…
..Yeryüzünün tâ öbür ucunda, görülebilen yerin en uzağında, kumlu sahilin
ötesinde, ortası kabarık gibi duran bir göl görünüyordu. Isık-Göl idi bu. Yer
ve gök orada birleşiyordu. Ondan ötede hiçbir şey yoktu. Göl, pırıl pırıl
parlıyordu. Kımıltısız ve ıssızdı. Yalnız sahilde, dalgaların ak köpükleri
güçlükle fark ediliyordu. … ..
Okula
uzun uzun baktıktan sonra dürbünü göle çevirdi. Değişen bir şey yoktu orada.
Beyaz Gemi hâlâ görünmüyordu. Göle sırtını döndü, dürbünü bir kenara koydu ve bu
defa çıplak gözle yamacın aşağılarını seyre daldı. Dağın hemen dibinde, gümüş
dere vadi boyunca gürül gürül akıyordu.. Onu yanında ve onun gibi kıvrıla
kıvrıla bir yol uzanıyor, bir dağın arkasında çayla birlikte bu yol da kayboluyordu.
Karşı kıyı dik ve ormanlıktı. San Taş ormanları hemen oradan başlıyor ve
dağların karlı tepelerine kadar
uzanıyordu. En yüksek yerlere kadar çıkan ağaçlar çam ağaçlarıydı. Karların ve
kayaların arasından yükselen uçları küçük kara fırçalar gibi duruyordu
tepelerin doruğunda. … ..
Onun
masal anlatacak durumda olmadığını anlıyordu.
“Başka bir zaman dinleriz” dedi çantasına. “Şimdi onu sana ben anlatayım.
Dedemin anlattıklarını kelimesi kelimesine söylerim sana. Öyle yavaş anlatacağım
ki başka kimse duymayacak. Ama sen iyi dinle. Ben, sinemadaki gibi her şeyi
gözümde canlandırarak anlatmayı seçerim. Dedem, bu masalda anlatılan her şeyin gerçek olduğunu
söylüyor. Hepsi olmuş bunların.”
Çok eskiden olmuş bu olay. Çok, çok eski zamanlarda, yeryüzünde ormanların otlardan ve bizim ülkemizde de suların karalardan çok olduğu çağlarda, derin ve serin suyu olan bir nehir kıyısında, bir Kırgız kabilesi yaşarmış. Bu
nehrin adı Enesay imiş. Buradan çok uzaklarda, Sibirya denilen yerde akarmış bu nehir. Atla, üç yıl üç ay da gidilirmiş oraya. Bugün bu nehrin adı Yenisey’dir. O zaman Enesay derlermiş. Türküsü de şöyleymiş:Senden
geniş nehir var mı Enesay?
Senden
aziz bir yut var mı Enesay?
Senden
derin bir dert var mı Enesay?
Senden
özgür olan varmı Enesay?
Senden
geniş bir nehir yok Enesay,
Senden
aziz bir vatan yok Enesay,
Senden
derin bir dert de yok Enesay,
Senden
özgür özgürlük yok Enesay.
İşte
böyleymiş Enesay.
O
zaman Enesay boylarında her çeşit millet yaşarmış. Hayatları çok zormuş,
çünkü birbirleriyle sürekli savaş
hâlindeymişler. Kırgız kabilesinin
çevresi de düşmanlarla doluymuş. Bir gün biri saldırırmış, bir öteki. Bazen de Kırgızlar onlara baskın yaparmış.
Malları yağmalar, evleri yakar, insanları kovarlarmış. Önlerine kim çıksa
öldürür, kimseye aman vermezlermiş. O zaman böyle bir zamanmış. Kimse kimseye
acımaz, insan insanı öldürürmüş. Bir gün gelmiş ki ekin ekecek, hayvan
yetiştirecek, ava çıkacak adam kalmamış. Soygunculukla, çapulculukla geçinmek
kolaylarına geliyormuş. Basıyorlar, öldürüyorlar, yağmalıyorlarmış. Ölüme
ölümle, kana kanla cevap vermek gerekiyormuş. Öç alma hırsları arttıkça artmış.
Su gibi kan akıyormuş. Düşmanları barıştıracak kimse kalmamış. En akıllı, en
aklı başında olanın yaptığı iş, düşman ı gafil avlamak, bir tekini sağ
bırakmadan bütün kabileyi yok etmek ve onun malını, servetini alıp götürmekmiş.
O
sırada taygada tuhaf bir kuş çıkmış ortaya. Bu kuş geceleri sabaha kadar insan
sesiyle şarkı söyler, acı acı ağlar, daldan dala sekerek seslenirmiş: “Bir
felâket geliyor, korkunç bir felâket!” dermiş.
Ve
bir gün korkunç felâket gelmiş.
O gün, Enesey kıyısında, Kırgızlar, ölen yaşlı bir başbuğlarını gömüyormuş. Uzun yıllar Kırgızları yöneten batır Kulçe, nice nice seferler düzenlemiş ve her savaştan sağ çıkmış, zafer kazanmış. Ama sonunda ecele yenilmiş. Kırgızlar, başbuğları için iki gün yas tutup ağladıktan sonra üçüncü gün onu gömmeye karar vermişler. Eski bir geleneğe göre, başbuğlarını bu son yolculuğunda, Enesay boyunca, yarlardan, yüksek yarlardan, uçurumlardan, yüksek yamaçlardan geçiriyorlarmış. Böylece ölenin ruhu, ana nehir Enesay ile vedalaşırmış. ‘Ene’ ana demektir. ‘Say’ ise su, nehir anlamına gelir. Bu yolculukta, ölenin ruhu Enesay türküsünü son bir defa daha söylermiş:… ..
Ölüyü gömme günü, Kırgızların bütün çadırları nehir
boyuna dizilirmiş. Böylece her aile, cenaze geçerken onu çadırın eşiğinden
görür, saygı ile eğilerek selamlar, hıçkıra hıçkıra ağlayarak beyaz yas
bayrağını yere indirirmiş. Sonra da o cenaze alayına katılır, sonraki çadıra
gelince orda da aynı şey olur, ağlar dövünürlermiş. Böylece, mezara kadar bütün
çadırların önünden geçirirlermiş cenazeyi.
O sabah bütün hazırlıklar
bitmiş, güneş her zamanki yolculuğuna çıkmıştı. At kuyruğundan yapılmış tuğlar
dalgalanıyor, batırın kalkanı, zırhı, mızrağı da taşınıyordu. Atının üzerinde
bir yas örtüsü vardı. Kerneyciler savaş borularını, davulcular da davullarını
çalmaya hazırdılar. Ötyle çalacaklardı ki tayga yerinden oynayacak, yer-gök
sarsılacak, kuşlar cıyak cıyak bağırarak havalanıp bulut gibi gökyüzüne
çıkacak, vahşi hayvanlar böğüre böğüre
sık ağaçlıklara kaçacak, otlar yerlere yapışacak, dağlar yankı yankı
uğuldayacaktı. Ağıtçı kadınlar başlarını açıp saçlarını dağıtmıştı ve onlar da
Kulçe Batır İçin ağıt okumaya hazıdılar. Yiğitler diz çökmüş, tabutu kaldırmak
için bekliyorlardı. Herkse, herkes hazırdı ve cenazenin kaldırılmasını
bekliyorlardı. Orman kenarına bağlanmış kurbanlık dokuz kısrak, dokuz boğa ve
dokuz kere dokuz koyun kesilmek üzere bekletiliyordu.
Hiç beklenmedik olay işte o zaman oldu. Enesaylılar
birbirleriyle ne kadar kanlı bıçaklı olurlarsa olsunlar, bir başbuğun cenaze
töreninde komşularına saldırmazlardı.
Ama o gün, düşman komşulardan biri, hiç görünmeden Kırgız
ordugâhını kuşatmıştı. Birden ve her yandan hücuma geçtiler. Hiçbir Kırgız
atına binecek, kılıç uşanacak vakit bulamadı. Görülmemiş derecede korkunç bir
soykırım başladı. Düşman cesur, savaşçı Kırgızları yok etmek için böyle bir
günü fırsat bilmiş, böyle bir kalleşlik etmişti. Hepsini, hepsini öldürdüler Kırgızların.
Hiçbiri sağ kalıp bu olayı hatırlatmasın, kalleşliklerini duyurmasın ve öç
almaya kalkışmasın, törelere aykırı bu olay unutulup gitsin, bütün izler
savrulan kumlar arasında yok olup silinsin istiyorlardı. İşte böyle yaptılar..
yaptılar ama…
Bir adam dünyaya getirmek ve
onu yetiştirmek çok uzun zaman ister. Ama onu öldürmek çok kolaydır. Bir anda
öldürürsün. Kırgızların bir çoğu kılıçtan geçirilmiş kanlar içinde yatıyordu.
Birçoğu da kılıç ve mızraktan kaçıp kendilerini Enesay’a atmış, boğulmuşlardı. Bu
arada, Enesay boyunca yamaçların ve uçurumların kenarına kurulmuş pek çok
Kırgız çadırı alev alev yanıyordu. Kırgızların hiçbiri kaçıp kurtulamamış,
hiçbiri sağ kalmamıştı. Her şey yerle bir edilmiş, yakılıp yıkılmıştı.
Yaralanıp düşenleri de uçurumlardan aşağıya, Enesay’a atmışlardı. Düşman zafer
çığlıkları atıyordu: “Artık bütün bu topraklar bizim! Bu ormanlar ve bütün bu
sürüler bizim! diyorlardı.
Zengin ganimetlerle çekilen düşman askerleri ormandan çıkıp gelen biri kız, öteki erkek iki çocuğu fark etmemişlerdi. Bu iki afacan, büyüklerini dinlemeyip, sabahın erken saatinde ağaç kabuğu toplamak ve sepet örmek için gizlice ormana girmişlerdi. Güle oynaya, hiç farkına varmadan ormanın tâ içlerine dalmışlardı. Bir süre sonra, dövüş, hayhuy sesleri ve çığlıklar duyunca, koşa koşa geri döndüler, ama hiçbir canlı ile karşılaşmadılar. Ne babalarını sağ buldular ve analarını, ne ağabeylerini, ne de ablalarını. Soyları sopları, kimseleri yoktu artık. Alaya ağlaya ata-baba yurduna döndüler. Bir kül yığınından öbür kül yığınına koştular ve tek canlıya rastlamadılar. Bir saat içinde öksüz kalıvermişlerdi. Şimdi de dünyada yapayalnızdılar. Tâ uzaklarda bir toz bulutu yükseliyordu. Kanlı baskından sonra onların hayvanlarını sürüp götüren düşmanlardı bu toz bulutunu kaldıranlar.
Çocuklar
hemen o toz bulutunun ardına düştüler. Ağlaya ağlaya acımı-asız düşmanlarına
bağırıyor, onlara yetişmeye çalışıyorlardı. Ancak çocukların yapacağı bir şeydi bu: Katillerden kaçıp saklanacakları
yerde onlara yetişmeye, onlarla birlikte gitmeye çalışıyorlardı. Yeter ki yalnız
kalmasınlar, bu lânetlenmiş yerden uzaklaşsınlardı. İki çocuk el ele tutuşarak
soyguncuların ardından kendilerini de götürmeleri için yalvarıp yakarıyorlardı
Ama o kargaşada, atların kişnemeleri ve toynak gürültüleri arasında onların
cılız seslerini kim duyabilirdi?
Yavrucaklar
umutsuzca koşmaya devam ettiler ve sonunda yorgunluktan oldukları yere yığılıp
kaldılar. Öyle büyük korku içindeydiler ki, çevrelerine bakmaya , kımıldamaya
bile cesaret edemiyorlardı. Sonra birbirlerine sıkı sıkı sarılarak derin bir
uykuya daldılar.
Boşuna
dememişler “öksüzün talihi açık olur” diye! Geceyi sağ salim geçirdiler. Vahşi
hayvanlar onlara dokunmadı, orman ejderhası onları kaçırmadı. Gözlerini
açtıkları zaman sabah olmuş, güneş parlıyor, kuşlar şakıyordu. Kalkıp yine
soyguncuların izine düştüler. Yol boyunca çeşitli meyve ve bitki kökü toplayarak
yediler. Az gittiler, uz gittiler ve üçüncü gün bir dağın tepesine ulaştılar.
Oradan bakınca aşağıda yemyeşil bir çayırda büyük bir şölen verildiğini
gördüler. Ne kadar çadır vardı orada? Sayısız. Kızlar türkü söyleyerek
salıncakta sallanıyor, pehlivanlar seyircileri eğlendirmek için kartal gibi
dalış yaparak birbirlerini yere çarpıyorlardı. Bunlar, zaferlerini kutlayan
düşmanlardan başkası değildi.
Tepenin
başında ayakta duran oğlan ve kız bu insanların yanına gitmeye cesaret
edemiyordu. Ama açtılar. Burunlarına gelen kızarmış et, taze et ve yabani soğan
kokusu dayanılacak gibi değildi.
Sonunda
dayanamayıp dağdan aşağı indiler. Şölendekiler onları görünce pek şaştılar ve
hemen başlarına toplanıp sorular sormaya başladılar.
-Kimsiniz
siz? Nereden geliyorsunuz?
-Karnımız
çok aç, bize yiyecek verin, dedi çocuklar.
Konuşmalarından
çocukların kim olduklarını hemen anlamışlardı. Kendi aralarında bir ağızdan
konuşmaya, bağrışıp çağrışmaya başladılar. Anlayamıyorlardı: Düşman soyunun bu
kılıç artıklarını hemen orada öldürsünler mi, yoksa Han’larına mı teslim
etsinler? Anlaşamadıkları nokta bu idi. Onlar tartışa dursun, iyi
yürekli, merhametli bir kadın, çocukların eline birer parça haşlanmış at eti
tutuşturdu. Çocukları yaka paça, ite-kaka hanın huzuruna götürürlerken, onlar
ellerindeki yiyeceği bırakmıyorlardı. Önünde gümüş baltalı muhafızların
beklediği büyük, kırmızı bir otağa götürdüler onları.
İki
Kırgız çocuğunun çıkageldiği haberi
karargâhta büyük bir endişe ve heyecan
uyandırdı. Nereden çıkmış, nasıl gelmişlerdi? Ne demek oluyordu bu? Oyunlarını,
şölenlerini bıraktılar. Han otağının önünde toplandılar. Han, en büyük, en ünlü
kumandanlarıyla, kar gibi beyaz keçelerin üzerine oturmuş, bal karıştırılmış
kımızını içiyor, bir yandan da kendisini öven şarkıları dinliyordu. Kalabalığın
geliş sebebini öğrenince hiddetle köpürdü: “Ne cesaretle beni rahatsız
ediyorsunuz? Son ferdine kadar bütün Kırgızları
öldürmemiş miydik? Ben sizi Enesay ülkesinin ebedi sahibi yapmadım mı? Sizi
korkaklar sizi! Şu korktuklarınıza bakın hele. Hey çopur Topal Nine, buraya
gel!”
Topal
ve çopur ihtiyar kadın kalabalığın arasında kendine yol açıp önüne gelince ona
emretti:
-“Al
bunları, taygaya götür, öyle bir şey yap ki onlarla birlikte Kırgız soyu da yok olup itsin! Adları,
sanları, izleri bile kalmasın! Haydi ihtiyar Topa Çopur, buyruğumu yerine getir.
Topal
Çopur Nine sessizce boyun eğdi ve sonra küçük kızla küçük oğlanı ellerinden
tutup oradan çıkardı. Orman içinde az gittiler ve sonunda, Enesay’ın kıyısında,
çok derin bir uçurumun başına gelip
durdular. Topal Çopur Kadın, çocukları uçurumun kenarına getirip yan yana
durdurdu. Onları o uçurumdan aşağı itmeden önce şöyle konuştu:
-Ey
büyük Enesay, ey ulu nehir! Eğer senin derinliklerine bir dağ atsalar, o dağ
orada bir taş gibi kaybolup gider. Eğer
yüzyıllık bir çam ağacı atsalar, onu bir çöp gibi aparırsın! Senin için iki
kum tanesi gibi olan şu iki insan yavrusunu kucağına kabul et. Bu yavrulara bu
dünyada ye yok artık. Bunu ben mi sana söyleyeyim Enesay? Eğer yıldızlar insan
olsa, gökyüzü onlara dar gelir, sığmazlardı. Eğer balıklar insan olsa, nehirler
ve denizler onlara yetmezdi Bunu ben mi sana söyleyeyim? Enesay! Al onları apar
onları! Varsın onlar körpecik iken, temiz yürekli, kötü emeller ve kötü
niyetlerle lekelenmemiş iken, temiz vicdanları insanların çektiği azaplarla
dolmadan, kendileri de başkalarına acı çektirmeden, bizim iğrenç dünyamızı
terk etsinler. Al bunları, apar bunları ey ulu Enesay!
Oğlanla
kız hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Uçurumdan aşağıya bakınca gözleri kararıyor,
korkudan irkiliyorlardı. Bu durumda ihtiyar kadının söyledikleri kulaklarına
girer miydi hiç! Nehrin dalgaları çağıl çağıl, uğul uğul akıyordu.
Çopur
Topal Nine çocuklara:
-Haydi
yavrularım son bir defa kucaklaşıp vedalaşın, dedi. Böyle derken , ikisini de
birden itebilsin diye kollarını sıvıyordu. Konuşmaya devam etti: Beni bağışlayın
sevgili yavrularım. Ee, ne yapalım
kaderiniz böyleymiş. Bilesiniz ki asla isteyerek yapmıyorum bu işi… ama sizin
iyiliğiniz için böylesi…
İhtiyar
kadın bu cümlesini bitirmeden yanı başlarında bir ses duyuldu:
-Bekle
ey ulu bilge kadın! Bu günahsız yavruları canına kıyma!
Topal
Çopur Nine ardına dönüp baktı ve gözlerine inanamadı: Şaşakalmıştı. Çünkü orada
durup konuşan bir ana buğu (maral) idi. Hüzün dolu kocaman gözleriyle sitemli
sitemli bakıyordu ona. Süt gibi beyazdı. Karnının altı ise yavru deveninki gibi
saçak saçak boz yünlerle kaplıydı. Boynuzları güzel, görkemliydi: Sonbahar ağaçlarının
dalları kadar çok ve büyüktü boynuzlarının çatalları. Memeleri, bebekli kadının
memesi gibi temiz, dolgun ve kaygan idi.
-Sen
de kimsin? Niçin insanların diliyle konuşuyorsun? Dedi Topal Çopur Nine.
-Ben
Ana Maral’ım. Maralların Anası. İnsanların
diliyle konuşmasını ne dediğimi anlamaz, beni dinlemezsin.
-Peki
ne istiyorsun Ana Maral?
-Serbest
bırak bu çocukları ey ulu bilge kadın. Onları bana ve
-Ne
yapacaksın onları?
İnsanlar
ikizimi, iki küçük yavrumu öldürdü. Bu çocukları evlat edineceğim.
-Onları
emzirmek, sütünle beslemek mi istiyorsun?
-Evet,
ulu bilge yaratık.
Çopur
Topal Nine katıla katıla gülerek yine
sordu:
-İyice
düşündün mü Maral Ana? İnsan yavruları bunlar insan! Büyüdükleri zaman senin
yavrularını öldürürler!
-Hayır,
büyüyünce benim maral yavrularımı öldürmezler. Ben onların anaları olacağım,
onlar da benim çocuklarım. İnsan
öz kardeşlerini öldürür mü?
Çopur
Topal Nine acı acı başını salladı:
Öyle deme Maral Ana, insanları tanımazsın, orman
hayvanları şöyle dursun, birbirlerini öldürmekten bile çekinmez onlar.
Sözlerimin doğruluğunu anlayasın diye bu çocukları sana verirdim ama insanlar
bu çocukları da öldürürler. Ne diye çekeceksin böyle bir acıyı?
-Onları hiç kimsenin bulamayacağı uzak bir ülkeye
götüreceğim. Acı bu yavrulara ulu bilge kadın. Serbest bırak onları. Memelerim
dopdolu. Sütüm, “Yavru! Yavruu!” diye hasretle gözyaşı döküyor!
Topal Çapur Nine biraz düşündü
ve:
-Pekâlâ,
dedi, senin dediğin gibi olsun. Al ve hemen götür bu yetimleri, bir an önce
senin o uzak ülkene ulaştır. Ama, bu uzun yolculuğa dayanamaz, ölürlerse, ya da
karşılaşacağınız haydutlar onları öldürürse, evlat edindiğin bu insancıklar
sana nankörlük ederlerse, suç senindir, bilesin!
Maral
Ana, Topal Çopur Nine’ye teşekkür etti ve çocuklara şöyşe dedi:
-Bundan
böyle ben sisin ananızım, sizde benim çocuklarımsınız. Siziuzak bir ülkeye
götüreceğim. Orada ormanla örtülü karlı dağların koynunda ılık ıssı bir deniz
var: Isık-Göl denilen bir deniz,
Çocuklar
çok sevindiler ve Boynuzlu Maral Ana’nın yanına koştular, güle oynaya peşine
düştüler. Ama çok geçmeden yoruldular, adım artacak halleri kalmadı. Oysa yol
daha uzundu, dünyanın bir ucundan öbür ucuna kadar.
Boynuzlu
Maral Ana onları sütü ile beslemeseydi, geceleri vücudu ile ısıtmasaydı, o
kadar uzun bir yolculuğa dayanamazlardı. Gittiler, gittiler ve gittikçe eski
vatan Enesay’dan uzaklaştılar. Ama yeni vatan olacak Isık-Göle de daha çok yol
vardı. Az gittiler, uz gittiler, bir yaz, kış, bahar ve sonbahar, yine bir yaz,
kış, bahar ve sonbahar, sonra yine bir kış, yaz, bahar ve sonbahar… insan ayağı değmemiş ormanlardan , kızgın çöllerden
, ayak batan kumlardan, yüksek dağlardan, çağıl çağıl ırmaklardan geçtiler. Kurt
sürüleri peşlerine düştü. Ama, Boynuzlu Maral Ana, çocukları sırtlarına yel
gibi koştu ve onları kurtardı. Avcılar da peşlerine düşmüş ve “Bakın, bakın!
Bir geyik çocukları kaçırıyor! Yakalayın! Vurun!” diye bağırıyorlardı. Ama Maral Ana
evlatlarını, o davetsiz kurtarıcılarından da kurtardı. O, atılan oklardan da
hızlı koşuyor ve alçak sesle onlara: “Sıkı durun, iyi tutunun yavrularım, bizi
kovalıyorlar!” diyordu.
Sonunda
bir gün Boynuzlu Maral Ana çocukları Isık-Göl’e ulaştırdı. Bir tepenin üzerine çıkıp hayran hayran baktılar: Her taraf karlı sıradağlarla, yeşil
ormanlarla kaplıydı. Yeşil ormanlarla kaplı dalgaların arasından
göz alabildiğine bir deniz
uzanıyordu. Bu denizin koyu mavi yüzeyinde beyaz dalgalar koşuşuyordu. Bu
denizin koyu mavi yüzeyinde dalgalar koşuşuyordu. Rüzgâr bu dalgaları çok
uzaklardan getiriyor, çok uzaklara götürüyordu. Isık-Göl'du bu. Nereden
başlıyordu? Nerede bitiyordu? Kimse bilemez. Bir ucunda güneş doğarken öbür ucu
hâlâ karanlıktı. Kaç tane dağ vardı bu gölün çevresinde? Sayısız. Bu dağların
ardında karlı dorukları göklere çıkan
İşta
yeni yurdunuz burasıdır, dedi Boynuzlu Maral Ana. Artık burada yaşayacak, eekin
ekecek, balık avlayacak,hayvan yetiştireceksiniz. Orada, barış ve huzur içine ,
binlerce yıl yaşayın. Soyunuz, nesliniz çoğalsın, her tarafa yayılsın. Sizden
gelenler sizin dilinizi hiç unutmasınlar. Analarının, babalarının diliyle
konuşmaktan, şarkı söylemekten zevk alsınlar. İnsan gibi yaşayın. Ben her zaman
sizinle, sizin çocuklarınızla, sizin torunlarınızla beraber olacağım. Gelecek
zamanlarda hep sizinle olacağım.
İşte
böylece, bir kız ve bir erkek çocuktan ibaret olan son Kırgızlar, ebedi ve
kutsal Isık-Göl’ün kıyısında kendilerine yeni bir vatan buldular.
Zaman
çok çabuk geçti. Erkek çocuk güçlü bir delikanlı oldu, kız çocuk ise ergin bir
kadın. O zaman evlenip karı-koca oldular. Boynuzla Maral Ana da Isık-Göl’den
ayrılmadı, hep Isık-Göl’ün ormanlarında yaşadı.
Bir
gün, tan ağarırken, Isık-Göl kabardı, dalgalar uğul uğul çoştu. Genç kadının da
doğum sancıları tuttu ve acılarla kıvranmaya başladı. Genç adam ise korkuya
kapıldı. Koşup yüksek bir kayalığın tepesine çıkarak olanca gücüyle bağırmaya
başladı:
-Maral
Anaa! Maral Anaa! Nerdesin? Isık-Göl’ün coştuğunu, taştığını duymuyor musun?
Kızın doğuruyor, kızın! Çabuk gel, bize yardım et!
İşte
o zaman uzaklardan, kervan çıngıraklarını hatırlatan şıngır şıngır bir ses
duyuldu. Bu ses yaklaştı, yaklaştı ve birden Boynuzlu Maral Ana göründü. Koşa
koşa geliyordu. Boynuzuna bir beşik takmıştı. Ak kayından yapılmış bir bebek
beşiğiydi bu. Beşiğin kemerine asılmış gümüş bir çıngırak şıngırdıyordu. Bugün
de, Isık-Göl beşiklerinde aynı çıngıraklar vardır. Anneler beşiği sallayınca,
Maral Ana’yı akkayından yapılmış çıngıraklı beşiği görür gibi olurlar.
Boynuzlu
Maral Ana, çıngırak sesiyle şıngır şıngır
Sesiyle
gelir gelmez genç kadın çocuğunu doğurdu.
-Bu
beşik ilk çocuğunuz için, dedi Maral Ana. Çok çocuğunuz olacak: Yedikız,yedi
erkek.
Anne
ve baba çok sevindiler. Boynuzlu Buğu (Maral) Ana’nın şerefine ilk doğan
çocuklarınıza Buğubay adını verdiler.
Buğubay büyüdü. Kıpçak kabilesinden güzel bir kızla evlendi. Buğu soyu, Boynuzlu
Maral Ana soyu, türeyip çoğalmaya başladı. Buğular Isık-Göl çevresinde büyük ve
güçlü bir toplum oldular ve Boynuzlu Maral Ana’yı kutsal bir varlık saydılar.
Hangi soydan, hangi boydan oldukları anlaşılsın diye çadırlarının girişine
maral boynuzu işareti koyuyorlardı. Düşman baskınlarını püskürttükleri zaman ve
at yarışlarında “Buğu! Buğu!” diye bağırıyor ve her defasında onlar
kazanıyorlardı. O zamanlar Isık-Göl ormanları marallarla doluydu. Gökteki
yıldızlar bile kıskanırdı onların güzelliği. Buğuarın hepsi Boynuzlu Maral
Ana’nın çocuklarıydı. Onlara kimse dokunmaz, kimsenin onları rahatsız etmesine izin verilmezdi. Buğular
bir maralla karşılaşacak olsalar, hemen atlarından iner, ona yol
verirleri. Delikanlı erkekler sevdiklerinin güzelliğini akmaralın güzelliğine
benzetirlerdi
Çok
zengin, anlı şanlı bir Buğu’nun ölümüne kadar bu böylece sürüp gitti. Ölen
Buğu’nun bin kere bin koyunu, bin kere bin atı vardı. Çevredeki bütün
insanlar ona çobanlık ederdi. Bu adamın
çocukları büyük bir yas töreni, büyük bir yas şöleni düzenlediler. Dünyanın
dört bucağından anlı şanlı insanları törene davet ettiler. Davetliler için
Isık-Göl’ün kıyısına bin yüz çadır kurdular. Kesilen koyunların, içilen
kımızların, yenilen nefis Kaşgar yemeklerinin haddi hesabı yoktu. Ölen
zenginin çocukları kendi aralarında
şöyle konuşuyorlardı: Ölen babamızın ne kadar zenginlik ve cömert evlatlar
bıraktığını herkes görüp anlasın, babalarının hatırasına nasıl saygılı davranıyorlar, desin. (Ee, oğlum, insanlar, akılları
ile değil de zenginlikleriyle tanınmaya, büyüklenmeye kalkışırsa, bunun sonu
kötü olur.)
Şarkıcılar,
altlarında ölenin çocukları tarafından armağan edilen safkan atlar, b aşarında
samur papak, sırtlarında ipek kaftanı kapı kapı dolaşarak ve birbirleriyle
yarışırcasına, ölene ve onun çocuklarına övgü şarkıları okuyorlardı:
-Güneşin
doğduğu yerden battığı yere kadar nerede
böyle mutlu bir hayat, böyle görkemli
bir tören görülmüştür.? Diyordu biri.
-Dünya
dünya olalı böyle bir tören görülmüştür müdür? Diyordu ikincisi.
-Hey
geveze ozanlar, neler saçmalıyorsunuz? Yeryüzünde rahmetlinin cömertliğini,
şanını, , şöhretini anlatabilecek lâf bulunabilir mi hiç? diyordu dördüncüsü.
İşte
böyle, ozanların övgü yarışı gece gündüz devam ediyordu. (Ee, oğlum,
ozanlar böyle övgü, böyle dalkavukluk yarışında bulunurlarsa , ozan ozan
olmaktan çıkar, şarkının, şiirin düşmanı hâline gelir.)
Rahmetlinin
yas töreni, günler boyu, geceler boyu, bir bayram havası içinde sürüp gitti.
Ölen zenginin övüngeç çocukları, bu gösterişte herkesi geçmek, başkalarını
gölgede bırakmak, kendi ünlerini bütün dünyaya yaymak istiyorlardı. Sonunda,
babalarının mezarına bir maral boynuzu dikmek istediler. Tâ ki bütün dünya bu
nu görüp, ölenin kutsal Boynuzlu Maral Ana soyundan olduğunu anlasın. (Ee,
oğlum, eski zamanda atalarımız, zenginlik gururlanmayı, böbürlenmeyi, gururlanma-
böbürlenme ise baştan çıkmayı, çılgınlığı getirir. Derlermiş)
Zenginin
çocukları
Ustalara
emir verip bu boynuzu babalarının mezarına dikmelerini istediler.
Buğuların
yaşlıları homurdanmaya başladı.
-Bu
maralı ne hakla öldürürsünüz? Boynuzlu Maral Ana’ın soyuna el kaldırmaya kim
cüret etti?
Ölen
zenginin çocukları da şu cevabı verdi:
-Bu
maral bizim topraklarımızda vuruldu. Topraklarımızda yürüyen, sürünen, uçan,
kaçan ne varsa, uçan sinekten koşan deveye kadar hepsi bizimdir. Bize ait bir
marallara yapacağımızı ancak biz biliriz. Haydi defolun!
Uşaklar,
yaşlı adamları itip kakarak, kırbaçlayarak ve atlarına ters bindirerek, onları
büyük bir utanç içinde bırakarak, sürüp kovdular.
İşte
her şey asıl bundan sonra başladı. Boynuzla Maral Ana’nın soyuna büyük felâket
bundan sonra geldi. Hemen hemen herkes
ormanda ak maral avına koştu. Her Buğulu, atasının mezarına bir ak maral
boynuzu dikmeyi kendisine borç bildi. Artık işi atalarına bir saygı olarak
görmeye başladılar. Maral boynuzu bulamayanlara önemsiz, beceriksiz kişiler
olarak bakıyorlardı. Artık Buğu soyundan, yani Boynuzla Maral Ana soyundan
olanlar bile, bu işin ticaretini yapmaya, maral boynuzu alıp satmaya, boynuz
biriktirmeye başladılar. B unu meslek haline getirdiler. (Ee, oğlum, paranın
hüküm sürdüğü yerde, güzel söz ve güzelliğe yer kalmaz)
Isık-Göl
ormanlarında maral kırımı başladı. Hiç acımadan öldürüyorlardı onları.
Ulaşılması zor kayalıklara kaçıyorlardı ama insanlar orada da avlıyorlardı
onları. Üzerlerine köpek sürüleri salıyorlardı. Köpekler onları insanların pusu
kurduğu yere doğru sürüyor ve avcıların oklarına hedef oluyorlardı. Sürü sürü
öldürüldüler. Avcılar, boynuzunda en çok çatal bulunan maralı vurmak için
birbirleriyle yarışıyorlardı.
Ve
böylece marallar tükendi. Dağlar maralsız kaldı. Artık gece yarılarında da,
sabahın erken saatlerinde de maralların bağrışmaları duyulmaz olmuştu. Ne
düzlükte otlayan marallar, ne boynuzlarını arkaya yatırarak hendeklerden
atlayan ve kuş gibi uçan marallar göze çarpıyordu. Öyle zamanlar geldi ki
insanlar doğdukları günden öldükleri güne kadar bir tek maral göremez oldular.
Artık maral adını yalnız masallarda dinliyor, boynuzlarını da yalnız mezarlarda
görüyorlardı.
Peki
Maral Ana’ya ne olmuştu?
O,
insanlara küsmüştü. Çok gücenmişti onlara. Anlatılanlara göre, marallar
köpeklerden ve avcılardan kurtulamadıkları için sayıları parmakla sayılacak
kadar azalınca, Boynuzlu Maral Ana, en ulu dağın doruğuna çıkarak Isık-Göl’e veda etmiş, son kalan yavrularını toplayıp,
büyük geçidi aşarak başka bir ülkeye, başka dağlara gitmiş. ... ..
beyaz gemi & Cengiz Aytmatov
çeviren : refik Özdek
Ötüken
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder