27 Eylül 2022 Salı

Budala*


 

… ..Kasım sonlarında, karların eridiği bir sabahın saat dokuzunda Varşova-Petersburg treni hızla Petersburg'a yaklaşmaktaydı. Hava öylesine nemli, öylesine sisliydi ki, şafak bile güçlükle söküyordu.; vagonların pencerelerinden rayların sağında solunda on adım ötesi zor görünüyordu. Yolcular arasında yurtdışından dönenler de vardı, ama daha çok üçüncü mevki vagonları kalabalıktı ve buradaki yolcuların hepsi de trene kısa süre önce binmiş küçük esnafla işçilerdi. Her zaman olduğu gibi herkes yorgundu, gece yolculuğu  göz kapaklarını ağırlaştırmıştı, üşümülerdi, yüzler sisin altında soluk sarıydı.

Ortalığın ağarmaya başlamasıyla birlikte üçüncü mevki vagonlarından birinde pencere kenarında karşılıklı oturan iki yolcu seçilir olmuştu: İkisi de gençti, ikisinin de hemen hiç bagajı yoktu, ikisi de şık giyimli değildi, ikisinin de epey ilginç yüzleri vardı ve nihayet ikisinin de birbiriyle sohbet etmek istediği belliydi. Birbirlerinin özellikle o anda neyiyle ilginç olduğunu bilselerdi, kaderin onları Varşova-Petersburg treninin üçüncü mevkiinde böylesine tuhaf bir rastlantıyla karşı karşıya oturtmasına kuşkusuz ikisi de şaşardı. Biri kısa boylu, kıvırcık saçları neredeyse kapkara, gri, ufak gözleri ateşli bakan, yirmi yedi yaşlarında bir gençti. Burnu iri, yassı, elmacık kemikleri çıkıktı; ince dudaklarında küstah, alaycı, hatta hain bir gülümseme dolaşıyordu. Ancak alnı geniş, biçimliydi ve yüzünün pek gösterişli olmayan alt bölümünün çirkinliğini örtüyordu. Bu yüzde, genç adamın oldukça sağlam yapısına karşın, ona bitkin bir görünüm veren bir ölüm solukluğu ile küstah ve kaba gülümseyişine de, ateşli, kendini beğenmiş bakışına ters düşen, tutku dolu, neredeyse azap verici bir özellikle dikkati çekiyordu. Sıkı giyinmişti. Kuzu kürkü

 önü kapalı, bol siyah bir gocuk vardı üzerinde, bu yüzden gece hiç üşümemişti. Oysa karşısında oturan , rutubetli Rus kasım gecesine hazırlıksız olduğu belli olan yolcu , gecenin tüm nemini gece boyunca sırtında hissetmek zorunda kalmıştı. Onun üzerinde ise genellikle yurt dışında uzak bir yerlerde, sözgelimi İsviçre’ye, Kuzey İtalya’ya gidenlerin, dönüş yolunun Eydtkuhnen’den Petersburg’a kadar olan bölümünü kuşkusuz hesaba katmadan, kışları giydiklerinin tıpatıp aynısı, kocaman kukuletalı, çok bol, kolsuz, kalın

26 Eylül 2022 Pazartesi

Eşkıyalar ve Devlet*


 

… ..Eşkiyalık nasıl ortaya çıktı? Osmanlı DEvleti eşkiyalarla hangi yollarla pazarlık yaptı? Onları kendi konumunu sağlamlaştırmada ve toplum üzerindeki hâkimiyetini sürdürmede nasıl kullandı? Savaşlar, vergiler ve idari yükümlülükler, Avrupa'da ve Osmanlı İmparatorluğu’nda devletin oluşumu konusunda ne tür sonuçlar doğurdu? Yaşanan olumsuzluklar karşısında Osmanlı köylüsü akılcı mı yoksa vurdumduymaz mı davrandı? Celalilerin asıl amacı neydi?


Karen Barkey bu ödüllü eserinde Osmanlı İmparatorluğu'nun en geniş sınırlarına ulaştığı, devlet kurumlarının yerleşmeye başladığı 17. yüz yıla odaklanıyor ve imparatorluğun bu dönemde karşı karşıya kaldığı en büyük sıkıntıyı, eşkıyalığı ele alarak merkezileşme metot ve sürecini irdeliyor. Devlet ve tımar sahipleri arasındaki gerilimi, yüksek rütbeli taşra görevlilerinin reaksiyonlarını, Osmanlı köylüsünün reflekslerini, eşkıyalığın ortaya çıkışını ve güçlenmesini devletle eşkıyalar arasındaki ilişkileri çarpıcı bir bakış açısı ve oldukça akıcı bir üslupla ortaya koyuyor. Anadolu’da ortaya çıkan eşkıyalığın nedenlerini, seyrini ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bu sorunla nasıl baş ettiğini hem arşiv belgeleri, hem de ikincil literatürü harmanlayarak ele alıyor.


İmparatorlukların yükselişleriyle çöküşleri arasındaki süreçte, tarih durmaz, akmaya devam eder. İmparatorluklar hüküm sürdükleri uzun dönemler boyunca, çok çeşitli halkları, karmaşık birleştirme 

süreçleriyle ve zor kullanarak bir arada tutmuşlardır. Geniş toprakların denetim altında tutulması, imparatorlukların, koşullara uyum sağlamalarına hizmet eden devlet stratejilerini kullanmasını gerektirmiş, bunun da genelde çok büyük toplumsal maliyetleri olmuştur. Ancak bu bedelleri  ödemenin çatışmaları azaltmak gibi bir faydası da vardır. İmparatorlukların halkları bir arada tutmak ve toplumsal çatışmayı dizginlemek konusunda ne kadar başarılı olduğunu anımsamamız için, 20 yüzyılın başında ve sonunda

Cevdet Bey ve Oğulları*


 

… ..Abdülhamit döneminin son yıllarında, İstanbul’un ilk Müslüman tüccarlarından küçük dükkân sahibi Cevdet Bey’in tutkusu,mhem işlerini büyütmek, zenginleştirmektir hem de “Batılı anlamda” çağdaş, modern bir aile kurmak. Kökü taşraya uzanan geleneksel ailesini bir yana bırakarak bu isteklerini gerçekleştirmeye girişen Cevdet Bey’in ve oğullarının hikâyesi, bir anlamda modernleşme uğraşı içindeki Türkiye Cumhuriyeti’nin özel hayatının da bir hikâyesidir. Ev içlerinin,

yeni apartman hayatının. Batılılaşan büyük ailelerin, Beyoğlu'na çıkıp alışveriş etmelerinin, radyo dinlenen pazar öğleden sonralarının dikkat ve sevgiyle anlatıldığı bu panoramik roman … ..

… ..

“… ..  Bugün ne yapacağım? Dükkânda işleri çabuk bitirmem lazım! Belki gider abimi görürüm!” Beyoğlu’nda bir pansiyonda hasta yatan ağabeyini hatırlayınca canı sıkıldı. “Sonra Fuat Bey ile yemek yiyecektik. Selanik’ten gelmiş…  Öğleden sonra Nişantaşı’na, Şükrü Paşa’nın konağına gideceğim!” Nişanlısını üçüncü defa görebilme umuduyla heyecanlandı. “Sonra, tellalın bulduğu o eve bir daha bakarım.” Nişantaşı ya da Şişli’de, evlendikten sonra oturacağı bir ev satın almaya karar vermişti. “Sonra dükkâna dönerim. Yazık, bugün dükkânda fazla bulunamayacağım… Bugün ne? Pazartesi!” Parmaklarıyla hesapladı. Üç gün önce Abdülhamit’e cuma selamlığında bomba atmışlardı. Ondan iki cuma önce de nişanlanmıştı. “On yedi gün önce nişanlandım!” diye düşündü. Araba dükkânın önünde durdu.

Dükkânı görünce, arabanın sallanması ve uyku mahmurluğuyla aklında bütün aleviyle parlamayan hesaplar, birden yanmaya başladı. “Boya siparişleri için mektup yazılmadı. Bozuk çıkan o lambaları kime satabilirim? Eskinazi borcunu bugün de vermezse ona ne diyeceğim ki…” Dükkânın eşiğine adımını atıyordu. "Bismillahirrahmanirrahim! Eskinazi’den iki yüz lira fazla ister, uygun görürse borcunu bir ay ertelerim…” Çıraklardan birine başıyla sert bir selam verdi. Çalışkan ve tokgözlü olduğu için sevdiği

21 Eylül 2022 Çarşamba

Ev Sahibesi*


 

… ..Farkında olmadan yabanileşmişti, bu süre içinde dışarıda başka bir -gürültülü, hareketli, heyecanın ve değişikliğin eksik olmadığı, onu sürekli çağıran ve er geç karışacağı - yaşam olduğu aklına bile gelmemişti.. Bu yaşam hakkında elbette bir şeyler duymuş, ama onu hiç tanımamış ve araştırmamıştı. Çocukluğundan beri kendi kendine has bir tarzda yaşamıştı; artık bu yaşam tarzının dışına çıkamazdı. Ordınov’un büyük, karşı konulamaz, insanın hayatını tüketen ve onu diğer dünyadan, yani günlük hayattan soyutlayan bir tutkusu vardı. Bu tutku - bilimdi. Bu tutku, uykularını bile zehirleyerek yavaş yavaş gençliğini tüketmiş, havasız odasında sağlıklı besin ve temiz hava olmasına izin vermemiş, tutkusunun esiri olan Ordınov bunu fark etmek istememişti. Gençti ve başka isteği yoktu. Bu tutkusu onu dışarıdaki yaşam karşısında bir çocuk kadar aciz duruma düşürmüş ve insanlar arasında, ihtiyaç duyduğunda bile, yer bulamayacak duruma getirmişti. Bilim, kullanmasını bilenler için -bir kazanç kapıdır; Ordınov’un bilim tutkusu ise kendine doğrulttuğu bir silahtı.

Okuyup öğrenme isteği, o güne kadar ilgilendiği her faaliyet gibi, mantıklı bir nedenden çok bilinçsiz bir hevese dayanıyordu. Küçüklüğünde bile arkadaşlarına benzemeyen, tuhaf bir çocuktu. Ailesini tanımamıştı; insanlardan uzak, garip karakteri yüzünden arkadaşları ona sert, kaba davranmışlardı ve böylece giderek yabanıl, kasvetli bir insan haline gelmişti. Ama yalnız başına yaptığı çalışmalarda da düzenli, belirli bir sistemi olmamıştı ve hâlâ da yoktu.; artık sadece bir sanatçının duyduğu ilk coşku, ilk heyecan, ilk tutku kalmıştı. Kendi sistemini yaratmıştı; yıllar içinde bu sisteme alışmış, ruhundaki hâlâ karanlık, belirsiz, ama olağanüstü, aydınlatıcı fikirler, yeni, aydınlanmış bir biçimde yavaş yavaş doğmuş ve bu fikirler ruhunu kaplamış, sıkıntı vermeye başlamıştı.; Ordınov hâlâ tam anlamıyla emin olmasa da, bu fikirlerin eşsiz, doğru ve özgün olduğunu hissediyordu: BU yaratma kabiliyeti, genç adamın enerjisi üzerinde etkisini göstermişti. Bu kabiliyet gelişti ve pekişti. Ama düzenleme ve yaratma süreci hâlâ uzak, belki de çok uzak ve belki de imkânsızdı…. ..

19 Eylül 2022 Pazartesi

Mimoza Sürgünü*


 

… ..Üç gündür nasıl olduysa bir sahil kasabasında, deniz kıyısındaydım. Aklım, eylül bir dedi mi Trabzon’a inen sonbahar yağmurlarında kalmış olsa da burada da hiç bitmeyen bir yaz yok haddizatında. Kışın, yaz içinden sancıyla çıkmasını izliyorum. Kemâle eren her şeyin zevali başlıyor şimdi. Üzümler morarmış, incirler çatlamış. Çürümenin başlangıcı bir adım ötede duruyor.

Yine de burası çok güzel. İnsanlar güler yüzlü, satıcılar nazik trafikte kimse korna çalmıyor, selektör parlatmıyor. Dallar, kırıldığı yerden kendini onarıyor. Ayağı toprak görmemiş apartman kedileri bile arılkardan korkmayı öğreniyor burada. Ay ışığı yaprakların üzerinde oynaşıyor.

Üstelik kalbimin kapıları da açılmış. Salaş bir balık lokantasında -deftersiz kalemsizim- elime tutuşturulan tükenmez bir kalemle kâğıt peçete üzerine cümleler yazıyorum. Hiç tanımadığım bir gökyüzü haritasıyla güneşin deniz üzerine düşen ışığı arasındayım. Ben gurbette değilim/Gurbet benim içimde faslındayım. Ezelî gurbette.

Derken, kim bilir hangi radyodan, Özhan Eren’in dizeleri çarpıyor kulağıma: “Âh Bu Gönlüm!” 

Öyle bir uzağa düştün ki gönlüm

Buna sürgün derler a canım ayrılık değil


İki mısra kan. Ben bu ezgiyi bu dizeleri de defalarca dinlemiştim oysa Ama o zamanlar böyle değildim. Böyle kırılmamıştı dallarım, ceplerim boş, akçelerim geçersiz kalmamıştı. Şİmdi ise ilk kez anlar gibi fark ediyorum ki; sürgündeymişim.


Bahçede bir mimoza ağacı var. Az ötede deniz ve neşeli, eğlenceli kalabalıklar. Ağacın altında daha çok kendi içime kapanıyor, bir mimoza ağacı ütopyasına dalıyorum.

Kehribar Geçidi *


 

Kusurlu bir sikke elden ele, keseden keseye geçerek bütün Roma’yı nasıl dolaşır?


Hikâyeyi hikâyeye , yolu yolcuya, rüyayı rüyete, yedi kişiyi erdemli bir köpeğe nasıl bağlar?


Gölgelerin mağarasına dönen haberci her defasında niye taşlanır?


Kehribar geçidi, MS 300’lü yıllarda İmparator Diocletianus Roma’sında bu sorulara cevap arıyor.


Okuyucularını Forum’un, Colosseum’un, Senato’nun, Tiber ırmağının, Şifa Tapınağı’nın, sonradan kaybedilmiş veya hiç hissedilmemiş özgürlüklerin, hitabetin, yazmaların, lâhitlerin, şifalı otların, kurtların kuşların, dağların,  en dehşetli dövüşlerin, toga picta’nın ve dikenli deniz salyangozlarının arasında uzun bir yolculuğa davet ediyor.


… ..”284 senesi Mart ayının on beşinci gecesinde köle Vitalis’in özgürlüğü sahibi olan Senatör Zosimos tarafından kendisine bağışlandı; muhafız alay komutanı Diocles Nicomedia’da ordusunun huzurunda erguvan kaftanı kuşanmasının onuruna.”


Nicomedia çok zaman sonra adı başka bir dilde İzmit olarak anılacak şehrin adıydı ve İmparator Diocaletianus derken senatör, parmağındaki yüzüğü okşamıştı. 


… .. Azatlısının, yüz kere azat olsa da bin kere efendisi, başının dumanları arasında bile onun haftalığını

16 Eylül 2022 Cuma

Bütün Masallar-Bütün Öyküler & Oscar Wilde*

 

Mutlu Prens ve Diğer Masallar (1881)

   Mutlu Prens

Mutlu Prens’in heykeli, uzun bir sütunun tepesinde, şehrin ta üzerinde yükseliyordu. Baştan aşağı ince

altın varaklarla kaplıydı., gözleri iki parlak safirdi, kılıcının kabzasında da iri kırmızı bir yakut parlıyordu.

Herkes çok hayrandı ona. “Bir rüzgârgülü kadar güzel,” dedi sanat beğenisiyle ün kazanmak

isteyen Şehir Meclisi üyelerinden biri; “ama onun kadar yararlı değil,” diye de ekledi, kendisini aklı

havalarda sanacaklarından korkarak, aslında öyle değildi.

… ..


   Bülbül ve Gül

   Bencil Dev

   Vefalı Dost

   Harika Fişek


Nar Evi (1891)

   Genç Kral

   Prensesin Doğum Günü

… .. Kederli Kral, Saray’ın bir penceresinden onları seyretmekteydi. Arkasında nefret ettiği kardeşi

Don Pedro de Aragon duruyor, günah çıkardığı rahip, Granada Baş engizisyoncusu ise, yanında

oturuyordu. Kral her zamankinden de kederliydi, çünkü etrafındfa toplanan saraylıları çocuksu bir

ciddiyetle , eğilerek selamlayan, kendisine her an eşlik eden asık yüzlü Albuquerde Düşeşi’ne

yelpazesinin arkasında gizlenip gülen Prenses’e baktıkça, Prenses’in annesini hatırlıyordu; genç

kraliçe, kısa bir süre önce -Kral’a öyle geliyordu ki- neşeli ülke Fransa’dan gelmiş ve İspanya

Sarayı’nın kasvetli ihtişamında sararıp solmuş, kızını doğurduktan altı ay sonra, meyve bahçesindeki

14 Eylül 2022 Çarşamba

İki Kişilik Yalnızlık*


 

… ..“Sus,” dedi kadın, kocasına. “Tüylerimi diken diken ediyorsun. Birlikte bir ömür paylaştık, bir türlü biz olamadık nedense?”

“Saçmalıyorsun,” dedi adam. “Aklını başına topla…”

“Evlenmek saba göre değilmiş,” dedi kadın. “Yeni yeni anlıyorum bu gerçeği.”

“Güldürme beni,” dedi adam. “Ben evlilik için en doğal adaydım oysa. Can atan, çırpınan bir aday.”

Kadın, “Sen artık benim tanıdığım adam, kocam değilsin. O geçmişte kaldı. Hâlâ gerçeği görmek istemiyor musun.” Sözümüz bitti.

Kadın, yavaşça kocasından çözüldü. Birkaç karış öteye gitti. Ağlamak istiyordu ama gözlerinden bir damla bile yaş gelmedi. Belki de ilk kez ağlamayı, rahatlamak için yeterli bulmuyordu. Başka bir şeyler yapmak istedi. Sıçradı ansızın oturduğu yatağın içinde. Başını kocasına çevirdi. Boş gözlerle ona baktı.

“Anlaşıldı,” sesi öfkeli bir ses tonuyla. “Meğer kuşkularım doğruymuş. Beş yıl önce seni terk etmeliydim. Ama çocuklarımız için yapamadım. Dürüst olmanın tadına varamıyoruz. şimdi. Dürüst olamamamızın acısı içimi yakıyor. Ne olur! Sürükleme beni ardından. Bulaştığın pisliğe beni de ortak etme. Senden son bir ricam var. Senin olmadığın yeni hayatımda, ‘sorumsuzluk satın almak istiyorum’. Çocuklara babalık görevlerini yap hiç olmazsa. Onların bize ihtiyacı olduğu dönem şimdi. Tek başıma iki çocuğun sorumluluğunu taşıyamam. Beni hiçbir zaman düşünme. Kendime karşı kaybettiğim saygıyı ancak sensiz tekrar bulabilirim.

… ..

Adam yataktan doğruldu. Sessizce banyonun yolunu tuttu. Kadın, kendisi ile baş başa kalmıştı. Bir an için üşüdüğünü hissetti. Geceden beri yorgun ve uykusuz kalan vücudunun üstüne yorganı çekti. ”İlk yıllar ne güzeldi,” diye düşündü. 

... ..

8 Eylül 2022 Perşembe

Kerem ile Aslı*


 

… .. Kerem ile Aslı: Temel yapısının 16. yüzyılda Kerem dede y a da Âşık Kerem adlı bişr âşığın şiirleriyle oluştuğu sanılan günümüzde de halk anlatıları arasında en iyi bilinenlerden biridir. Ayrı dinden olan iki sevgilinin kavuşamayışı ekseninde ilerleyen öyküde, kızıyla uzaklara kaçmakta olan Ermeni keşişle onun ardındaki Kerm’de geçmiş kadar bugün de kendini gösterir gibidir. 

Elinizdeki kitapsa, ortaklıklar ve farklılıklar için, öyküüyü ham Anadolu hem de Azerbaycan versiyonlarıyla önümüze getirmektedir.


Haberleri rivayet edenler, yapılanları nakledenler ve zamanı ve olayları anlatanlar, şöyle rivayet ederler ki eski zamanda Isfahan şehrinde gayet âdil bir şah var idi. Şahın, Ermeni keşiş bir hazinedarı var idi, hazinenin anahtarcısı da onun karısı idi. Amma bu Şah çocuğu olmadığı için çok elem çekip teessüf eder, acep benim isimim bir daha dünyada söylenir mi, taç ve tahtım kalır diye kederlenirdi. Bir gün keşişi çağırıp onunla teselli bulurum, onun dahi hiç evladı yoktur deyip konuştular; hallerini dile alıp söyleşirken hazinedar dedi ki: “Şahım ömrün uzun olsun, bağı irem misali bir bahçe yaptırsan, içinde musanna köşkler ve güllük ve bülbüle ah v e figanlık ve nice hoş şadırvanlık, nice ağaçlar, çimenler, çeşmeler olsa, orada eğlenip vakit ve hali hoş geçirip eğlenseniz” dedi. Şah emredip bu kadar mimarlar, bu kadar ameleler, bu kadar mühendisler ve bahçıvanlar cem edip az vaktin içinde çok nefis ve azîm bir bahçe yaptılar ki dillere destan oldu. Ve misli cihanda görülmedi. Şah bütün vükelâsile ve alaylar ile bahçeye gidip seyir ve temaşa ve ziyafet etmekte olsun, bir gün şahın, keşişin karsı ile bahçeye giderken yolda bir ihtiyar adam, elindeki iki fidanı hanım sultana sundu, o da bu fidanları aldırıp bir avuç altın ihsan eyledi. Meğer o adam kırklardan biri imiş. Elhasıl fidanları alıp bahçeye vardıklarında elma fidanını hanım sultan, ayva fidanını keşişin karısı diktiler; dünyada evlâtlarımız yoktur, bari birer fidan yetiştirelim deyip onları büyüttüler. Bir vakit bu fidanlar meyve vermedi. Hanım sultan bir gün fikri ummana dalıp ağladı; “İlahi! Dünyaya bir zürriyetim gelmedi cümleden mahcubum. Elimle bir elma fidanı

Sivastopol*


 

… .. Tosltoy’un ilgisini çeken başlıca tarihsel olaylar arasında 1853-1856 Kırım Savaşı yer alır. Savaşa subay olarak katılan Tolstoy, bu dönem dair izlenimlerini Sivastopol ’da bütün canlılığıyla aktardı. Özellikle Fransız-Rus çarpışmalarının anlatıldığı bu kitap Tolstoy’un ilk eserlerindendir.


Sivastopol tabyalarından düşman mevzilerine ilk güllelerin atılışından bu yana altı ay geçti ve o zamandan beri düşman siperlerinden tabyalara, tabyalardan da düşman siperlerine binlerce top mermisi, gülle, kurşun atıldı ve ölüm meleği her iki taraf üzerinde uçuşunu kesintisiz sürdürdü.

Bu süre içinde binlerce insanın özsaygısı yerle bir oldu., binlercesinin başı göğe erdi ve binlerce insan da huzura ölümün kucağına kavuştu. Kim bilir kaç yıldız, kaç madalya, kaç Aziz Anne ve Vladimir nişanı iliştirildi göğüslere, bunların ne kadarı söküldü; kim bilir kaç pembe tabut ve kaç tabut örtüsü indirildi yer altına? Oysa Hâlâ top sesleri geliyor tabyalardan ve Fransızlar hâlâ havanın açık olduğu akşamlarda bastıramadıkları bir heyecan ve batıl bir korkuyla ordugâhlarından Sivastopol tabyalarının delik deşik olmuş sarımsı topraklarına gözlerini dikip buralarda gezinen Rus denizcilerinin siluetlerini izliyor, tehditkâr top namlularının dışarı uzandığı mazgalları sayıyorlar ve Hâlâ telgraf kulesine tırmanmış bir seyrüsefer astsubayı elindeki dürbünle Fransızların alacalı gölgelerini, bataryalarını, çadırlarını, Yeşil Tepe üzerinde hareket eden kollarını ve siperlerinden yer yer yükselen küçük duman bulutlarını izliyor ve hâlâ dünyanın çok değişik yerlerinden çeşit çeşit insan, her biri kim bilir hangi arzularla, niyetlerle, ama hepsi büyük bir heyecanla buraya, bu uğursuz yere akıyor.

Ama diplomatların çözemedikleri bu sorunun barut ve kanla çözümlenebilmesi çok daha zzor galiba.


Sık sık düşündüğüm bir şey vardır: Savaşan taraflardan b iri ötekine , iki ordudan da birer asker evlerine göndermeyi önerseydi ne olurdu? Tuhaf bir düşünce gibi geliyor, ama neden uygulanmasın ki?