… ..Eşkiyalık nasıl ortaya çıktı? Osmanlı DEvleti eşkiyalarla hangi yollarla pazarlık yaptı? Onları kendi konumunu sağlamlaştırmada ve toplum üzerindeki hâkimiyetini sürdürmede nasıl kullandı? Savaşlar, vergiler ve idari yükümlülükler, Avrupa'da ve Osmanlı İmparatorluğu’nda devletin oluşumu konusunda ne tür sonuçlar doğurdu? Yaşanan olumsuzluklar karşısında Osmanlı köylüsü akılcı mı yoksa vurdumduymaz mı davrandı? Celalilerin asıl amacı neydi?
Karen Barkey bu ödüllü eserinde Osmanlı İmparatorluğu'nun en geniş sınırlarına ulaştığı, devlet kurumlarının yerleşmeye başladığı 17. yüz yıla odaklanıyor ve imparatorluğun bu dönemde karşı karşıya kaldığı en büyük sıkıntıyı, eşkıyalığı ele alarak merkezileşme metot ve sürecini irdeliyor. Devlet ve tımar sahipleri arasındaki gerilimi, yüksek rütbeli taşra görevlilerinin reaksiyonlarını, Osmanlı köylüsünün reflekslerini, eşkıyalığın ortaya çıkışını ve güçlenmesini devletle eşkıyalar arasındaki ilişkileri çarpıcı bir bakış açısı ve oldukça akıcı bir üslupla ortaya koyuyor. Anadolu’da ortaya çıkan eşkıyalığın nedenlerini, seyrini ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bu sorunla nasıl baş ettiğini hem arşiv belgeleri, hem de ikincil literatürü harmanlayarak ele alıyor.
İmparatorlukların yükselişleriyle çöküşleri arasındaki süreçte, tarih durmaz, akmaya devam eder. İmparatorluklar hüküm sürdükleri uzun dönemler boyunca, çok çeşitli halkları, karmaşık birleştirme
süreçleriyle ve zor kullanarak bir arada tutmuşlardır. Geniş toprakların denetim altında tutulması, imparatorlukların, koşullara uyum sağlamalarına hizmet eden devlet stratejilerini kullanmasını gerektirmiş, bunun da genelde çok büyük toplumsal maliyetleri olmuştur. Ancak bu bedelleri ödemenin çatışmaları azaltmak gibi bir faydası da vardır. İmparatorlukların halkları bir arada tutmak ve toplumsal çatışmayı dizginlemek konusunda ne kadar başarılı olduğunu anımsamamız için, 20 yüzyılın başında ve sonunda
imparatorlukların yıkılmasıyla patlak veren kargaşaya bakmamız yeterli .… .. Ancak denetimin pekiştirilmesi koşullara çeşitli şekiller uyum sağlanmasını gerektirir. İmparatorlukların bir bölgede başarı sağlamak için bir başka bölgede kayıp vermeyi kabullendikleri sık sık görülür. Dolayısıyla imparatorlukların hâkimiyeti nadiren durağan ya da sabittir.; imparatorluklar güçlerini değişimden alırlar. Beş yüz yıl süren “gerileme” devirlerine ilişkin tek boyutlu açıklamalar, imparatorlukların bu dönemlerinde denetimin sürdüğü gerçeğini göz ardı ediyorlar.
İmparatorlukların denetimi nasıl ellerinde tuttuklarını anlayabilmek için devletin merkezîleştiği dönemi incelemek gerekir. Dar bir bakış açısı ile hâkimiyetin dayatılmasının ilk aşamalarına odaklanarak, dikkatlerin ”devlet oluşumuna” harcanması, işin içindeki dinamik süreçlerin algılanmasını engeller. İmparatorlukların doğuşunun ötesine geçip, devletin denetim gücünü sağlamlaştırmak için kullandığı farklı stratejilere bakmamız gerek.
… .. 17. yüz yılda Osmanlı İmparatorluğu’ndaki devlet-toplum ilişkilerini incelemek ilişkilerine bir başka deyişle, imparatorluğun 15. yüzyıldaki kuruluşu ile 19. yüzyıldaki çözülüşü arasındaki döneme odaklanacağım. Devletin bu ara dönemde yaptığı manevraları, gerilemenin kanıtları olarak yorumlamak yerine, devletin, patlak veren sorunlara çözüm bulmadaki kurnazlığının göstergeleri olarak
değerlendiriyorum. Devletin tehditlere maruz kalması, denetim gücünü yitirdiğini göstermez; bunlar, genelde devletin tehdidi yaratan grupları manipüle edebilmek için kasten tasarladığı politikaların sonuçlarıdır.
Batı Avrupa devletleri, iktidarlarını 17. ve 18. yüzyıllarda, eski yerel güçlerin ve kurumların yok olması pahasına kuruldular; bu da çeşitli muhalefet hareketlerinin doğmasına neden oldu..
… ..
… .. Osmanlı Devleti’nin gücü, toplumsal grupların feda edilmesiyle değil, devletin bu grupları kendisiyle bütünleştirmesi ya da meşrulaştırması ve kendine bağlamasıyla artmıştır.
Hem geleneksel elitleri, hem de kaynağı başka toplumsal yapılara dayanan çeşitli toplumsal unsurları merkezle bütünleştirerek, Avrupa devletinin kuruluşuna ilişkin modelde yaşandığı varsayılan çatışma ve mücadeleden kaçınmıştır. Yaygın bir olgu olan eşkıyalık bile genelde zor kullanılarak değil, pazarlığa girişilerek alt edilmiştir. Devlet ile toplum arasındaki bu etkileşim, farklı devlet gelişimi süreçlerinin, son uçlarının da farklı olacağına işaret etmektedir.
… ..
… ..Avrupa'da , özellikle de Fransa’da, kesin bir şekilde tanımlanmış olan konumları, kimlikleri ve çıkarları kemikleşmiş sınıflardan oluşan bir toplumsal yapının bulunması, merkez karşıtı çıkkışları devlet ile toplum arasındaki mevcut iletişim kanallarının içinden yükseleceğini göstermektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise grupların sınıfsal bir temelde örgütlenmemeleri ve toplu hareketlerin çıkara dayalı basit ilkelerinden kalkarak devlete muhalefet edememeleri, Osmanlı Devleti’nin toplumdaki güçlerce ciddi bir şekilde tehdit edilmemesine neden oldu. Bu yüzden devletin tehdit edilmesi için gerekli olan toplumsal yeniden-örgütleniş, ancak çok sonra,m elitler merkezden uzaklaşmalarını mümkün kılan yerel güç tabanına kavuştuklarında gerçekleşt.. Osmanlı İmparatorluğu ani ve gürültülü bir şekilde parçalanmadı; daha ziyade bir adem-i merkezileşme süreciyle çöktü. Uzun vadede kadrolar ellerinde çırılçıplak bir merkezle kalakaldılar. Ardından da bu devasa yapıdan geriye kalanları kurtarmak için “yukarıdan aşağı” devrim yapıldı.
… ..Devletin iktidarını sağlamlaştırma konusunda eşsizbir padişah olan Süleyman, “kırk altı yıl boyunca adaletle hükümranlık sürdü” ve devletin başlıca destekçileri olan ulemayı, şairleri, ehl-i kalemi ve askerleri koruyup kollamak için özel bir çaba sarf etti. Gerçekten de Süleyman’ın tahta bulunduğu dönemde; devlet kavramı padişahın şahsından, hatta bürokrasi kademelerini dolduran kişilerden daha fazlasını ifade etmeye başlayarak iyice önem kazandı. Devlet, padişah hane halkı ile büyük bir bürokrasi tarafından yönetilen , karmaşık pazarlıkların, karar alma aşamalarının ve siyasi manevraların istisna olmaktan çıkıp kaideye dönüştüğü bir kurum haline geldi. … ..
… ..
… ..
Taşra hiyerarşisinin önde gelen unsurlarından olan sancakbeyi ile beylerbeyi, taşranın merkeze bağlı kalmasını ve merlezle işbirliği yapmaya devam etmesini sağlamak için merkezi yönetim tarafından atanmış, devlet eliyle yaratılmış görevlilerdi.Taşra yöneticileri, saray hizmetinden gelme, merkeze tamamen sadık kimselerdi. İmparatorluk topraklarının genişlemesiyle birlikte taşradaki idari yapıda biçimsel bir farklılaşma oldu. Toprakların genişlemesi ve bürokratik denetimin gereklilikler, imparatorluğun o zaman kadarki fetih birimi olan sancaktan daha büyük idari birimler oluşturulmasını zorunlu kıldı.Bu nedenle pek çok sancak tek bir eyalet altında toplandı, sancakbeyleri de beylerbeyinin otoritesine tabi kılındı. Sancakbeyi de beylerbeyi de taşradaki askeri ve idari görevleriyle devletin temsilcileri olarak iş gördüler. Bu görevliler, gelirlerini kendilerine tahsis edilen haslardan, -topraktan ve çeşitli ticari kaynaklardan kaynaklardan alınan vergiler, harçlar ya da başka cins ödemelerden- elde ediyorlardı. Resmi gelirlerinin yanı sıra, ganimetlerden, ticaret, borç para verme ve başka spekülatif faaliyetlerden gayriresmi gelirler elde ediyorlardı. Merkezi idarenin denetiminden uzaktaki bu görevlilerin çok büüyük servet edinmeleri ancak müsadere uygulaması ile engellenebiliyordu.
… ..
… ..
… .. Ancak 17. yüzyıl krizi devlet ile taşra görevlileri arasındaki sözleşmeyi değiştirdi.
Bu görevliler 16. yüzyılda çok değerliydi. Ancak, devletin uluslararası krize uyum sağlamaya ve yeni dünya bağlamında kendi merkezileşme hedeflerini yeniden tanımlamaya başlamasıyla birlikte güçleri azaldı. Tımar sahipleri gibi sancakbeyleri de devletin kararlarından hem doğrudan hem de dolaylı olarak etkileniyordu.
… ..
… .. 1550-1650 yılları… ..
… .. Bu sistemde taşrada eğitim alınmasına önem veriliyor, sarayda verilen merkezi eğitim yeterli görülmüyordu. Bir kimseancak taşra sisteemindeki basanakları birer birer aştıktan sonra yükselebiliyordu. Örneğin, sınır eyaletlerindeki sancakbeylerinin aynı eyaletteki daha düşük mevkilerden gelmesine önem veriliyordu. Bu kısatas, doğrudan merkezden atandığı anlaşılan tımar defterdarıyla tımar ketküdaları gibi daha düşük dereceli görevliler için geçerli değildi.
… ..
Kunt’a göre, 17. yüzyıl boyunca resmi atamaların yapılış şekli büüüyük bir değişim geçirdi. … … .. Örneğin 1630’larda taşrada görev yapan beylerbeylerinin neredeyse yüzde 60’ı atanmalarından bir yıl sonra azledilmişlerdi. Kısa bir süre içinde yeni bir yere atanıyorlardı ve bekleme süreleri boyunca kendilerine “arpalık” olarak çeşitli sancakların gelirleri tahsis ediliyordu.
Kunt, tüm bu bulgulara bakarak, taşra sisteminin eskiden sahip olduğu önemi ve önceliği kaybettiğini, merkezi devlet görevlilerinin taşra üzerindeki denetiminin arttığını ileri sürüyor. “ Merkezi görevlilerin taşra yönetimlerindeki yüksek mevkileri devralmaya başladığını temel idari birim olan sancağın yerini eyaletin aldığını, siyasette himaye ve akrabalık ilişkilerinin en belirleyici unsur haline geldiğini söylüyor.
… ..
… “beylerbeyliği mevkii artık kutsal bir emanet olarak değil de, atama süresince rüşvet ve caizeler için yapılan büyük masrafların görev süresince fazlasıyla telafi edileceği bir parasal yatırım olarak algılanmaya başladığını” ileri sürüyor.
… ..
… ..
… .. 17 yüzyıl krizini yaşayan Avrupa ülkelerinin çoğu, kırsal nüfusların çıkardığı isyanlara tanık oldu. Avrasya’da da benzer krizler yaşandığına ve bu bölgelerde de tarımsal yapılar baskın olduğuna göre, Osmanlı topraklarında isyanları neden görülmediğini sormak yerinde olacaktır. 17 yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’ndaki köylüler nüfus artışı, ekonomik sıkıntılar ve hem devletin hem de diğer yerel siyasi elitlerin sömürüsündeki artışlardan kaynaklanan ve giderek vahimleşen zorluklarla karşı karşıya kaldılar. Merkezi ve yerel güç hiyerarşilerini elinde tutan elitlerin çoğunun öyle ya da böyle kırsak ilişkilerin çözülmesinde suçu vardı. Ancak köylüler ayaklanmayı ya beceremiyorlardı ya da istemiyorlardı…. .. Köylülerin “gizli dillerini” ve tek tek köylülerin tarihsel bağlamdaki davranışlarının altında yatan mantığı anlamak zor.
… ..
… .. Osmanlı bağlamında İslami kurumların analizi, farklı grupları bazen birbiriyle karşı karşıya getiren
iki ayrı ifade kanalının varlığı yüzünden karıştırılmaktadır. Bunlardan birincisi, ulema tarafından temsil
edilen Ortodoks İslam’dı. Bu, devletin resmi,hukuki, dogmatik diniydi.Sofuca ibadet edilen, soyut öğretileri olan, siyasette
mesafeli ve konformist bir tavır sergileyen Ortodoks İslam, devlete sıkı bir şekilde bağlı, halktan ise epey uzaktı. Aslına bakılırsa, halkla düzenli ilişkisi olan ulema
mensupları sadece kadı ile immadı. Bunun yerine, pek çok insan, kimi tarikatlarında daha heterodoks
biçimleri barındıran tasavvufun geleneklerinde huzur buluyordu. Fuat Köprülü'nün Türkmen aşiretleriyle
bu dinsel uygulamalar arasında bağlantı kurarken söylediği gibi “bu Türkmenlerin Müslümanlığı,
şehirli Türklerin Ortodoks İslamı’yla tam olarak aynı değildi. Daha ziyade eski Türklerin pagan geleneklerine, aşırıcı Şii inancının tasavvuf tınısı da taşıyan basir ve popüler bür biçiminin ve bazı yerel göreneklerin karışımına
dayalı bir bağdaştırmacılıktı.Halkın, imamlar yerine şeyhlerine akıl danışmayı tercih ettiği ileri
sürülmüştür: “Köylüler ile Türkmenlerin manevi hayatını düzenleyen ve yöneten, “baba” olarak anılan ve tamamen eski Türk şamanlarını hatırlatan Türkmen şeyhleriydi. … …
Osmanlıların dinsel eğilimlerini böyle ikili tarzda yansıtmak aslında yanlış olacaktır. Gerçek bundan
çok daha karmaşıktı. Yine de bazı genellemeler yapmak mümkün: İnalcık’a göre, Osmanlı kırsal
kesimindeki göçebelerin tekkelerle olan bağı yerleşik köylülere göre çok daha sıkıydı. Bunun çeşitli nedenleri vardı. Bunlardan ilki ve en
önemlisi, Anadolu’ya Osmanlı öncesi dönemde gelen ve daha sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun
kuruluş evresinde batıya hareket eden güçlerin göçebe Türkmen aşiretleri ile abdalların arasında sıkı bir bağ olmasıydı. Bu abdallara, savaşa katılmaları karşılığında toprak veriliyor, onlar da bu topraklara zaviyelerini inşa ediyorlardı. Bu dervişler, kolonizatörler olarak devletle sıkı bir şekilde bağlıydılar. Devlet onları kendi temsilcisi gibi kullanıyor,
onlar da yeni toprakları bölüşüp buralara yerleşiyorlar ve etrafında köylerin toplandığı bir merkez
oluşturuyorlardı. Devlet ile tarikatların çıkarları ötüştüğü sürece de devlet bunların serbestçe, hiçbir engelle karşılaşmadan gelişmesine izin
verdi. Hatta ilk padişahlar zaviyeler kurup, yenilerinin kurulmasını kolaylaştırmak için şeyhlere ayrıcalık tanıdılar. İnalcık’a göre, “Anadolu’nun dağlık kesimlerinde, yüksek yaylalarda, özellikle de uç
bölgelerindeki yarı göçebe Türkmenlere İslami yaşayış ve ibadetin Ortodoks biçimlerini benimsetmek zordu. Abdallarla babalar, şaman inanışlarından türemiş, aşiretin toplumsal yapısına uygun heretik İslam biçimlerini insanlara
benimsetiyorlardı.
… .. İlk padişahlar, abdalların bir yere yerleşmesini ve örgütlenmesini destekliyorlardı, çünkü bu kişiler, köylü ve göçebelerin
etrafında toplanıp köyler kurabileceği merkezler oluşturuyorlardı. I. Murad Bektaşi tarikatının kurulmasına yardımcı oldu.II: Murad ve II: Bayezid de tarikatın ihtiyaçlarının karşılanması için tahsisat ayırdılar. Tarikatların merkezle bütünleştirilmesi, merkezileşme sürecinin bir parçası olarak; denetim sağlamaya ve devletin
alanına dahil olmaya ikna etmeye yönelik bir mekanizma olarak kullanılacaktı. Devlet, tarikatlara
tahsisat sağlayarak, onları kendine müttefik yaptı. Örneğin, Bektaşilik , yeniçerilerin tarikatı haline
geldi.
Ne var ki tüm tarikatler merkezle kolaylıkla bütünleştirilemiyordu.Bektaşiler daha heretik grupların
etkisi altına girip onların görüşlerini benimsediler. Bu gruplardan biri, İran şahlarının siyasi hâkimiyeti altında olduğu bilinen, aşırıcı Şii mezhebi
Kızılbaşlardı. Dolayısıyla, Osmanlılarla safeviler arasındaki siyasi iktidar mücadeleleri, toplum düzeyinde de heretik tarikatler ile devlet arasında sürmekteydi(*101). Kızılbaşların Bektaşi tarikatinin içine sızmasıyla, bu heretik tarikatler, tasavvuf geleneğinde bir
yarılmaya tekabül eden iki ayrı gruba bölündüler.Dinsel uygulamalardaki farkların dışında esas kırılma,devletle etkileşim ve devlet tarafından kabul
görme noktasında yaşandı. Bektaşilerin bir kısmı tarikatin kuruluşundan beri benimsenen amaçlar ve
örgütleniş tarzını korumuş, bu sayede tarikat, devlet tarafından denetim altında tutulan ve kabul gören,
vakıflarca desteklenen kurumsal tarikatlardan biri sayılmıştı.(*102) Her türlü gösteriş ve simgeden kaçınan , içe kapalı… devletle hiçbir bağı olmayan, otoriteye az çok
muhalif… devletten ya da kişilerden hiçbir bağış ya da sadaka kabul etmeyen, kendi emeklerinn
semeresini yiyerek yaşamaya alışkın” dervişlerin temsil ettiği gizli tarikatlar ise bu urumsal tarikatların
zıddıydı(*103) Sultanlar, gezgin dervişlere, bir vakfa bağlı olarak kurulan zaviyeler sunarak onlarla ilişki kurmaya
çalışmışlardır.Bunu başardıkları durumlarda, genelde önemsiz vergi muafiyetleri ile ufak imtiyazları
bulunan küçük ölçekli zaviyeler ortaya çıkmıştır. Ancak bu durum bütün tarikatlar için geçerli değildi,
çünkü 15. yüzyıl boyunca ve 16. yüzyılın erken dönemlerinde görülen devlet karşıtı ayaklanmalar,
imparatorluğun göçebe ve yarı göçebe Türkmen nüfusundan destek görmüştü.
Bu gezgin abdal tipi az tanınıyor ve hoşnutsuz kimselere etkili bir şekilde hitap edebiliyordu. Bu yüzden devlet görevlileri onları dikkatle izliyor ve baskı altında tutuyorlardı. Bu abdallar, “neredeyse çırılçıplak, kafaları kazınmış, yüzleri yara izleriyle dolu” vaziyette, köy köy, kasaba kasaba dolaşıyorlardı. İçlerinden bazıları -Melamiyye ve Kalenderiyye- şeriatı önemsemiyor ve devlete karşı geliyorlardı. Fuat Köprülü de Kalenderiyye’den bahsederek onları Türkmen aşiretleriyle ilişkilendiriyor ve bu dervişlerden hiç de sitayişle bahsetmiyor…. ..
... ..
Eşkiyalığın Üretilmesi
Toprakla bağlarını yitirmiş işsiz güçsüz köylüler, ya taşradan medreselere, ya bölgesel askeri birliklere ya da devletin doğu ve batı sınırlarına yaptığı seferlere katılıyordu. Şehir nüfusu şişirerek işsizliği daha da vahim duruma sokan şehre göç olgusu daha az önemliydi. Başlangıçta görece sınırlı olan , yerel ve bölgesel nitelikteki bu hareketler, insanların şikâyetleri ve devletin icraatlarıyla iyice alevlendi. Sonuçta, Osmanlı Devleti kendisinin yarattığını kabullenmek zorunda kaldığı,, ya bünyesine dahil etmesi ya da ortadan kaldırılması gereken büyük ölçekli eşkiyalık hareketleri meydana geldi.
… ..
Anadolu’nun kırsal kesimi 16 yüzyılın sonlarından 17. yüzyılın ortasına kadar “celali” denen ve devletin iki ayrı sınırda savaşıyor olmasından faydalanarak köylere, küçük topluluklara ve hatta büyük kasabalara saldıran bu eşkiyaların tahribatına maruz kaldı. SEyyar tüccarlara yaptıkları saldırılar, kervan güzergâhlarına düzenli baskınlara dönüştü; şehir kuşatmaları şehir halkından düzenli haraç almayı da kapsayacak şekilde yoğunlaştı…. .. Bazıları ise (Kilis ve Halep’teki Canbolad ailesi gibi) birkaç eyalette Osmanlı ordularıyla sıcak çatışmaya girdi. Taşrada ancak vezir-i azam Kuyucu Murad Paşa’nın celalileri kırmaları için her yere güçlü ve iyi eğitilmiş ordular göndermesiyle sağlanabildi. … ..
… .. İtaatsizlik Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk kez rastlanan bir olgu değildi. Merkezi yönetim 1519’daki Şeyh Celal isyanından sonra tüm asilere, eşkiyalara ve adi haydutlara celali adını vermiş, celali muamelesi yapmıştır. Bu yafta, tüm eşkiyaları Şeyh Celal’in mirasıyla, isyanıyla ve Osmanlı toplumunda İran'ın Şii nüfusuyla yeraltın bağlar kurup devletin denetim gücünü tehdit eden esaslı ideolojik değişimle özdeştirilliyordu. Celal’in isyanı, devlet güçleri hareketi bastırıp liderlerini öldürdüğü için uzun ömürlü olmamıştır. Ancak toplumun hafızasında devletin korkunç bir şiddet uyguladığı olay olarak devletin hafızasında da toplumun dokusunu tehdit eden ilk iç isyan olarak yer etmişti.Devlet, herhangi bir muhalefet ortaya çıktığında bu imgeyi canlandırıyor ve halkın desteğini kazanmak için anarşi tehdidini kullanıyordu. Bu bağlamda, aslında isyan içeriği ve tehlikesi olmayan vakalar da dahil eşkıyalığın bastırılmasını meşrulaştırmak için bu yaftayı kullanıyordu.
… ..
Toplumsal Bir Tip Olarak Eşkıyalar
Lenvendler, gerek devlet ordularında doğrudan, gerekse yerel güç sahiplerince dolaylı olarak istihdam edilerek paralı askerlere dönüştüler ve devletin askeri çevresi içinde örgütlendiler. Bu koşullarda eşkıyayı kırsal kesimin bir ürünü olarak görmek zor; daha ziyade, devletin toplumsal tipin üretilmesinde rolü kabul etmek gerekiyor.
Eşkıyalığın, ordu ve yöneticilerin kapınhalkları n(ve daha sınırlı derecede, medreseler) gibi kurumların topraksız, işsiz güçsüz ve daha yoksul köylüleri kendi içlerine alıp eğitmeleri, örgütlemeleri, seferlerde kullanmaları ve savaş sonunda topluca terhis etmeleriyle oluşan bir yığılmanın ürünü olduğu aşikâr. Terhis edilen bu askerler, birilerinin hizmetine girmeye hazır paralı asker öbekleri oluşturdular; ancak bu arada eşkıyalık ve yağmacılığa, tecavzüzlere ve çeşitli tahribatlara giriştiler. Dolayısıyla , bu kişileri köylü, levend ya da öğrenci olarak düşünmek bir işe yaramıyor.
… ..
*Eşkiyalar ve Devlet - Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi & Karen Barkey
Kronik Kitap
1.Baskı: Ekim 2021, İstanbul
*patrimonial: Babadan kalma. Miras kalmış olan
*Sekban (Farsça seg-ban: "köpek bakıcısı"[1]), Yeniçeri ocağının altmış beşinci ortası mensubuna verilen ad.
Sekban teşkilâtı, Murâd Hüdavendigâr zamanında padişahın av maiyeti olarak mevcuttu. Fatih Sultan Mehmed zamanına kadar bağımsız bir teşkilat olan sekban ocağı, 1451'de, yeniçerilerin taşkınlık etmeleri üzerine itaatsizlik eğilimini kırmak için Fatih'in emriyle yeniçeri ocağına dağıtıldı. O zaman sayıları, altı-yedi bin civarındaydı. Beş yüz sekban da av hizmeti için alıkonuldu.
Yavuz Sultan Selim devrinde bütün sekbanlar, bir orta hâline getirilerek, yeniçeri ocağının altmış beşinci ortasını oluşturdular. Piyade ve süvari sekbanlar, pâdişahla berâber ava giderler, av köpekleri yetiştirirler, sekban fırınında çalışırlardı. Savaş zamanında, diğer yeniçerilerle birlikte çarpışmaya giderlerdi.
Sekbanların başında sekbanbaşı bulunurdu. Sekbanbaşı, yeniçeri ağası İstanbul'da bulunmadığı zaman ona vekalet eder, şehrin güvenliğinden o sorumlu olurdu. 1590 yılından sonra, vezir ve beylerbeyilere sekbanlardan bir miktar muhafız verildi. Bunlar, eyaletlerde paşaların kapı halkının çekirdeğini meydana getirdiler. Sekbanlık da, 1826'da Yeniçeri Ocağı ile beraber kaldırıldı.
*müttehid (corporate institutions ):kurumsal , kurumsallık.
*Zeamet, Osmanlı İmparatorluğu toprak düzeninde yıllık geliri 20.000 akçeyle 100.000 akçe arasında olan topraklar ve bu topraklardan alınan vergidir. Eyalet merkezlerinde oturan üst düzey yöneticilere (hazine ve tımar defterdarına, sancaklardaki alay beylerine, kale dizdarlarına, divan kâtiplerine, vs.) verilirdi.
*Tımar, en genel kapsamında devlete sağlanan tanımlanmış bir hizmet karşılığında ücret olarak toprak tahsis edilmesidir. Farsça bir kökten gelir, bu dildeki anlamı acı, ızdırap, sadakat ve bakımdır. Pek çok tarihçi bir kurum olarak Ortaçağ İslam toplumlarında, ikta adı altında uygulandığı görüşündedir.[1] Ancak Jak Yakar, Hitit İmparatorluğu toprak düzeninde hizmet karşılığı toprak tahsisinden bahsetmektedir.[2]
Osmanlı İmparatorluğu'nda ise kamu arazisi (mirî) dahilinde, vergi toplama yetkisininin ve asayişi sağlama görevinin sipahiye bırakılmış olan tarımsal topraklara verilen addır. Tımar sistemi Osmanlı'da ağırlıklı olarak, merkezden denetlenen büyük bir sipahi gücü besleyerek padişahın ordusuna asker sağlamak için geliştirilmiştir. En geniş anlamıyla belirli bir yere ait vergi gelirlerinin tümünün veya bir kısmının, dirlik (geçimlik) olarak havale yoluyla bir görevliye devredildiği ve bu devir karşılığında da bazı hizmetlerin ona yüklendiği; mali, idari, askeri amaçları olan bir sistemdir. Osmanlı'da tımar sistemine değinen en eski kayıtlar Orhan ve Osman beylerin (1299 - 1362) dönemine ilişkindir.[1] Tımara: cizye, cerime, bad-ı hava, niyabet, resm-i arus gibi daha başka vergi kalemleri de dahildir.[3] Tımara hak kazanan kişi ancak askeri sınıftan olabilir. Reayaya tımar vermek kesinlikle yasaktır. Tımar sistemi 1839'da Tanzimat Fermanı'yla kaldırılmıştır.
*İltizam, Osmanlı devlet gelirlerinin bir bölümünün belli bir bedel karşılığında devlet tarafından kişilere devredilerek toplanması yöntemi.
Vergiyi toplamayı üstlenen kişiye "mültezim" denirdi. Mültezimler bir tür müteahhitti. Arttırma sonucu iltizamı üstlenen mültezim, böylece devlete karşı belli bir ödeme yapmayı taahhüd ederdi. Orta Çağ'da Fransa ve Almanya'da da uygulanan iltizam sistemi, Osmanlı İmparatorluğu'nda yıllıklı eyaletlerde uygulanırdı. 16. yüzyılın sonlarından itibaren, uzun süren savaşlar ve ticaret yollarının değişmesi Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomisini bozarak hazinede nakit para açığına sebep oldu. Bu nedenle Tımar sisteminin uygulandığı eyaletlerde de iltizam uygulanmaya başlandı ve Tımar sistemi bozuldu.
İltizam yönteminde vergi daha çok ürün olarak toplanırdı; nitekim Osmanlılar'da da aşar, iltizam yöntemiyle toplanırdı. Bu yöntemde, mültezim devlete yaptığı ödemeyi karşılamak ve kendine kâr sağlamak için köylüler üzerinde büyük baskı uygulamak durumundaydı. Vergi toplamada büyük keyfiliklere yol açan bu yöntem zamanla yerini çağdaş vergilere bıraktı. İltizam usulü diye bilinen bu özel girişim niteliğindeki mali birim mukataalarda uygulanıyordu.
Mukataa: Osmanlı Devleti'nde miri arazinin alt kollarından biridir. Geliri doğrudan devlet hazinesine giderdi. Bu toprakların geliri iltizam yoluyla toplanırdı.
Mültezimler açık arttırmayla çıkarılan mukataayı bırakacağı kâr hakkındaki tahminlere göre kıymetlendirdikten sonra devlete tekliflerini yapardı. Hazine teklif verenler arasından en yüksek teklifi yapan mültezime Tahvil adı verilen ve genellikle 1 ila 3 yıl arasında değişen bir devre için, o mukataayı vergilendirme hakkını devrederdi. (Hazine mültezimden senet ve kefil isterdi. Sorumluluğu yerine getiremez ise malları müsadere edilirdi.)
*Heterodoks sözcüğü, "farklı" anlamına gelen Yunanca heteros ve "öğreti, düşünce" anlamındaki doxa sözcüklerinden oluşur. Ana akımdan sapmış olan anlamına gelir. Bu kavram, dinî gruplar arasında kendilerini kutsal metne ve din kurucusunun gösterdiği yola en uygun davranan gruplar tarafından azınlıkta kalan gruplar için kullanılmıştır. Ancak heterodoks kabul edilen gruplar kendilerini heterodoks değil, aksine ortodoks (sahih) görürler.
Bu sözcük ayrıca, belirli bir düşünce, ideoloji alanında ana akıma bağlanmayıp merkezî iktidarın diliyle konuşmayan, farklılıklara açılan düşünme ve davranma biçimi diye de tanımlanabilir.
*Ortadoks: mezhep sapkınlığına karşıt olarak bir dinin öğretisine sıkı sıkıya bağlı kimse..
heterodoks bunun zıttıdır..
*Heretik: toplum karakterinin köküne yapışmış dogmasal olgulara karşı gelen, geleneksel ve statik düşünceye denir. Alternatif olarak yenilikçi ve akılcı düşünebilen insanlara da denmiştir
(*101)1511 yılında güneydoğuda patlak veren Şah Kulu isyanı, İran Şahı İsmail'in siyasi müdahalel
lerinin örneklerinden biriydi. Bu müdahale başarılı olmadı çünkü şahın 1514’te I. Selim’e yenilmesiyle bu hareketlerin bir kısmı yer altına inmek ya da doğu sınırının ötesine kaçmak zorunda kaldılar.
(*102)Bektaşilerin yanı sıra Mevlevileri, Nakşibendileri ve Halvetileri sayabiliriz.
(*103)Be gezgin dervişlerden en ünlüleri Kalenderiler, Haydariler, abdallar ile babalardır.
*Suhte kelimesi Farsça kökenli bir kelimedir. Kelime anlamı itibarıyla yanan, yanmış, tutuşmuş anlamlarını taşır. Sufte
kelimesi zamanla softa şeklini almıştır. Sufteler ilim, bilim aşkıyla yanıp tutuşan medrese öğrencileridir. Suhtelerin öğrenim gördükleri medreseler orta dereceli öğretim kurumlarıdır. Suhte isyanlarının başlıca nedenleri klasik medrese eğitim sisteminin bozulması ve baş gösteren işsizliktir. Osmanlı hanedanlığı
devleti kayıtsız bir şekilde yönetmeye devam ediyordu. Dar gelirli halktan vergiler alınmaya devam ediyordu.
Vergilerini ödeyemeyen köylüler büyük şehirlere çalışmak için göç ettiler ancak iş bulamayınca huzursuzluk baş
gösterdi. Bir süre sonra eşkıyalık yapmaya başladılar.
Bu kanlı ayaklanmada Osmanlı Devleti'nde toplumsal düzen alt üst olmuştur. İşsizlik ve geçim sıkıntısı, suhte adı
verilen medrese öğrencilerinden askerlere kadar toplumun tüm kesimine değin yansıdı. Osmanlı Devleti'nde
aşırı öfkeli toplumun bir kısmının başlattığı bu ayaklanma neticesinde ülkede yoğun çatışmalar ve yağmalar
meydana gelmiştir.
(s.37) ... .. Viyana kapılarına dayanarak Avrupa'yı tehdit eden merkezileşmiş güçlü imparatorluk ile üstün Avrupa tarafından parça parça edilmeyi bekleyen, adem-i merkezileşmiş "hasta adam" arasında kalan dönem pek önemsenmez. Ne var ki bu dönem, imparatorluğun "yükselme" ve "gerileme" dönemlerini daha iyi anlamamızı sağlayacak bir karşılaştırma yapma olanağı sunması açısından hayati önem taşımaktadır. ... ..
YanıtlaSil17. yüzyılın Osmanlı İmparatorluğu'nda... .. Osmanlı Devleti muhalefetle başa çıkamayan güçsüz bir devlet değildi. Aşırı genişlemenin ve salt coğrafi bakımdan büyümenin kendisini zayıflatacağının tamamen farkındaydı. ... ..
YanıtlaSilOsmanlı İmparatorluğu'nun hikâyesi, küçük sayılabilecek, göçebe ve akıncı bir hanedana dönüşüm şeklinde özetlenebilir. Osmanlı hanedanı, 14. yüzyıldan 16. yüzyıla dek bu dönüşüm boyunca iç güçleri, bazen pazarlık ederek, bazen zorla göç ettirerek, bazen de kaba kuvvete baş vurarak, kendi istediği gibi şekillendirdi. ... ..
YanıtlaSil17 yüzyıl krizini yaşayan Avrupa ülkelerinin çoğu, kırsal nüfusların çıkardığı isyanlara tanık oldu. Avrasya’da da benzer krizler yaşandığına ve bu bölgelerde de tarımsal yapılar baskın olduğuna göre, Osmanlı topraklarında isyanları neden görülmediğini sormak yerinde olacaktır. 17 yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’ndaki köylüler nüfus artışı, ekonomik sıkıntılar ve hem devletin hem de diğer yerel siyasi elitlerin sömürüsündeki artışlardan kaynaklanan ve giderek vahimleşen zorluklarla karşı karşıya kaldılar. Merkezi ve yerel güç hiyararşilerini elinde tutan elitlerin çoğunun öyle ya da böyle kırsak ilişkilerin çözülmesinde suçu vardı. Ancak köylüler ayaklanmayı ya beceremiyorlardı ya da istemiyorlardı…. .. Köylülerin “gizli dillerini” ve tek tek köylülerin tarihsel bağlamdaki davranışlarının altında yatan mantığı anlamak zor.
YanıtlaSilKaren Barkey'in bu ayrıntıya bir de "Ulul emre itaat" kavramını dikkate alarak yorumlaması gerekebilir....
SilBu kavramı istismar kapısı yapanlar günümüzde de var.... Makamlarına otarmadan önce "biz aziz milletin hizmetkârıyız" diyenler, zaman içinde kibir içinde boğulmaya başladığında.... "insana saygı, millete hizmet, devletin bekası"nı öne almayı unutup aç gözlülükle dünya nimetlerinin içinde kaybolup doğru yoldan ayrıldıklarında; hâlâ daha "ulul emre itaat etmek"ten bahsedenlerin, kötü gidişin sorumluluğuna ortak olduklarını da unutmamak gerekiyor...
Sil