25 Ağustos 2022 Perşembe

Eski Şiirimizin Ustaları*


 

… ..Türk toplumu yeniye, ileriye doğru gidiyor; Türk edebiyatı da öyle…Türk toplumunun çağdaş medeniyet içinde gereken yere ulaşması çabasındayız, çağdaş medeniyet içinde istediğimiz yeri alabilmemiz için çağdaş kültüre sahip olmalıyız. Yeni kuşaklar ona göre yetiştirilmelidir. 

Eskiye özlem duymak gereksiz, eskiyi diriltmeye kalkmak hem faydasız, hem imkânsızdır; eskiye özlem duymadan eskiyi bilmek, geçmiş değerleri saygıyla hatırlamak gereklidir.

Doruğuna kadar çıkmış, çağını bitirip kapatmış bir eski kültürümüz vardır; esski sanatımız, eski şiirimiz bu kültürün büyük bir bölümüdür.

Edebiyat tarihimizin geçmişle ilgili yapraklarını yenilere sunmak, açıklamak için 1963-1964 yıllarında İstanbul Radyosu’nda bir süre “Eski Şiirlerimizin Ustaları” adı altında konuşmalar yayınladım; bu kitapta o konuşmalar bir araya getirildi.

Bu konuşmalarda eski Türk şiirinin Anadolu topraklarında başlamasından yakın günlere kadar ki ustaları kronolojik sırayla gözden geçirilmiştir; kitabın eski şiirimizle ilgilenenlerle birlikte okul öğrencilerine de faydalı olacağını umuyorum.


Yunus Emre * Âşık Paşa  * Ahmedi Şeyhi  *  Süleyman Çelebi  *  Hacı Bayram, 11


Kadı Burhaneddin  *  Nesimi  *  İkinci Murat  *Ahmet Paşa  *  Tokatlı Lûtfî


Fatih Sultan Mehmet

Hâkpây-ı tâcım, kûy-i dilber mesnedim;

Reşk eder Cemşîd ü Cem taht ü Külâhımdan benim!



Sevgilinin ayağı toprağı tacımdır; dilberin köyüne, yerine yurduna kavuşmak benim için en önemli makama

çıkmaktan iyidir. Cemşid de, Cem de, bütün eski ve büyük hükümdarlar benim sevgilinin köyünü taht, onun

ayağının toprağını kendime tac etmemi kıskanırlar; kıskansalar yeridir!


Bağda gül ruhlerindir verd-i hamrâdan murâd

Kamentindir râst-ı serv-i dilârâdan  murâd


Aşk derdîdîr cihânda âşıka maksûd olan

vasl-ı dilberdir hemin bû dar-ı dünyâdan murâd


Dûd-i âhımdırfelekte ebr-i bÂrândan garaz

Eşk-i Çeşmimdir eşîğinde süreyyâdan murâd


Çün ecel sulh ettirir âhir nizâı kaldırur

Pes nedir dünyâ için bu kuru bu guru gavgaadan murâd


Beyti bozarsın rakıybi anma şi’r ü inşâdan murâd


Bahçede kırmızı güller açtı diyorlar; 

kırmızı gül dedikleri senin gül yanakların olmalı!

Gönül okşayan servinin duruşundaki güzelliğini övüyorlar; 

bu övdükleri herhalde senin boyundur. 

Cihanda âşığın istediği aşk derdinden başka bir şey değil. 

Bu dünyaya dilbere kavuşmak için, güzelle birlikte olmak için  gelmedik mi? 

Gökyüzündeki yağmur bulutlarından söz açıyorlar; 

bunlar benim âhımın göğe yükselttiği dumanlar olmalı… 

Ey sevgili senin eşiğinde birtakım yıldızlar parıldıyor, 

bunlar herhalde benim gözyaşlarımdan başka şeyler değildir. 

Ölüm, sonunda bütün anlaşmazlıkları barışa çeviriyor, 

öyle ise dünya için bu kuru kavgalara girişmek neden? 

Şair, sakın rakipten söz etme, onun adını araya karıştırırsan beyit bozulur; 

şiir güzeli övmek, sevgiliyi anlatmak için söylenir. 



Zeynep  * Necati  * 

Şehzade Cem 


Fatih Sultan Mehmed’in iki oğlunun, İkinci Bayezid ile Şehzade Cem, ikisi de şairdiler.  İkinci Bayeszid 1447 yılında doğmuştu, İstanbul alınmadan önce… İstanbul’da

padişahlık etti, 1512 yılında öldü. İkinci bayezid şiirleri pek o kadar önemli şeyler değil… Küçük kardeşi

Cem iyi şair!

Fatih Sultan Mehmed ölünce iki kardeş padişahlık kavgasına düşmüşlerdi; ordu kurup birbirleriyle

çarpıştılar, İkinci bayezid’in tarafı üstün geldi; zaten padişahlık sırası da ondaydı. Şehzade Cem bir

düre sonra yine büyük kardeşini tahtından indirip yerine geçmeye kalktı, yine yenildi, bu sefer canını

kurtarmak için Rodos adasına kaçtı. Rodos şövalyeleri onu yakalayıp papaya teslim etti, papa onu

Osmanlı devletinden yararlanmak için koz olarak kullandı. Cem 1459’da Edirne’de doğmuştu.1495’te

Napoli’de öldü. Padişahlık İkinci Bayezid’de, şairlik Cem’de kaldı. Küçük kardeş, hırslı şehzade iyi

şairdir… .. 


Câm-ı Cem nûş eyle ey Cem, by Frengistân’dır;

Her kulun bâşına yâzılan gelür devrândır


Kâbetullah’a varup bir kez tavâf eylediğün

Bin Karâman, bin Acem, bin milket-i Osmândır.


Çok şükür Allah’a kim geldin Firengistan’a sağ

Sağlığınca her kişinefsince bir sultandır.


Fırsatı fevt eyleme, ıyş eyle, sür zevk u safâ,

Kimseye bâaki değil devrân, bu dünya fândır.


Iyş kıl bu şehrde şehzâde-i Efreng ile

Kim begayet nâzeenişn ü server-i bûbândır.


Padişahlık bundan özge olamaz Şezâde Cem!

Hâtırın boş eyle câm iç meclis-i rindândır.


Çalınur çeng ü def ile arganun kanun- misal,

Ney girivinden Firengçe serbeser efgandır.


Hûblar kendi dilince nağmeler âğaz eder

Raks ile reftâr edenler bûridir, gılmandır.


Yedi yıllık kaynamış s^fî şarâb-ı lâ’l-i nâb

Sâkî sîmin elinde her taraf rindândır.


Bunlar ile ey civan Şehzâde Sultan Cem sana

Bir gece zevk eylemek her şeylere rüchândır!


Padişah oldur ki giz zâtına ermez zeval,

İlle bâki kadir ü hallâk-ı ins ü cândır,


Ver salâtı Mustafâ’ya ta ki Hak âzad ede

Şol yiğitler kim Frenk’te bend  ile zindandır.


Yürü var eyle Bâyezit sen süregör devrânını

Saltanat bâki kalur derlerse bu yâlândır!



Ey Cem! Kadehi çek, içkiyi icat ettiği söylenen efsane hükümdar Cem’in kadehini çek ki

burası Frenk ülkesidir. Her kulun başına önceden yazılan gelir; bu devrandır, döner. İlâm

Peygamberi Muhammed Mustafa’nın doğduğu, gömüldüğü yerleri gidip ziyaret etmiştim; bu,

bin Karaman, İran, Osmanoğulları memleketine bedeldir. Tanrı’ya şükürler olsun, Frengistan’a

sağ olarak geldim. Sağ olan her kişi kendi başına sultan sayılır. Fırsatı kaçırma, ey Cem! Ye, iç,

hayatın tadını çıkar! Bu dünya kimseye kalmaz. Bu şehirde Frenk şehzadesiyle birlikte ye, iç…

Çok nazlı, güzeller güzeli bir arkadaş kazandın! Ey Cem, bundan daha iyi padişahlık olamaz.

Hatırını hoş tut, kederlenme, rintler toplantısındasın. Çalgılar çalınıyor, kanun denilen saza

benzer

erganun çalınıyor;  ney sesine nağmelerle feryatlar yükseliyor. Güzeller kendi dillerinde şarkılar

söylüyor, cennet güzelleri karşısında raks ediyor; gümüş bilekli içki verenler yedi yıllık kaynamış

kırmızı şarap sunuyor. Ey genç şehzade Cem! Bunlarla bir gece zevke dalmak senin için her

şeyden

üstündür.


* Hamdullah Çelebi


Mihr’i Hâtun

... ..


Sen vâr iken dost banâ yâr gerekmez;

Cevrin Çekeyim, gayri vefâdâr gerekmez. 


Cevrin de vefâdır bana derdinde vefâdır,

Bîmar dile bir dahi timar gerekmez.


Cânâ, bu cihân vefâdâr sanemler

Her kûşede gerçi nicesî vâr, gerekmez!


Kûyunda senin dâma üryân olayım tek

Cennette banâ hulle ü destâr gerekmez.


Mest-i aşk ol, yürü âlemde ki Mihri

Pes rind-i harâbât olana âr gerekmez!


Ey dost, sen varken bana başka sevgili gerekmez! Bana yaptığın cefayı çekeyim, bana artık yakınlık  gösterecek başkası gerekmez. Bana ettiğin eziyet, verdiğin dert vefakârlık, dostluk gibi geliyor; bu ezanın cefanın hastasıyım, ama bu hastalığa ilaç istemiyorum. Ey sevgili, bu cihanda hem tapılacak derecede güzel, hem de vefalı olan dilberlerin her köşede bir çokları bulunur ama bunların hiçbirini istemem! Cennette günahsızlara giydirileceği söylenen süslü elbisede, süslü sarıkta, başörtüsünde gözüm yok; senin köyünde, yerinde yurdunda, yakınında olayım, ömrüm boyunca çıplak kalmaya bile razıyım! Mihrî! Aşk içkisi ile kendinden geç! Harâbât âleminde yaşayan rinde utanmak gerekmez!


*Rind, dünya işlerine önem vermeyen kimse, kalender, gönül eri.


Fuzulî 1,51


Fuzulî 2, 58


Mesîhî  *  Benli Hasan Çelebi  *  Yavuz Sultan Selim  * İbn-i Kemal  *  İshak Çelebi  *Zatî  *  Hayalî,66


Bâkî, 74


Kanunî Sultan Süleyman  *  Şehzade Bayazıt  *  İkinci Selim  *  Kara Fazlı  *  Hâtemi Mustafa Paşa  *  Taşlıcalı Yahya  *  Nev’î, 84


Bağdatlı Rûhî  *  Birinci Sultan Ahmet  *  Mustafa Hâletî  *  Araî, 94


Nef’î , 103


Gamzen ne kadar olsa niyaz etmeğe bâis,âşık, 

Âhım olur ol mertebe nâz etmeğe bâis.

Nef’î gibi gamzen de sana can ile âşık,

Derd-i dili hep mahrem-i râz etmeğe bâis!

 

 

Tatlı ve süzgün bakışın beni ne kadar yalvartmaya sebep oluyorsa da senin o kadar nazlanmana sebep oluyor. 

Galiba Nef’î senin gibi o tatlı yan bakışın da sana candan âşık… 

Beni kıskanıyor da gönlümün o gizli derdini daha çok gizlemeye, sana duyurmamaya sebep oluyor!

… ..


Ağyâre nigâh etmediğin nâz sanurdum,

Çok Lûtf imiş o , âşıkaben âz sanurdum.


Gamzen dili rüsvâ yı cihân eyledi âhir,

Billâh ben ol âfeti hemrâz sanurdum


Seyreylemişim âyinede aks-i cemâlin,

Hüsn ile seni meh gibi mümtâz sanurdum.


Mâmur idiğün bilmez idim böyle harâbât,

Yoksa sözünü hep senin i’câz sanurdum!


Başkalarına bakmadığını ben sadece naz sanırdım,

meğerse o büyük bir lûtufmuş, ben az sanırdım.

Bana öyle bir güzel bakışla baktı ki o tatlı, süzgün, yan bakışın gönlümü sonunda cihana r,sva etti, herkesin diline  düştüm, rezil oldum; sana âşık oldum da bu hale geldim. Halbuki ben, o afeti benim sırrımı saklar sanırdım. Güzelliğinin aksini aynada seyrettim, seni ay gibi güzellikte farklı sanırdım; meğer sen daha çok, daha güzel, güzellerin hepsinden güzelmişsin! Senin yüzünden içki, saz, zevk içinde gönlümün bana gösterdiği yolda yürümeye başladım. Artık harabat âleminde ömür sürüyorum. Ben harabat âleminin bu kadar dört başı mamur bir yer olduğunu bilmezdim; mestaneleri, içkiyle kendinden geçenleri, başıboş, perişan bir zevk ve aşk hayatına düşenleri sadece evden  bunalmış, ev barkla ilgisini kesmiş kimseler sanırdım. Ey nef’î, ben senin sözlerini sadece herkesi hayrette bırakan ustalıkta, parlak sözler sanırdım; meğer senin sözlerin şiir olmakla kalmamış, aynı zamanda sihirmiş; herkesi büyüleyen bir sihir!


On dokuzuncu yüz yıl sonu, yirminci yüzyıl musikicilerinden Rahmi Bey, bu gazelden dört mısraı uşşak makamında bestelemişti.

… ..


Gamzen ne kadar olsa niyaz etmeğe bâis,

Âhım olur mertebe nâz etmeğe bâis,

Nef’î gibi gamzen de sana can ile âşık,

Derd-i dili hep mahrem-i râz etmeğe bâis!


Tatlı  ve süzgün bakışın beni ne kadar yalvartmaya sebep oluyorsa âhım da senin o kadar nazlanmana sebep oluyor. Galiba Nef’î gibi senin o tatlı yan bakışın da sana candan âşık… Beni kıskanıyor da gönlümün o gizli derdini daha çok gizlemeye, sana duyurmamaya sebep oluyor!



Şeyhülislâm Yahya,111

… .. 1553 yılında, İstanbul’da doğmuş, 1644 yılında yine İstanbul’da ölmüştür. … ..



Aşk âteşine, ey dil, yanarsa cân-ı şeydâ,

Her bir avuç külünden bir bülbül ola peydâ;


Mülk-i dile o lebden hakka bir korku vardır,

Caiz ki bu şererden âlem yana serâpâ!




Divan edebiyatı şairleri, gözleri kendi içlerine kapanmış insanlardı; dört yanı bir nakışla süslü bir billur kule içinde, hayal imbiğinden teşbih ve istiare süzerek yaşarlardı. Bilirsiniz, teşbih benzetmek demek; istiare bir sözü asıl anlamından başka bir anlamda, ödünç olarak alınmış bir anlamda kullanma sanatıdır. Teşbih de istiare de eski edebiyatımızın çok kullanılan söz hünerlerinden sayılır. 

Şair Yahya’nın … .. teşbih ve istiareyle dolu dört mısraını okurken gözümün önünde gördüklerimi size anlatayım:


Aşka ateşiyle yanmış yarı deli gönüllerin külleri avuç avuç havaya serpiliyor, bir daha da yere düşmüyor; çünkü onlar artık kanat şakırtıları içinde hayal etme gücümüzün yarı aydınlık seherinde, tabiat ilk ışıklarla aydınlanmaya başlarken, sonsuz yolculuklar çıkan bülbüllerdir. 

Bu birinci imaj. 

İkinci imajı da birlikte yaşayalım: Yahya, sevgilisinin kızıl dudağını kıvılcıma benzetiyor. 


Bu kıvılcımdan âlem yanabilir;  güzelden anlayan herkes, bütün âşık gönüller, böyle bir kıvılcımdan tutulmuşlardır. Gönül ülkesine o dudaktan gerçek tehlike vardır.


… ..

Bu lâciverdî kâsede her subh mihr altun ezer;

Vasf-ı cemâlin yazmağa, cânâ, gerektir hall-i zer.


Başı açık yalın ayak olmuştur güneş,

Bir yerde ârâm eylemez şevkınle  dünyâyı gezer.


Her gonca dest-i şâhta bir nâme-i serbestedir,

Bülbül umar kim açıla, zımnında maksûdun sezer,


Bâğın mutarrâ sünbülü başlar açılmağa kaçan,

Gördükçe anı sanuram bir dilrûba zülfün çözer!



Şair gökyüzünü lâcivert bir kâseye benzetiyor, güneş her sabah bu kâsenin içinde altın ezmektedir; sevgilinin güzelliğini övecek bir şiir yazabilmek için ancak böyle güneş gibi yüce varlığın gökyüzü gibi bir lâcivert kâse içinde altın eritmesi gerekir. Güneşin gökyüzünde bir uçtan bir uca sabah akşam dolaşıp durması da böyle güzel bir sebepten dolayıdır; güneş gökyüzünde başı açık yalınayak, cezbeye düşmüş bir derviş gibi dolaşıyor. Bir yerde durup dinlenmemesinin sebebi, ey sevgili, sana olan aşkıdır; bu aşktan aldığı şevktir. Henüz açılmamış gül goncaları, dalın elinde duran kapalı mektuplardır; güzellik ve sevgi ülkesinden haber getiriyorlar. Bülbülün yanıp yakılarak ateşten nağmelerle gül fidanının başucunda beklemesi bunun içindir, umuyor ki bu goncalar açılacak ve içinden dileğine uygun haberler alacak. Bahçede kıvrım kıvrım sümbülün açıldığını gördükçe bir dilruba, , gönül alan bir güzel, çimende oturmuş, çiçeklerin arasında güzel kokulu saçını çözüyor sanırım.



*Dilruba :Herkesi kendine aşık eden güzel. Gönül kapan, gönül alan. Sevgili, aşık.



Hafız Paşa  *  Dördüncü Murat   *   Fehim Mustafa Çelebi  *  Bayahî  *  Naili  *  Neşatî  * 


Nabî  *  İbrahim Hatemî  *  Sırrî, 134


Nazîm, 142


Nedîm, 151


Bin zeban söylersin ol çeşm-i suhan-perdâz ile,

Dâsitanlar şerh edersinbir nigâh-ı nâz ile.


Dün gece cûş-i safâdan oldu bir deryâ-yı nûr,

Kûçe-i ney, mâhitâb-ı şûle-i avâz ile.


Sen ıtab-ı naz kasdetsen dâhi ol çeşm-i şûh

Âşıkın mecnun eder bir şive-i mümtâz ile.,



Sessizce konuşan o gözlerinle bin dili birden söylersin; nazlı bakışlarınla destanlar anlatırsın. Bir yandan ney sesi, bir yandan okuyucuların seslerinden çevreye yayılan ay ışığına benzer parıltı öyle bir zevk ve sefa çoşkunluğu vücuda getirdi ki etrafı bir nur denizi halinde gördüm. Sen âşığını azarlamak istersen bile o şuh gözün bin seçkin şive ile, işve ile âşığı deli eder.

Nedim'in bu mısralarını da  on dokuzuncu y,zyıl sonlarında, asrımızın ilk yarısında yaşamış olan eski Washington elçimiz, eski Dârülelhan Ziya Paşa nişaburek makamında bestelemişti. … ..



Sâbit  *  Fasîh Çelebi  *  Osmanzade Tâib  *  Üçüncü Sultan Ahmet  *  Seyyit Vehbi  *  Nahîfî, 168

… ..

ÜÇÜNCÜ SELİM  205

Üçüncü Selim hem şair, hem musikiciydi; hem saz çalar, hem besteler yapardı. Yaptığı besteler Türk musikisinin başarılı ve değerli eserleri arasında sayılır. Üçüncü Selim şiirlerinde İlhâmi mahlasını kullanırdı. Zaman zaman eskiden Hâkimâne denilen tarzda, yani akıl, himmet, nasihat yollu; zaman zaman da lirik şiirler söylemiştir. … ..


Teâllâh nasib ettin, taht-ı Süleyman’dır,

Uyan ki hâb-ı gafletten bu mülk zîrâ perîşandır.


Cihâna kılma rağbet meyl edüp de mekr-i şeytaâna,

Emânet eyleme nâ-ehle, Hak nigehbandır.


Serîr-i saltanatta olma gagif bir an İlhâmî,

Sana da bâki kalmaz çünkü bu bir çerh-i devrandır.



Yüce Tanrı nasip ettin, padişah oldum. Bu bir Süleyman tahtıdır sürekli değildir.  Ey İlhâmi, gaflet uykusundan uyan; bu yurt perişandır. Şeytanın hilesine uyup da cihana rağbet etme, halkı değersiz, görevini yapamayacak durumda kimselere emanet etme. Tanrı bizi

 gözlüyor. Ey İlhâmi, saltanat tahtında otururken bir an gaflete dalma, akıl ve tedbirden ayrılma. Bu taht, bu taç da sana da kalmaz. Hayat, talih, zaman dönen bir çark gibidir; her şey değişir.

… ..


Miyân-ı nâzik-i yâri nihâle benzettim,

Çemende bülbülü hayretle lâle benzettim.

Görünce Sarıkaya içre rûy-i dildârı

Güneş içinde anı nev-nihâle benzettim!


Yârin ince belini bir dala benzettim. Bülbül onu görmüş, o dala konayım mı konmayayım mı diye hayretle susmuş; bülbül hayretten sesini kaybetmiş, susmuş gibi bir halde… Sevgilinin güzel yüzünü Sarıkaya içinde görünce onun güneşin parıltısı arasında yeni yetişmiş fidana, “nevnihal”e benzettim.

Selim’in şiirinde geçen Sarıkaya sözü bir yer adıdır; Üsküdar'da, Çamlıca Kısıklı yolundadır. Eskiden orada padişah köşkü varmış, Üçüncü Selim de ara sıra oraya gidermiş. “Nevnihal” yeni yetişmiş fidan anlamında, ama padişahın gözdelerinden bir cariyenin adı da olabilir. .

… ..




*lal - Nedir Ne Demek

*Dili tutulmuş, konuşamaz duruma gelmiş, dilsiz.

Parlak kırmızı renkte, billurlaşmış, saydam bir alüminyum oksidi olan değerli bir taş.

Bu taşın renginde olan.

Kırmızı renkli bir çeşit mürekkep.

Kırmızı. Al renk. (Osmanlıca'da yazılışı: la'l)

Dilsiz. Söz söyleyemiyen. (Osmanlıca'da yazılışı: lâl)




nigahban - Nedir Ne Demek

*Bekçi, Gözcü, Gözleyen.


*nihal - Nedir Ne Demek

*“Can Seni Seve” , Taze, Düzgün Fidan, Sürgün.  İnce ve düzgün vücutlu sevgili.








*Eski Şiirimizin Ustaları & Refik Ahmet Sevengil

İlk baskısı 1927 yılında Sühulet Kütüphanesi tarafından yapılmıştır.


Alfa basım Yayım Dağıtım

1.Basım: Eylül 2014


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder