19 Eylül 2022 Pazartesi

Kehribar Geçidi *


 

Kusurlu bir sikke elden ele, keseden keseye geçerek bütün Roma’yı nasıl dolaşır?


Hikâyeyi hikâyeye , yolu yolcuya, rüyayı rüyete, yedi kişiyi erdemli bir köpeğe nasıl bağlar?


Gölgelerin mağarasına dönen haberci her defasında niye taşlanır?


Kehribar geçidi, MS 300’lü yıllarda İmparator Diocletianus Roma’sında bu sorulara cevap arıyor.


Okuyucularını Forum’un, Colosseum’un, Senato’nun, Tiber ırmağının, Şifa Tapınağı’nın, sonradan kaybedilmiş veya hiç hissedilmemiş özgürlüklerin, hitabetin, yazmaların, lâhitlerin, şifalı otların, kurtların kuşların, dağların,  en dehşetli dövüşlerin, toga picta’nın ve dikenli deniz salyangozlarının arasında uzun bir yolculuğa davet ediyor.


… ..”284 senesi Mart ayının on beşinci gecesinde köle Vitalis’in özgürlüğü sahibi olan Senatör Zosimos tarafından kendisine bağışlandı; muhafız alay komutanı Diocles Nicomedia’da ordusunun huzurunda erguvan kaftanı kuşanmasının onuruna.”


Nicomedia çok zaman sonra adı başka bir dilde İzmit olarak anılacak şehrin adıydı ve İmparator Diocaletianus derken senatör, parmağındaki yüzüğü okşamıştı. 


… .. Azatlısının, yüz kere azat olsa da bin kere efendisi, başının dumanları arasında bile onun haftalığını

bırakmayı unutmadan arkasında heybetini bırakarak odasına çekildi. Azatlı köle de yerinden doğruldu, kollarını enfes bir işçilik eseri olan mermer korkuluklara dayadı. İmparator Diacletianus’un, gözünün üzerinde gözyaşı damlasına benzeyen bir vuruk iziyle, bir tepenin üzerinden Roma’nın gecesini kuş bakışı seyrettiğini bilmeden aynı geceyi seyretmeye başladı.


Kumların altına gömülmüş, deprem yarıkları dibine çökmüş, kuyulara yuvarlanıp yutulmuş harabe şehirlerden değildi Roma. Gecenin titreşimleri içinde bugünü de mamur geçmişi kadar zindeydi, şehirlerin ebedisiydi. Ama azatlı köle bu şehirde insanların hepsinin mutlu olduğunu zannedecek kadar cahil değildi. Mermer caddeler kadar çamurlu sokaklar da Roma’daydı. İpek toga sarınanlarda vardı onda köprü kemerlerine sığınarak soğuk taşlar üzerinde sabahlayanlar da. Yanması da yıkılması da an meselesi olan yoksul işi havasız evlerde kâşaneler onda yan yanaydı. Gecenin bu vaktinde bile kandilleri ışıldayan tapınaklar, tiyatrolar, zafer takları; işet gemilerle, mavnalarla, sandallarla dolu bir yol gibi akıp duran Tiber ırmağı. Şu senato binasıydı, şu yükselen Colosseum. Roma’nın Tiber kapısı gecenin bu vaktinde kapalıydı. Açık olsa farketmez, bir kervan göründüğünde kapı muhafızlarından önce yol kesen dilenciler hâlâ şehre alınmıyordu. ve cüzzamlılar birbirlerinin yarasını kaşıyarak sur dibinde bir parça uyumaya çalışıyordu.


Roma bu. Sefaleti bile rezil ihtişamının garantisiydi ve evet, Roma’nın ahlakını düştüğü yerden azatlı köle Vitalis değilse kim tutup kaldıracaktı?

... ..

... .. bu sabah bir haberci rahip, senato reisine hermafrodit bir bebeğin doğduğunu ... .. yaradılışın garibesinin delâlet ettiği tek şey vardı. O da şu; tanrılar öfkeliydi. ... ..

... ..

Hayallerimden dolayı beni kınama

Ve elimin yazdığına beni kefil tutma

Hiç bilmediğim bu sevincin sebebi sensin

Bir süreliğine içine girdiğim 

bedenin gözlerinden bakıyorum sana

Belki bir tek gözlerim, kalıcı  olan yanıma, ruhuma

açıldığı için bakış değerlidir.

Ama senin değerin benim bakışımdan değil kendiliğindendir.

… ..

Yazıcı köle sustuğunda -nasıl bu kadar konuşmuştu-, “Neresiymiş o gülüp ağladığın yerler?” sordu Hanımefendi Sabina sakince. “Hem yazdıklarının göklerden patır patır üzerine döküldüğüne inanmıyorum. Daha çok içinden taşmış gibi duruyor. Söyle bakalım yanılıyor muyum?”


Kirpik ucunda sallanan gözyaşı bir anda düşer,

oysa onun ne kadar evveliyatı vardır.

Hanımefendi Sabina, ben o gözyaşıyım.

Yaprağın ucuna kadar inmiş 

bir su damlası gibi titriyorum ve düşeceğim anı bekliyorum.

… ..

Kehribar, sahibinin yüzüne tam o sırada baktı. Sahip gökte yıldız bulamazken, yıldızlar tarafından seyredilen bir çoban olduğunu görebilirdi, başını eğip yeryüzüne bir göz atabilseydi. Kehribar şahit ki dağlar konuşsa çobanınki gibi bir sesle konuşur, yürüse onun gibi yürürdü. Değilmi ki incirin ve üzümün olgunlaştıktan sonra hemen çürümeye koyulduğunu, ateşe serilen ekmeğin pişmeye yakın çatladığını, başağın dolunca eğildiğini, yıldızın doruğa çıktıktan sonra batmaya durduğunu, güneşin daha fazla yükselemeyince inişe geçtiğini çoban biliyordu.

… ..

Esmer bir inci tanesidir. Hanımefendi Sabina, güzelliğini örtmek istemez makyajla…. ..

… ..

Hanımefendi Sabina Arabistan’ın bütün kokularını sürse de olur sürmese de olur. Derin denizlerin nadide incilerini taksa onun güzelliğine bir şey eklenmez, takmasa ondan bir şey eksilmez. Çünkü güzelde güzellikten dağıtılmış bir pay bulunur, Hanımefendi Sabina ise güzel değil güzelliktir; güzel kavramının kendisidir.


Ama Hanımefendi Sabina bu güzelliği ne yapacağını bilmemektedir. Aşk bu yüzden vardır oysa, güzellik aşkla bilinir. Değilmi ki benim görmezsem Hanımefendi Sabina’nın güzelliği solup gidecek, eylemi olmazsam bir süt gibi ekşiyecek.


Sükûnetini seyretmekten günlerce ayrılamayacağım bir denizdir Hanımefendi Sabina. Ama ben bu kadar rügârlıysam bu de nasıl tek dalga olmaz? Acaba yazıcı köle mi rüzgâr değildir yoksa bub rüzgâr mı bu denize göre değildir.?


Bunları düşünmek yasaktır biliyorum. Ama en imkansız aşkın bile sitemi vardır ve bütün bunları kâğıt kabul etmiş, kalem yazmıştır.

… ..

… .. Oysa ne Roma eski Roma’ydı ne de vefakârlığın heykelini dikecek insanlar kalmıştı bugüne. … .. Bu ziyafetlerde Romalılar aç kalmaktan değil doymaktan korkuyordu. Diğer yandan hiçbir şey onların doyurmuyordu. Yemekten önce, yemeğe başlarken, yemek esnasında, yemeği bitirirken ve yemekten sonra servis edilenleriyle bir ziyafetin tadını çıkarmak için zengin bir Romalıya çok geniş bir mide gerekti ve böyle bir yemek oturularak yenmezdi. Romalılar uzanarak yiyorlardı bu yüzden. Zevkin bedeli yorgunluk, bu kez uyuyorlardı ve uyanınca yine yiyorlardı. Belleri kayboluyordu kadınların genç yaşta, erkeklerin boynu. Zafiyetleri açlıktan değil çok tıkınmaktan, hastalıkları boş mideden değil hazımsızlıktandı, sindirim sisteminin hızını aşan bir yeme hırsından.

… ..

… .. Lüksün getirdiği hastalıklar vardı şimdi Roma’nın, sindirim sistemine yayılan yaraları ve bunlar diğer organlara da sıçramıştı…. ..


Gerçi Roma’nın mutlu kesimi her zaman müsrifti. Ama bu artık çığırından çıkmış, yatağından taşmıştı; ziyafet masalarını çoktan aşmış, bu şımarıklık devlete eteğinin ucu dokunan herkese sinmişti. En başta da senatörlere. Cumhuriyetin yaşadığı yer gibi öldüğü yer de senatoydu.


Biraz sesini çıkaran olsa, “Bunlar zenginliği suç, lüksü cürüm sayoyorlar,” diye burnundan soluyordu ziyafetteki yeni zengin. … ..


Tutmadı artık dilinin ucuna geleni senatör. Roma onurunu, erdemini, merhametini yitirmişti, cesaretini, yiğitliğini. Bunun adı kokuşmuşluktu. Çürümüştü Roma, çatırdıyordu ve sesini kimse duymuyordu.


… .. Senatör, … .. Roma’nın yitik onurundan bahsediyordu. … ..

O onur hiç var mıydı?” dedi azatlı, … .. “Colosseum’un kurulduğu bir şehirde senatör

 erdemden de merhametten de söz edilebilir mi?”

… ..

“Bir sikkenin iki yüzü vardır azatlım,” dedi senatör. “ikisi birbirinden ayrılmaz. Roma da böyledir. Sikkenin bir yüzünde tapınaklar, defne dalları, zenginlikler, öbür yüzünde ise kılıcını kaldırmış Sezarlar yer alır. Çünkü arka yüzdeki sükûneti sağlayan ön yüzdeki kılıçtır. Roma’nın onuru budur.


… .. “Ben de onu anlamıyorum ya  … .. Roma’nın yasa yapıcılarıyla Colosseum mimarlarının nasıl aynı hamurdan karıldığını, aynı arazinin bir ucuna Marcellus tiyatrosunu diğer ucuna Colosseum’u konduran kusurlu dehayı, mermeri de işkence sehpasını da aynı incelikle işleyen meşhur hayal gücünü…. ..”

… ..

… .. “... ..Roma’ya tragedya ve komedya yeterlidir.”


… ..Roma, tanrılarının çokluğuyla, çeşitliliğiyle övünürdü. Buna gelince, çoğalmıyor eksiltiyor., çeşitlendirmiyor birleştiriyordu. Yıkıcı ve uyumsuz Hristiyanlar , “Ondan başka Tanrı yok,” diye diretiyorlardı. Sonuç olarak kendi tanrılarına gösterdikleri saygı değil Roma’nın tanrılarına gösterdikleri saygısızlıktı birliği bozan. Tıpkı Yahudiler gibi bunlar Yahudilerden de beterdi.

.. .. “Sorarım size ey soylu senatörler. İnsan gözüyle görmediği bir şeye nasıl inanabilir, ona tanrı diye nasıl tapabilir?” Dahası ne adak istiyordu bu tanrı ne festival. … ..

… ..

O zamanlar ki imparatorun meşruluğu da senatonun onayına bağlıydı. Gerçi evet imparatorların her dediğine kafa sallayan senatörler her zaman olmuştu. Ama senatoyu senato onurlu ilkelerini yaşatan muhalif kanattı. Bıraktı sözün bağını yaşlı yargıç senatör, diline geleni esirgemedi. Nerede o günler ki senato bu, gölgesi bile imparator devirirdi.

… ..

 … .. İmparatorluğun kalbi on dokuz yıldır Roma’nın dışında atıyordu ve o kalp şimdi Roma’ya dönüyordu.

… .. Kleopatra

… ..

… ..İmparator Diocletianus görünüverdi. Afrika’nın, ve Britanya’nın, Tuna, Nil, Fırat vve Dicle’nin, Küçük Asya ve Alya’nın, Kilikya’nın, Frigya'nın, Suriye'nin, arabistan’ın, Pontus’un ve daha bir yığın yerin imparatoru, Pers savaşının galibi.

… .. 





*Kehribar Geçidi  &  Nazan Bekiroğlu

Timaş Yayınları

1.Baskı: Kasım 2021















*Hermafrodit (Cinsiyet gelişim bozuklukları) - Memorial


Adını Yunan mitolojisinde haberleşme tanrısı Hermes ile güzellik tanrıçası Afrodit'in yasak ilişkisinden dünyaya gelen oğulları Hermafrodit’ten alan Hermafrodit (cinsiyet gelişim bozukluğu) aynı vücutta hem erkek hem de kadın cinsiyetinin birleşmesi yani çift cinsiyet anlamına geliyor. Çok nadir görülen ve doğuştan gelen genetik bir cinsel gelişim bozukluğu olan Hermafroditizm sendromunda genellikle bebeklik döneminde ebeveynlerin tercihi doğrultusunda yapılan cerrahi işlemler ile cinsiyet seçimi yapılıyor. Ancak cinsiyet tercihini kendisi yapmayan bebeklerin ergenlik ve yetişkinlik döneminde farklı düşünceleri olabilmesi ve cinsel gelişimleri nedeniyle ebeveynlerinin yaptıkları bu tercihler psikolojik problemlere yol açabiliyor. Bu nedenle Hermafrodit teşhisi konulan bebeklerin cinsel tercihini ergenlik döneminde kendisinin karar verebileceği aşamaya geldiği zaman yapılması önerilebiliyor.


Sermest: Sarhoş.Başı dönmüş, kendinden geçmiş.  

alabasterden: Su mermeri, kaymak taşı


Toga, yaklaşık altı metre uzunluğundaki bir kuşağın vücuda belirli bir yöntemle sarılmasıyla (dolanmasıyla) elde edilen ve genellikle bir tunik üzerine giyilen Antik Roma'nın en karakteristik giysisi. 


Sirius ya da Akyıldız, Büyük Köpek Takımyıldızı’nda yer alan bahar ayında kuzey yarı küreden görülebilen gece gökyüzünün en parlak yıldızıdır.


Lir (Yunanca: λύρα), Arp ailesinden, tarihi MÖ 9. yüzyıla kadar giden telli, antik bir çalgıdır. 


Porfir: antik eserlerde sıkça kullanılan bir cins taş. koyu yeşil, siyah ve açık yeşil kristallerden oluşan, kaplama, kakma ve şebekelerde kullanılan bir malzemedir.


Diocletianus: Gaius Aurelius Valerius Diocletianus (d. 245–ö. 312) 20 Kasım 284 ile 1 Mayıs 305 tarihleri arasında görev yapmış, Roma imparatorluğunu Doğu Roma ve Batı Roma olarak paylaştıran ve Doğu kısmının imparatorluğunu üstlenen bir Roma imparatoru.

Diocletianus tarihçiler tarafında Üçüncü Yüzyıl Krizi (235-284) olarak bilinen döneme son vermiştir. Otokratik bir hükûmet kurmuştur. Roma İmparatorluğu'nun Dominate, Tetrarşi ya da "Roma İmparatorluğu'nun sonraki dönemi" olarak bilinen (Augustus tarafından oluşturulan Principate sistemine karşılık) ikinci dönemi için zemini hazırlamıştır. Diocletianus'un reformları devlet yapısını temelden değiştirmiş ve imparatorluğun ekonomik ve askerî açıdan dengeye oturmasını sağlamış, bu sayede imparatorluk bir yüzyıl daha bütünlüğünü korumuştur.


Oedipus (Yunanca Oidipous, "şişik ayaklı"; Latince Oedipus) veya Œdipus. Thebai'nin mitolojik kralı, Laios ve İokaste'nın oğlu. Babasını öldürüp, annesiyle evlenmiştir.[1] Antigone, İsmene, Eteokles ve Polyneikes'in babasıdır.


Müge: Fransızca kökenli olan Müge isminin anlamı inci çiçeği olarak bilinmektedir.


Nasıra, İsrail'in Aşağı Celile bölgesinde yer alan tarihî bir şehirdir. Nüfusu 2006 yılı sayımlarında 64.500 çıkmış Nasıra'nın, yüzölçümü 14,2 km2'dir. İncil'de Meryem ve kocası Marangoz Yusuf'un memleketi olarak geçer. İsa'nın çocukluğunun geçtiği yerdir ve Hristiyanlıktaki en önemli hac merkezlerinden birisidir.

İsa'nın doğum yeri Beytüllahim olarak kabul edilmekle birlikte memleketi sıklıkla Nasıra olarak geçer. Hristiyan kaynaklarda İsa, zaman zaman "Nasıralı İsa" olarak anılır. Bu nedenle Hristiyanlık dini "Nasranilik" olarak da adlandırılır.


Kadid: iskelet


Hançere:Gırtlak, boğaz


Hekim Galenos: Bergamalı Galen (Claude Galen; Yunanca Galenos, Latince Galenus, İslam dünyasındaki adıyla Calinus;[1] d. 129 - ö. 216), tıp doktoru, bilim insanı ve filozof.

Antik Roma'nın en önemli hekimlerindendir. Deneysel fizyolojinin kurucusu ve Roma dünyasının ilk spor hekimi olarak kabul edilmiş ve Hekimlerin İmparatoru, Şeyhû’s Seyadile (hekimlerin babası) gibi unvanlarla anılmıştır.[2] Galen’in tıbbi görüşleri “Galenizm” olarak adlandırılır ve yüzyıllar boyunca tıpta etkisini sürdürmüştür[3]. Tıbbın yanı sıra farmakoloji alanında da yeni teoriler geliştirmiştir. Öte yandan Galen'in İslam islam tıb dünyası üzerinde büyük etkisi olduğu bilinmektedir. Mevlana C. Rumi "Ey bizim kibir ve azametimizin ilâcı, ey bizim Eflâtun'umuz. Ey bizim Calinus'umuz." (Mesnevi 24. beyit) diye söz etmiştir.


Aristokles: (Grekçe: Ἀριστοτέλης Aristotélēs, Grekçe telaffuz: [aristotélɛːs]; c. MÖ 384 – c. MÖ 322) veya kısaca Aristo,[a] Antik Yunanistan'da Klasik dönem aralığında yaşamını sürdürmüş olan Yunan filozof ve bilge.[5]

Platon ile düşünce tarihinin en önemli filozoflarından biri olan Aristo, mantık, fizik, biyoloji, zooloji, astronomi, metafizik, etik, estetik, ruh, psikoloji, dilbilim, ekonomi, siyaset ve retorik gibi pek çok disiplinde çoğu o disiplinin kurucusu olan eserler vermiş, eserleri 16. ve 17. yüzyılda modern bilim gelişene kadar Avrupa ve İslam coğrafyasındaki bilimsel faaliyetin temelini oluşturmuştur.[5] Günümüzde kullanılan pek çok bilimsel terim ve araştırma metodu kendisine dayanan Aristo, tarih boyunca özgün felsefi düşüncelerin ve tartışmaların, bilimsel görüşlerin ve araştırmaların kaynağı olmuş ve olmaya da devam etmektedir.

Hayatı hakkında çok az şey bilinmektedir. Kuzey Yunanistan’daki antik Stagira şehrinde doğmuş, Makedon Kralı II. Filip‘in doktoru olan babası Nicomachus, Aristo çocukken ölmüş ve Makedonya sarayında hocalar tarafından büyütülmüştür. 17-18 yaşlarında Atina‘daki Platon'un Akademisine katılmış ve yirmi yıl kadar orada kalmıştır (c. MÖ 347). Platon öldükten kısa zaman sonra, MÖ 343‘te Makedon II. Filip‘in isteğiyle Makedonya sarayında Büyük İskender‘e hocalık yapmıştır. Daha sonra Atina'ya dönüp Lyceum'da Platon'unki gibi bir okul kuran Aristo burada pek çok takipçi edinmiştir ve bugün kendisine atfedilen düşüncelerin çoğunu bu dönemde ürettiği düşünülmektedir.

Aristoteles ismiyle günümüze kalan eserlerin nasıl üretildiği veya toplandığı tam olarak bilinmemektedir, günümüze kalan metinlerin basılmak için hazırlanmış yazılardan çok, ders anlatımı için oluşturulmuş taslaklar ya da ders notları olduğu düşünülmektedir.[6][7] Buna rağmen bu metinler Geç Antik Çağ, Orta Çağ, ve Rönesans boyunca bilim pratiğini belirlemiş, örneğin astronomi hakkındaki iddiaları Kopernik'in;fizik hakkındaki düşünceleri Galileo ve Newton'un çalışmalarıyla aşılabilmiş, klasik mekanik, modern kimya ve biyoloji sistematik bilimler haline gelene kadar doğa ve hayvanlar hakkındaki görüşleri etkisini baskın biçimde sürdürmeye devam etmiştir. Mantıkla ilgili ilk biçimsel incelemeleri sunan Aristo, Frege'ye kadar mantıkla ilgili çalışmaların temelini oluşturmuştur. Bu eserlerinin en önemlileri arasında Metafizik, Kategoriler, Fizik, Nikomakhos'a Etik, Politik, Ruh Üzerine ve Poetika sayılabilir.


Şehrayin : Işıklandırılmış şehir. Şehr-i âyin. 

Şehrar: Şehri süsleyen


Platon: Platon veya Eflatun (Yunanca: Πλάτων, Plátōn; MÖ 428/427 veya 424/423 – 348/347), Antik Yunan filozofu ve bilgesi.

Dünyada üniversite düzeyindeki ilk kurumlardan biri olan (ve bu kurumlara günümüzdeki adını veren) Akademi'nin kurucusu olan ve düşünce tarihinde bir dönüm noktası teşkil eden Platon, felsefe ve bilim tarihindeki pek çok tartışmanın temellerini atmış, Hristiyanlık ve İslam gibi pek çok dini de derinden etkilemiştir. Hocası Sokrates ve öğrencisi Aristoteles ile birlikte felsefe tarihinin en etkili ismidir ve iddialarının büyük bir kısmı bugün hâlâ önemini korumakta, tartışılmakta ve çoğu düşünceye katkıda bulunmaktadır. İngiliz matematikçi ve filozof Alfred North Whitehead "Avrupa felsefe geleneğiyle ilgili yapılabilecek en güvenilir genel nitelendirme Platon'a ait bir dizi dipnottan oluştuğudur" demiştir.[2]


Ladini : Din dışı.


Medih: (kökü Arapça) Övmeye, methetmeye sebep olan kimse, övgü konusu olan kimse. Övme, övgü.


Anubis (Anpu), Antik Mısır mitolojisine göre ölüm ve cenaze tanrısıdır.[2] Set ve Nephthys'in oğludur.[2] Çakalların mezarlar etrafında dolaşması nedeniyle çakal başlı Anubis ölümle beraber anılır.[2] Daha sonra Set tarafından öldürülen Osiris'i mumyaladığı için mumyalama tanrısı olmuştur.[2] Görevi tüm ölüleri korumak ve yüceltmektir. Bu yüzden mumyalamayla görevli kişiler Anubis maskesi takarlardı.[2] Ölen kişi diğer dünyada yargılanırken Anubis ona yardım eder. Anubis diğer dünyada ölülerin koruyucusu ve ölüler kentinin efendisidir.[2] Anubis, Antik Mısır tanrıları arasında en saygın olanlarındandır.[2] Ölüleri tekrar hayata döndürme gibi bir özelliği de olduğu sanılmaktadır. Yüzünde bir çakal ısırığı vardır. Kutsal mumyalayıcı olarak da bilinir.[2]



Serapis bir Mısır Tanrısıdır. Zeus-Serapis veya Serapis-Helios gibi ikili adlarla, bazen de Mısır ana tanrıçası İsis ile aynı tapınakta tapılırdı. Sütun şeklinde bir başlık giyen sakalı bir adam olarak betimlenir. Güneş ve boğa simgeleridir.

Bu tanrının adı, bir yanlış anlaşılmayla ortaya çıktı: Boğa Api (Apis), tanrı Oser'in (Osiris) karasal bir tezahürü idi. Böylece bir Oser-Apis kültü gerçekleştirildi. Ancak Yunanca'da "o" bir tanımlık/tanım edatı/harf-ı târif veya artikel ve bu nedenle Yunan rahipleri Oser-Apis'i "O Serapis", "Serapis" e dönüştürdüler.

Mısır firavunu Ptolemy I döneminde adına tapınaklar yapılmaya başlayan Serapis, yunan tasvirlerinde yanında üç başlı köpek Kerberos ile gösterilir. Roma İmparatoru Septimius Severus döneminde Serapis inancı zirveye çıktı


Cleopatra II ( Yunanca : Κλεοπάτρα M.Ö. 185 – M.Ö. 116/115) M.Ö. 175 yılından 116 yılına kadar iki erkek kardeşi ve kızıyla birlikte hüküm süren bir Ptolemaios Mısır kraliçesiydi - çoğu zaman kardeşi VIII. Ptolemy İle rekabet halindeydi.

İlk hükümdarlığı sırasında, M.Ö. 164 yılına kadar, ilk kocası ve erkek kardeşlerinden büyüğü olan VI. Ptolemy Philometor ve küçük kardeşi olan Ptolemy VIII Euergetes II ile birlikte hüküm sürdü. İkinci saltanatı sırasında, M.Ö. 163 yılından M.Ö. 145 yılındaki ölümüne kadar VI. Ptolemy ile birlikte tekrar hüküm sürdü. Daha sonra evlendiği küçük erkek kardeşi VIII. Ptolemy ve kızı III.Kleopatra ile hüküm sürdü. M.Ö. 131'den M.Ö. 127'ye kadar Mısır'ın tek hükümdarıydı. M.Ö. 124'ten M.Ö. 116'ya kadar olan son saltanatını da Ptolemy VIII ve Kleopatra III ile birlikte geçti.

Palatino Tepesi (Latince: Collis Palatium), Roma'nın yedi tepesinden en merkezde olanı ve Roma kentinin tarihî kalıntılar açısından en zengin bölgesi. Roma Forumu'ndan yaklaşık 40 m yukarıdadır[1] ve tepeden bakar diğer tarafta ise Circus Maximus'a tepeden bakar. İngilizce saray anlamındaki "palace" sözcüğünün etimolojik kökenini oluşturur.


Roma Forumu (Latince: civitatem centrum: (Şehir Merkezi)) (Forum Romanum, Romalılar daha çok Forum Magnum olarak veya sadece Forum olarak adlandırmışlardır), Antik Roma'nın geliştiği merkez bölgesidir.[1] Ticaret, iş, fahişelik, ibadet ve adaletin yönetimi burada gerçekleşmekteydi. Burası toplumsal ocağın olduğu yerdi. Kaldırım kalıntılarından anlaşılan, çevresindeki tepelerden aşınan çökeltilerin forumun seviyesini Cumhuriyet'in erken zamanlarından itibaren yükseltmeye başladığı görülmektedir. Asıl olarak bataklık bir zemin olan alan, Tarquins tarafından Cloaca Maxima ile kurutulmuştur. Hâlâ görülebilen en son traverten kaldırımı, Augustus'un yönetimi zamanındandır.


libellus latince: kitapçık. küçük kitap anlamında değil ama pek. romalı yazarlar önemli kitaplarından bile "libellus" diye bahsetmişler hep ve bu bir çeşit alçakgönüllülük ifadesi olmuş. mütevazı olayım derken bile abartılı olmak... işte bunlar hep roma.

19 yorum:

  1. Nazan Bekiroğlu; romanı okurken mitolojiden akıllarda kalan kavramları yenilememize destek oluyor. Bazı kelimeleri, isimleri, anlayışları internetten bakarak anlamaya çalışıyoruz.... Bütün bunları yaparken başka okumalarda geçen ve halen güncel olarak kullanılan isim ve anlayışların kaynağının eski Yunan medeniyetinden alıntılandığını bir kez daha anlıyoruz....

    YanıtlaSil
  2. "Ey şifa tanrısı Asklepius." Tanrılar isimleri anılmazlarsa ölümlüleri duymayabilirlerdi meselâ. Başına ve sonuna pek çok övgü sözcüğü sıralanarak tanrının konumu pekiştirildi.
    Sonra dua edenin aciz kimliği.... insanoğlu ne kadar değişse de temel davranışlar değişmiyor...

    YanıtlaSil
  3. Yazar; Roma’daki sefahati, Roma’da hazzı yaşamak için Arena’da aslanlarla dövüşmeye zorlanan esir ve kölelerin ölüme karşı verdikleri acımasız mücadeleyi ve bu durumu zevkle izleyenlerin yaralanan, yok olan vicdanlarını, ruhlarını çürüşlüğünü anlatırken zamanın sosyolojisini bugüne yansıtıyor…… ..

    YanıtlaSil
  4. (sf.159)Azatlı köle Vitalis ve senatör efendisi arasındaki; Roma’daki yaşamın uçlar arasında gelgitlerle dolu acımasızlık ve sefahat, trajedi ve komedi, çürümüş zenginliklerle savrulan yaşama ilişkin felsefî konuşma müthiş…

    YanıtlaSil
  5. Roman kahramanları yedi uyurların yaşadıkların yaşamları, asırlık uyku sırasında olanlar ve uyandıklarında karşılaştıkları manzara ve son rüyaları çok şey anlatıyor...

    YanıtlaSil
  6. Yedi uyurların öyküsü; kendi ifadelerine göre, "Belli ki Colosseum'da işleyen zekâ", eskini acımasızca yok edici, zarar verici zekası günümüz şartlarında da elinden geleni ardına koymamacasına akıl yürütmeye, yakmaya- yıkmaya devam ediyor....

    YanıtlaSil
  7. Yedi uyurlar, "bütün zamanlardaydı, aynı şekilde "sınırlı bir zamandalardı", hatta zaman bile değil "zamansızlıktı" bulundukları hâl....

    YanıtlaSil
  8. Zaman ötesi, akıl ötesi denilebilir (mi?)

    YanıtlaSil
  9. Gördükleri rüya değil, rüyetti...(*Basiret, isabetli düşünme hassası, kalp gözüyle manevi alemi görme, müşahade)

    YanıtlaSil
  10. Bugünün olaylarını anlamak için bakılacak en iyi yer dündür. Dün gibi yarını da bize kendisini sürekli fısıldar. Hepsi tekrarlar kendini. Sezenler için bugünde yarının haberi vardır. ....

    YanıtlaSil
  11. "... .. Bizim zamanımızda Tanrı korkusundan önce Tanrı sevgisi vard.Korku da sizin anladığınız korkuydan başkaydı."... ..

    YanıtlaSil
  12. "... ..Çölün ortasında şeytanla boğuşan elçi, krallar kralıydı. Ama onun krallığı göklerdeydi. Siz onu gökten yere indirmişsiniz. Altın tahtlara oturtmuş, sırtına bir toga picta atıvermişsiniz. Sizin haliniz bizi 309 yıl uyuyup uyanmaktan daha çok şaşırtıyor.... .."

    YanıtlaSil
  13. Pikopos ... ... "... .. bzim misafirhanemiztemiz ve rahattır. ÇOrba kazanımız her an kaynar. Bostanlarımız taze sebzeyle, bahçelerimiz meyveyle doludur. Bu müstesna konukları misafirhanede ağırlamamız, kilisenin konukseverliği adına daha uygundur. Senin de Sebastian, aynı misafirhanede onlara refakat etmem yerinde olur.."

    YanıtlaSil
  14. "Bunu İsa Mesih'in doğumundan 612. yılda Ağustos ayının yirmi beşinci gününden itibaren dokuz gün boyunca kilise arşivcisi Sebastian yazdı. ... .. " ... .. "İmparator Dioclatianus zamanındaki büüyük takibatın içyüzü ve yedi kişinin uyuması ve uyandıktan sonraki hikâyesi ve kilise arşivcisi Sebastian'ın kendi hikâyesi."

    YanıtlaSil
  15. Beni de yanınıza alın. Yediydiniz sekiz olalım. ... ..

    YanıtlaSil
  16. Gerçekler, iyilik, kötülük; her yanı ile tarih tekerrür etmekte... geçmişte de, şimdi olduğu gibi gelecekte de dini istismar edenler ve adil olmak, doğru yolu tercih etmek, iyiliğin tarafında olup, kötülükten kaçınanların karşısında "insan insanın kurdudur" anlayışını ayakta tutanlar, kibirden gözü dönenlerin , yeni "Habil- Kabil"lerin dünyası... Sonuç olarak herkes kendi kitabını yazmakta, kendi imtihanında.... Nazan Bekiroğlu, ders alacaklara asırlarca süren insanlık öyküsüne bir pencere açarak ışık tutuyor...

    YanıtlaSil