiye’ye soktuklrı mallara yalnızca %3 gümrük ödemektedirler. ... ..
-Fransızların Papa’yla beraber yürüttükleri ilginç çabalar vardır: 1600 yıllarında Katolik Cizvit papazları İstanbul’a, Selanik’e İzmir’e, Sakız ve Nakşe adalarına gönderilmişlerdir. Fransa’nın ve Papa’nın amacı, bir yandan Osmanlı Ortodokslarını Katalikliğe çekmek, bir yandan da iki mezhebin barışmasını sağlamaktadır. Fransa’nın ve Papa’nın Türkiye’de yeni işbirlikçiler yaratmaları, tutamaklara sahip olmaları umulmaktadır. ... ..
-Özellikle Papa V. Sikst (1587) döneminde Batı Trakya’ya Cizvit Papazları; imparatorluğun doğusundaki Osmanlı Hristiyanlarına ise (Ermeniler, Melikiler, Yakubi ve Keldaniler) özel papalık heyetleri gönderilmişti. Amaç, bu insanları Katolik yaparak nüfuz yaratmak, Vatikan ve Fransa için bir köprü başı kurmaktı. Nitekim bu çabalar sonuç vermiş ve Osmanlı topraklarında çok sayıda Katolik manasstırları açılmıştı. ... ...
İlk borçlanma teşebbüsleri
Bütün bunlar olup biterkendevleti içine alan mali cendere gittilçe daralmaktadır.Devlet ekonomik görevlerini yitirmek üzerededir. ... ..
-1787 yılında Rusya’ya yeniden savaş ilan edildiğinde , devlet iflasın eeşiğine gelmiştir. ... .. Padişah mali bunalım karşısında, devlet büyüklerinden iane toplanmasını, bir çeşit iç borçlanmaya gidilmesini  düşünmektedir. Ancak bu yolda da başarı sağlanamayınca, Osmanlı zenginlerinden ümisdi kesen I. Abdülhamit ‘Cenab-ı Hak lâyiklerini versin’ diyerek Şeyh-ül İslam’dan fetva alacak ve ‘dış borçlanma’yı tarihimizde ilk olarak deneyecektir. ... ..
-III.Selim, ... .. İspanya elçisine başvurmu, fakat isteği reddedilmiştir. Osmanlı Devleti artık nazının geçtiği her yerden borç aramaktadır. Sırasıyla Fas Sultanı’ından borç isteminde bulunulmuş, Cezayir ve Tunus yoklanmış, fakat hepsinden olumsuz cevaplar alınmıştır. ... ..
-Avrupa sanayi ihtilaline başlarken Geri Kalmış Türkiye’nin iyi niyetli devleti, zenginlerden de kıymetli madenleri toplamak için, ‘kadın ziyneti ile altın ve gümüşlü silakhtan maada altın ve gümüş eşyanın şer’an haram olduğuna dair’ Şeyh-ül İslam’dan ... fetva almakla meşguldür. ... ..
Geri kalmışlığın kökleşmesi
-19.yüzyılın başlarında Türkiye geri kalmış ve muhtaç bir ülke durumundadır. ... .. hasta imparatorluk ... ..  sömürü gelişen batı kapitalizminin kabaran dev taleplerini karşılayacak biçimde büyütülecektir.
-Osmanlı Devleti, hammadde kaynağı ve Pazar olma niteliğinin yanı sıra, jeopolitik önem de taşımaktadır. ... ..
Osmanlı memleketine yabancılar üşüşüyor
-1800’lerin başında Batı, sanayi devrimini gerçekleştirme yolundadır. Özellikle İngiltere başı çekmekte, gelişen endüstrisine dünyanın dört yanında hammadde kaynağı ve Pazar aramaktadır.
-19. yüzyılın bu ilk döneminde bütün Avrupa ülkeleri sıkı bir himaye sistemi uygulamaktadır; biri, Osmanlı ülkesi hariç. Öteki memleketler yeni kurulan sanayii dış malların rekabetinden korumak amacıyla gümrük duvarları çekerlerken, Osmanlılar kendi özbenliklerine yabancılaşmanın doruğuna varmışlar, ... ..
Anlaşmalar ve Fermanlar
-... ..1833 Anlaşması kapitülasyonların yabancılara tanımış olduğu öncelikleri genişleterek onları yerli tüccarla eşit duruma getirmiş; ülke dahilinde de ticaret yapmak imkanı vermişti. ... .. Bu anlaşma İngiltere’yle 16 Ağustos 1838’de imzalanmıştı; bir eşini Fransızlar aynı yılın Kasım ayında Osmanlı Devleti’ne imzalattılar. Fransa’yı Löbek, Bremen ve Hamburg şehirleri (18 Mayıs 1839); Sardunya (2 Eylül 1839); İsveç ve Norveç (31 Ocak 1840); İspanya (2 Mart 1840); Felemenk (14 Mart 1840) Belçika (30 Nisan 1840); Prusya (22Ekim 1840); Danimarka (1 Mayıs 1841) ve Toskana (7 Haziran 1841) izledi.
-Türkiye ‘Tanzimat-ı Hayriye’den salah beklerken Avrupa’nın bütün ülkeleri hasta adam’ın başına üşüşmüş, mümkün olan en büyük lokmaları ondan koparmaya uğraşmaktadır.
-Tarihimizde genellikle ‘büyük kurtarıcımız, Batılılaşmanın müjdecisi’ olarak sunulan 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları, aslında, emperyalist yayılmasının birer aracı fonksiyonundadır. Bu fermanlar, özellikle 1856’dakinin temel niteliği, Batı kapitalizminin çıkarlarına uygun üstyapı kurtumlarını Osmanlı memleketinde bina etmektir. Tanzimat’ın, Batı’ya yaranmak için Hristiyan tebaaya tanıdığı haklar, aslında, Hristiyanların küçük bir zümresi olan işbirlikçilerin Avrupa’daki efendilerine daha rahat hizmetlerini sağlamakiçin kaleme aldırılmıştır.
-Islahat Fermanı’ında açıkca beliren durum , yabancıların kendi çıkarlarına maşa olarak kullandıkları zümreleri güçlendirmek, onların aracılığıyla hem ekonomik, hem siyasal konularda devletin içişlerine egemen olmak istemeleridir. Nitekim Islahat Fermanı’nın esasları Ali Paşa ile İstanbul’daki Fransız ve İngiliz sefirleri arasında kararlaştırılmış; padişah, fermanın girişinde, “Osmanlı Devleti’nin isteyen ve dostu bulunan devletlerin yardım ve himmetlerinden söz etmiştir.
-Islahat Fermanı’nın ayrıca Paris Anlaşması’na dahil edilmesi, yabancıların bu noktayı istismarına, sık sık içişlerimize karışmasına, hatta, Hristiyan tebaanın devleti Avrupa’ya şikâyet edebilmesine yol açmıştı.
-Bu fermanlar ve 1876’da imzalancak olan Berlin Anlaşması’yla Osmanlı Devleti adeta Avrupa’nın vesayeti altına girmekte, kendini yabancı dostların himmetine teslim etmektedir.
Dışa borçlanmalar başlıyor
-... .. Osmanlı istikrazlarının bazı ilginç özellikleri vardır. Bu konudaki bilgisizliğinden ötürü devlet büyük ölçüde aldatılmış, Düyun-ı Umumiye’nin kuruluşuna kadar süren ilk dönemde, borçlandığı paranın ancak yarısı eline geçmiştir. Sonra, Avrupa bankerleri bu acemi borçluyu adeta para almaya zorlamışlar, devrin paşalarına bol rüşvet yedirerek onları kullanmışlardır. Osmanlı yönetimi ise dışarıdan gelen bu taşıma suyu har vurup harman savurmuştur. ... ..
-... .. Devlet fasit bir dairenin içine düşmüş, boğulup kalmıştı. 1874’te, yani ilk borçlanmadan yirmi yıl sonra, devletin o yıl içinde ödemek zorunda olduğu borç ve faizleri, toplam gelirinin %80’ine ulaşmaktadır.
-Borç taksitlerinin ödenmesine artık imkân kalmamış; 1875’te Osmanlı Devleti’nin tek taraflı bir kararıyla faizler yarıya indirilmiş; 1876’da tamamen durdurulmuştur. 1878 Berlin Kongresi’nde Osmanlı Devleti kendi maliyesiniuluslararası bir komisyonun eline teslim edecek, 1881’de ise Osmanlı borçlarının temizlenmesi için Düyun-ı Umumiye kurulacaktır.
-Düyun-ı Umumiye, yani ‘genel borçlar’ kurumu alacaklı devletlerin, Osmanlı Bankası’nın (bu banka yabancı sermayeye ait olup Osmanlı Devleti hazinesini elinde tutmaktadır) ve hükümetin temsilcilerinden meydana gelmektedir. Düyun-ı Umumiye’nin görevi, Osmanlı devletinin borçlara karşılık göstermiş olduğu gelir kaynaklarını işletmek, sağlanan parayı alacaklılara dağıtmaktır. Kurum geniş kadrosuyla Osmanlı ülkesinin  tütün ve tuz tekellerini yönetmekte, pul, balık, müskirat resimlerini ve çeşitli vergileri bizzat toplamaktadır.

-... .. devlet içinde devlet niteliğindedir. Maliye Nezareti’nde resmi olarak 5.500 memur çalışırken, Düyun-ı Umumiye’dekilerin sayısı 8.000’den fazladır. ... .. Osmanlı Devleti, son taksiti 1954’te yatırılacak olan bu borçları ödemeye başlamakta; memleket günden güne sömürgeleşmektedir.
Yabancıların etkisindeki devlet
-... .. Bu davranışlarda İngiltere öncü olmakla beraber, yalnız değildir: Islahat Fermanı’nı hazırlayanlar arasında Âli Paşa’nın olması ve İngiliz elçisinin yanısıra Fransız elçisi de bulunmaktadır. Nüfuzu günden güne artan ve Mahmut Nedim Paşa’yı kullanan Rusya, Osmanlı Devleti’nin iç kararlarında göz önünde tutulması gereken bir ağırlık merkezidir.
-Yabancıların bu nüfuzu karşısında Osmanlı paşaları bir devletin yanına sığınmayı siyasi başarıları için tek çıkar yol görmektedirler. Reşit Paşa İngilizlerin, Âli Paşa Fransa’nın , Mahmut Nedim Paşa Çar’ın adamıdır. “Artık iktidara geçmek, Osmanlı devlet adamları ile elçiler arasında bir pazarlık konusu haline gelmiştir.
-Paris Konferansı’nda temsil edilen bütün devletler, karışma yetkilerini kullanarakkendi çıkarlarına uygun programlar hazırlamakta, bunu savunacak Osmanlı paşaları yaratmaktadır. Paşalar ise tabi oldukları devletinnüfuzunu artırmak için uğraşmakta, başardıklarıtaktirde iktidara gelmektedirler. Bu durum karşısında bir Osmanlı siyaseti gütmenin imkânı kalmamıştır. Devletin genel politikası yerine, “İngiltere’ye mütemayil Reşit Paşa’nın, Fransa’ya taraftar Âli Paşa’nın, daha sonraları Rusya’ya taraftar Mahmut Nedim Paşa’nın siyaseti kaim olmaktadır. Abdülmecit’in yirmi iki yıl süren saltanatı devrinde yirmi iki defa sadrazam değiştirmişolmasının sebeplerinden biri, ve balkide en mühimi , bu yabancı müdahalesidir...
-Osmanlı paşalarının  bu alışkanlığı bir gelenek niteliği kazanarak imparatorluğun sonuna dek sürecektir. Mithat Paşa, Kâmil Paşa ve benzerleri İngiltere’nin vesayetine girecek , Enver Paşa’ların Almancılığı Allahuekber değindaki talihsiz ‘Erzurum Fatihliğine’, Kanal seferine ve giderek memleketin kesinlikle parçalanmasına yol açacaktır.
-Bu arada Amerika Birleşik Devletleri’nin ilgi çekici çabaları vardır. Hızlı bir gelişmeyle kapitalizmin gelecekteki önderliğine hazırlanan bu devletin gözünde, geniş Osmanlı memleketi , her denize açılan iskeleleri ve sömürülme imkânlarıyla hayli müsait bir hedeftir. Nitekim 1829 yılında imzalanan ilk ticaret anlaşmasının ardından Amerikan konsoloslukları pıtrak gibi çoğalmıştır. ... .. 1831’de ilk Amerikan konsolosluğu İzmir’de açılmış,1843’te ilk Amerikan elçisi gelmiş, 1867’de Osmanlı elçisi gitmiştir. Amerikan konsolosluklarının çoğalması şöyle olmuştur.

Yıllar                İskele ve şehirler
1831                İzmir
1835                Kıbrıs, Mısır, Halep, Sayda ve Beyrut
1836                Selanik, Kandiye
1839                İstanköy, İzmit, Bursa
1843                Çanakkale
1844                Midilli
1846                Yafa ve Kudüs
1848                Trablus, Şam
1849                Trablus, Lazkiye
1849                Trablus ve Lazkiye
1858                İstanbul
1859                Kalas, Rodos, Tolcu,Trabzon, Sakız
1861                Gaziantep, İskenderun
1862                Limasol
1863                Adana
1867                Remo, Samsun, Bükreş
1868                Maraş
1871                Ruscuk, Portsait
1872                Kahire
1873                Hanya
1878                Filibe
1887                Sivas
1898                Bağdat
1899                Erzurum
1902                Harput, Ankara
1905                Hudeyde
1906                Basra
1911                Mersin
-Görüldüğü gibi Amerika 80 yıl içinde Osmanlı memleketinde 45 konsolosluk açarak yağma Hasan’ın böreğine ortak çıkmıştır. Bu liste İstiklal savaşı öncesindeki yaygın Amerikan mandası savunuculuğunun yanlızca birkaç aydının iyi niyetli düşüncesi olmayıp yerleşmişbir mekanizmanın bilinçli ürünü de olduğunu ortaya koymaktadır....(Altemur Kılıç’ın bir araştırmasına göre, “1914 yılında Türkiye’nin muhtelif yerlerinde 17 Amerikan dini misyonu, 200 misyon şubesi ve 600 Amerikan okulu bulunmaktadır)
-Yabancıların Osmanlı Devleti’ne etkilerine, hatta avuçları içine alması hemen her alanda kendni göstermiş, devlet kademeleri yabancı uzmanlarla dolmuştur. 1838’de kurulan ve büyük önem taşıyan Ziraat ve Sanayi meclisinin müsteşarlığını bir >İngiliz yapmaktadır. Ekonomik durumu yönetip düzeltmekle görevli Melic-i Maliye’de üç yabancı delege söz ve rey sahibidir, vb. Ancak bu sızmaların en önemlisine ordu hedef olmuştur.
-Nizam-ı Cedit, Eşkinci Ocakları gibi askeri düzeni Batılılaştırma hareketleri çeşitli yabancı uzmanların Osmanlı ordusunda görev almalarını mümkün kılmıştır. Özellikle Almanlar bu alanda başarılı olmuş, giderek bütün orduyu ellerine geçirmiş, adeta Alman silahlı kuvvetlerinin Doğu birlikleri durumuna getirmişlerdir.
-Ünlü Feld Mareşal Moltke 1836’da gelmiş, orduda ve Anadolu’da incelemeler yapmıştır. General Von Der Goltz (Golç Paşa) ıslah heyetiyle beraber 1883’de gelerek 1895’e kadar Osmanlı Genelkurmayı’nın II. Başkanı olarak çalışmıştır. Daha sonra tekrar Türkiye’ye dönen Golç Paşa, Dünya Savaşı’nda 1. ve 6. Osmanlı ordularına kumanda etmiştir. Bir başka Alman generali Liman Von Sanders, 71 kişilik Alman Heyet’i Askeriye-i İslahiyesi’nin başına gelmiş, ... .. Bu arada öteki Avrupa devletlerinden de uzmanlar gelmişse de, (donanmayı ıslah için  İngiltere’den Amiral Limpus, jandarma gücü eline teslim edilen Fransız Generali Bauman vb.) Almanlar ordu yönetimine önce ortak, sonra egemen olmuşlardır. ... ..
-Golç Paşa, Türkiye’deki ilk görevi sırasında (1883-95)Alman Başvekili Prens Bismark’a gönderdiği şifreli mektuplarda , Osmanlı paşalarını nasıl satın aldıklarını anlatmaktadır; ... ..
-Golç. Alman Feld Mareşalı Walderze’gönderdiği mektupta ise ülkesinin yardım maskesi altında gizlenen asıl niyetini açıklamaktadır.: ... ..

-İşte, kurtarıcı gibi karşılanan Alman generalin gerçek düşünceleri. İsmet İnönü, yıllar sonra yazacağı hatıratında bu durumu yorumlayacak ve  “Birinci Dünya Savaşı’ında ordumuza hakim olan Almanlar, (eğer savaş kazanılsaydı) bir daha geri dönmemek üzere gelmişlerdi” diyecektir.
Sömürünün emrindeki araç: Batılılaşmak
1800’lerin ‘Mukaddes İttifak’ı
-1800’lü yıllarınOsmanlı memleketinde hâkim zümrelerin (yüksek devlet memurları, mültezimler, tefeciler, yabancı işbirlikçileri, bey ve ağalar) çıkarınca işleyen bir ekonomik düzen yürürlüktedir.
Geleneksel yapıyla tam bir çelişki yaratan bu yeni düzen, artık müesseseleşmek, kendini hukukun güvenliğine almak,bütünlenmek aşamasına gelmiştir. Memleketteki bu yollu eğilimler, Batı’nın kendi sömürüsünü genişletmek, işbirlikçilerinin güvenliğini sağlamak amacı ve çıkarlar        ı ile tam bir uyum halindedir. Batı önce tavsiye yoluyla, sonra ekonomik ve siyasal baskıyla bu eğilimlere arka çıkacak, bir noktadan sonra onları zorla kabul ettirecektir.
-Batılaşma aynı zamanda bir kültür sorunudur. Ancaki bütün kültürler gibi, sınıfsal tercihleri, sınırları çok az belirlenmiş bir ekonomik görüş ve onun hukuk sistemini de beraberinde taşır. Bir bakıma¸ temeldeki ekonomik gerçeğin yansımasıdır. Bu açıdan incelendiğinde bizdeki Batılaşma hareketleri, hâkim zümrelerin kendi çıkarlarını sağlama almak için giriştikleri ve bu çabalarında Avrupa’dan destek gördükleri bir tercih şeklinde belirmektedir.
-Batılılaşmanın ilk ve en büyük şampiyonları devlet yönetimindeki paşalar olmuştu. Reşit Paşalar, Âli paşalar, Mithat Paşalar vb. Bu paşalar, öteki vezirler ve devlet büyükleri, imtiyazlı durumlarına rağmen özledikleri can ve mal emniyetine, politik güce Asla ulaşamamışlardır. ... ..
-Tarih, azledilen, sürülen, servetleri hazineye aktarılan devlet memurlarıyla doludur. ... ..  1800’lü yıllarda bu zümre hem canını, hem de özelci ekonominin de yardımıyla gittikçe artan servetini güvenliğe almak özlemindedir.Aslında öncelikle bu nedenlerden ötürü hasreti çekilen  Batılaşma memleketi kurtarmak gerekçesiyle örtülüp tek çıkar yol şeklinde paşalar tarafından iyi niyetli padişahlara sunulacaktır. Batı’ının yaşayışı, giyimi, kişiyi özel mülkiyeti güvenliğe alan kurumları ithal edince, devlet ve bu arada, tabii, yüksek memurlar kurtulacaktır. ... ..
-Bu araştırmalara göre, büyük servetlerin asıl kaynağı, siyasi menşeli kazançlar olmuştur. “İnkar edilemez ki, konak ve malikhâne hayatında ya da yüksek payeli devlet  memurlarının  elinde biriken servet sabırlı  ve devamlı bir tasarruf sonunda üretilmiş değil, bilakis, mevcut bir servet yığınının başkası sırtından alınması, yani yalnızca el değiştirmesi suretiyle meydana çıkmıştır. ... ..
-Siyasetle ticaretin böylesine kaynaşmış olduğu bir ortamda, serveti kaybetmemek de tamamen siyasi bir değişim sonucu olmaktadır: ... ..
-Servetin varlığı ve sürekliliği siyasi mevkilerine bağlı olan Osmanlı paşaları , ... .. ‘gözden düşme’ durumlarında bile bu serveti elden kaçırmamak için, Batılaşmanın hukuk güvenliğinden medet beklemektedirler.
-Batılılaşmada çıkarı olan ikinci zümre büyük toprak sahipleridir. Ayanlar, baylar, ağalar. Bu zümre toprak mülkiyetine fiilen el koymuş 1808 Sened-i İttifak’ıyla varlığını resmen saraya kabul ettirmiştir. Ancak elindeki toprağın hukuki mülkiyetine hâlâ sahip değildir. Batı Roma hukukunun temeli olantavizsiz mülkiyet kavramı ile gelecek ve onların da kayıtız şartsız egemenliğini sağlayacaktır.
-Batılılaşmanın yarayacağı üçüncü zümreyi, Avrupa’nın işbirlikçileri , genişleyen finans kapitilizmi, devletin gerilediği oranda eski huzurunu kaybetmiş olan azınlıklar meydana getiriyor. ... ..
-Görüldüğü gibi Batılaşmak, içteki hakim zümrelerin çıkarlarıyla kapitalist Avrupa’nın birleştikleri ortak bir yön şeklinde belirmektedir.
-Cevdet Paşa’nın bir milleti imha hükmünde gördüğü (bu yenileşeme, daha doğrusu kopyacılık eğilimleri, Batı’dan aktarılan Ticaret Kanunu’nda (1850), Deniz Ticareti (1864), Ticaret Mahkemesi Usulü (1868), Ceza Kanunlarında (1858) ,1880 ve 1881 Usul kanunlarında kendini belli etmekte ; Mecelle ihtiyaçları karşılayamamakta, Avrupalıların ticari sorunlarını çözümleyen özel heyetler ve Nizamiye Mahkemeleri kurulmaktadır.
-Kısacası özetlendiğinde, batılaşma hareketleri aslında çok küçük bir azınlığın ve yabancıların, özel sermaye ve mülkün çıkarını, güvenliğini sağlayan; halk kitlelerine hiç, ama hiçbir şey getirmeyen hareketlerdir. Getirmemesi bir yana, günümüze dek sürecek kültür ikiliğine (düalizme), halk kitlelerinin daha geniş çapta ve daha rahat sömürülmesine yol açmıştır.

Bir imparatorluk çöküyor
Tek parti dönemi: Emperyalizmden (şimdilik) kurtuluyoruz, geri kalmışlıktan değil
Atatürk olmasaydı belki Türkiye olmazdı
Atatürk geri kalmışlığı yenememiştir
Devletçilik denemesi
Cumhuriyet’in mutlu azınlığı
Başarısızlığın nedenleri
Atatürk sonrasından Emerikan yardımına
Özel sektörün sınırlanması ve Harp zenginleri
Temeldeki bozukluk, dün ve bugün
Batı ve Batılaşmak nedir?
Batı kültürünün kaynakları
Batı’nın niteliği: ‘Maddiyatçılık’’
Batı’nın niteliği: ‘Ferdiyetçilik’
İmkansızın peşindeki iktidarlar
Geri kalmışlık neden alt edilemiyor?
Temeldeki bozukluk
Temeldeki bozuklukların sonuçları
Sınıfsal ve siyasal tercihlerde karmaşıklık
Dinsel tepkinin mantığı
Karmaşıklığın hâkim zümrecelerce kullanılışı
Batılaşmaya, bürokrasiye, CHP’ye tepki; Devrim ve AP iktidarı
DP’nin doğup güclenmesindeki nedenler
DP iktidarını halk neden tuttu?
DP’nin geri kalma sürecindeki yeri
Devrim ve AP iktidarı
Bağımlı ve güçsüz ekonomik düzen
Geri kalmış sanayi düzeni
Girişimci değil ürkek
Aracı ve komisyoncu
Dağınık ve israfçı
Geri kalmış toprak düzeni
İkili sosyal yapı
Eşitsizliğin nedenleri
Eşitsizliğin sonuçları
Şehirliyle köylü
Doğu ile Batı
Doğu’nun devlet kavramı
-Tarihin hiçbir döneminde Doğu Anadolu, Osmanlı bütününün kaynaşmış bir parçası olmamıştır.İmparatorluğa katılan topraklarda devletin geleneksel mülkiyet düzeni uygulanıptimar sahipleri aracılığıyla devlet otoritesi uzak köşelere götürülürken , Doğu Anadolu bu sisteme bir istisna yaratmıştır. İmparatorluğa bağlanmakla beraber toprak mülkiyeti düzeni değişmemiş, feodal özellik taşıyan beylerin egemenliği kesintisiz devam etmiştir.
-Osmanlıların Doğu’ya tanıdığı ayrıcalık ve Doğu’nun Osmanlılara’şartlı’  bağlanması, Çaldıran seferi sonrasında, 1515 yılını izleyen döneme rastlar. Osmanlılar, söz konusu seferden sonra yirmi mıntıkanın Sünni Kürt beyiyle anlaşma yapmıştır. ‘Devlete itaat’ kaydıyla, onlara yönetim beratlarını ‘eski tertipleri üzerine’ yönetimi sürdürmek için vermiştir. Yani, toprağın mülkiyet düzenine karışmamıştır.
-Osmanlıların Doğu’ya bu ayrıcalığı tanımaları çeşitli nedenlerden ileri gelmektedir. Doğu, ırk ve mezhep özelliğinden ötürü merkezi devlete her zaman başkaldırabilecek nitelikte olduğundan, Osmanlılar bu bölgede kendilerine sadık müttefikler bulmak zorunda kalmışlardır. Bu müttefvikler, bölgedeki Kürt ve Türk beyleridir. Osmanlı Devleti, Şii ayaklanmalarını bastırırken yararlandığı ve her zaman çekindiği beylere bir çeşit armağan ve taviz olarak topraklarını gönüllerince yönetmek imkânını bırakmış, onların işine karışmamıştır. Bu armağanın karşılığında savaşçı Kürt kabileleri merkeze başkaldırmamış, bölgenin coğrafi şartlarını, ulaşım yollarının yetersizliğini, merkezden uzaklığını fırsat bilip imparatorluktan kopmamıştır. Bu koşullar altında, devletle beyler arasında bir çeşit sözsüz mukavelenin yapıldığı söylenebilir.
-Bu mukavele hemen her zaman yürülükte kalacak, bölgenin evrimini geniş ölçüde etkileyecektir. Örneğin Batı’da bey ve ağalar 16.yüzyıldan sonra ekonomik ve idarikuvvete dayanarak meydana çıktıklarından güçlerini din ve kan bağlılığı giibi faktörlerle pekiştiremeyecek, bu bakımdan nispeten güçsüz olacaktır. Doğu’daki beyler ise aralıksız devam eden bir derebeylik geleneğini sürdürmektedirler. Köklü feodal yapının ürünü olduklarından ekonomik güçlerini aşiret bağlarıyla , akrabalık ve şeyhlik kurumlarıyla sağlamlaştırmışlardır.
-Doğu’nun bu tarihsel özellikleri ve merkezle arasındaki sözsüz anlaşma, Cumhuriyet’tensonra da önemini ve etkisini korumuştur. Devlet, Türkiye’nin batısına kendini, kurumlarını ve hukukunu kolaylıkla kabul ettirirken , devlet geleneğinin olmadığı doğu bölgesinde durum değişiktir. Batı’da devlet toplumun örgütlenmiş gücü ve hâkim zümrelerin temsilcisi şeklinde belirmiştir.Doğu’da isehâkim zümreler devletin hükmi şehsiyetini eskiden olduğu gibi sınırlı alanlarda tanımış, kendi bölgelerinin bizzat devleti olmak geleneğini sürdürmüşlerdir.
-Meseleye bu açıdan bakınca, devlet kavramının niteliği ve fonksiyonu Doğu ile Batı farklılaşmasının  ekseni şeklinde belirmektedir. Batı’nın ve Batılı hâkim zümrelerin evrimi devletle içli dışlı bir ilişkinin etkisindeyken, Doğu ve Doğulu hakim zümreler devletin nimetlerinden ve sınırlamalarından uzak, kendi başına buyruk bir ortamda gelişmiştir. Sözsüz anlaşma uyarınca, Devlet, Doğulu beylerin hayat alanına karışmamaktadır. Doğu’daki kanunu onların yapıp uygulamasına, hatta kendi kanunlarının çiğnenmesine göz yummaktadır. Devlet bu şekilde davranarak bey çıkarlarını zedelemekten ve tehlikeli tepkilere yol açmaktan dikkatle kaçınmaktadır. Geçmişteki olaylar Doğulu beylerin yabancı çıkarlara kolayca alet olabildiklerini göstermiştir, sınırlarımızın hemen yanı başında etnik yapıdaki isyanlar ve çatışmalar yer almıştır, vb. Ancak, devletle Doğulu hâkim zümreler arasındaki bu anlaşma halkın her zaman zararına işleyecektir.Doğulu vatandaş devletin nimetlerinden ve her şeye rağmen koruyucu kanadından uzak kalacak, bir çeşit üvey evlat gibi beylerin keyfine terk edilecektir. ... ..
Etnik Farklılaşma
-Doğu’nun önde gelen ayrıcalığı, bölgedeki insanlardan çoğunun anadili itibariyle Türkçeden başka dil konuşmasıdır. Doğulu vatandaşların %53’ünü kapsadığı resmen belirtilen bu başka dil hemen her yerde Kürtçe olup bir-iki ilde Arapçadır. Erzincan, Erzurum, Kars, Adıyaman, Antep’te düşük olan başka dil oranı Doğu illerinde çok yüksektir.: Ağrı %64, Bingöl %69, Bitlis %66, Siirt %99, Urfa % 61, Diyarbakır % 69, Mardin %92, vb.
-Doğu’nun Türkiye bütününden ayrı tutulmasında, içine kapanmasında ve kendi kaderine terk edilmesinde bu dil ayrıcalığı önemlidir.  Doğulu beylerin devleti kendi bölgelerinden uzak tutmalarında, devletin bu uzaklığı kabullenmesinde etnik ayrılığın payı büyük olmuştur.  ‘Türkiye dil, din, kültür ve uygarlık bakımından bir bütündür’ diyerekgerçekleri soyutlayan resmi politikalar aslında devleti Doğu’yla ilgilenmek külfetinden kurtarmış, Doğulu bey ve ağaları sömürülerinde serbest bırakmıştır. Bu bakımdan, Doğu’da halkın ezilmişli,ğine ve ayrıcalıkların büsbütün kökleşmesine yol açmıştır. ... .. “İstenildiği kadar Türk-Kürt diye bir şey yoktur, bu topraklarda oturan herkes Türk’tür denilsin, belirli bir sosyolojik ve etnik gerçek saklanamaz, bu gerçek, dildir ve bu unsurun toplumsal yapıda meydana gelen farklılaşma, dışarıya açılma ve dış faktörlerle bütünleşme eğiliminde büyük rolü vardır.
Sosyal ve ekonomik yapı
-Coğrafi, tarihi, etnik ve ekonomikşartları Türkiye’nin öteki bölgelerinden değişik olan Doğu, kendine özgü sosyal yapısını günümüzde de korumaktadır. Doğu halkının hâkim zümrelere bağımlılığı sadece ekonomik ilişkilerle sınırlanmamıştır.. Dindel ve etnik faktörler, aşiret dayanışması gibi nedenlerin bağımlılıktaki yeri Türkiye’nin öteki bölgeleriyle kıyaslanamayacak kadar önemlidir. Doğulu toprak ağaları bu bakımdan Batılılardan daha imtiyazlıdırlar. Sömürüleri şıhlık, beylik gibi sıfatlarla pekişmiştir. Bu feodal ilşkiler, mülkiyeti kontrol eden kişilere, insanları ekonomik bağların ötesindeki birtakım bağlarla da kenetlemektedir. “Aşiret şeklindeki toplumsal ve siyasal örgütleşme, devlet fikrinden önce gelen bir şekildir. Burada biz’lik duygusu egemen olup bizim aşiret, filanın aşireti sözü, mensubiyeti daha iyi bir şekilde ifade etmektedir. Örneğin Hakkâri’de vatandaş, hiçbir zaman Türkiyeliyim, Çukurcalıyım, Beytüşşebaplıyım veya filan köydeniz vb. demez. Pinyaniş  Aşiretindenim, Menpurranlıyım der.
-Bu çerçevede biçimlenen ilişkilerin beylerin eline ek bir kuvvet vermesi doğaldır. Hele devletin o sözsüz anlaşma gereğince Doğu’dan uzak durması, feodalitenin kendine özgü kanunlarının bu bölgede egemen olmasını kolaylaştırmıştır.
Doğu’nun toprak düzenibölgedeki ekonomik ve sosyal ilişkileri aynen yansıtmaktadır. Ekonomisi geniş ölçüde hayvancılığa dayanan ve geleneksel tahıl üretimi yapılan bu bölgedeki toprak dağılımı Tğürkiyenin tümüne kıyasla daha eşitsizdir. Çiftçi ailelerinin %38’i (300 bin aile) topraksızdır. Bu oran Gaziantep, Urfa, Diyarbakır ve Mardin’de %45’i bulmaktadır. Türkiyenin Batı’sında ise oran 20-30 arasında değişmektedir. Feodalite benzeri sosyal yapının ilk gereği olan merkezi devlet gücünün zayıflığı , ikinci şart olan büyük toprak mülkiyetiyle Doğu’da bütünleşmiştir.
-Doğu’nun ekonomik görünüşü hemen her alanda Batı’nın çok gerisindedir. Türkiye nüfusunun %19’unu barındıran bu bölgede, (1970’lerin başında) toplam traktörlerin sadece %3,3’ü; biçerdöverlerin %4,7’si; kara taşıt vasıtalarının &6,5’i bulunmaktadır. İŞ Kanunu’na bağlı iş yeri oranı %10,7; banka mevduatınınki ise %3,2’dir. Devlet yatırımlarının sadece %10’u , özel sektör yatırımlarının ise %2,7’si Doğu Anadolu bölgesindedir. Okuma –yazma bilmeyenlerin oranı Türkiye’nin tümünde %51 iken Doğu’da %72’dir.

-... .. Doğu Anadolu her haliyle, geri kalmış Türkiye’nin en geride bırakılmış bölgesi durumundadır.



*Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi – İsmail Cem

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder