19 Şubat 2022 Cumartesi

Kızıl Elma *

… .. Asıl adı Mehmet Ziya Gökalp olan yazar, 23 Mart 1876 tarihinde Diyarbakır’da doğdu. Babası yerel bir gazetede çalışan Gökalp, İslam hukukuna vakıf olanamcasından geleneksel İslam ilimlerini öğrendi. Eğitimine Diyarbakır’da başlası. 189’te İstanbul’a gitti ve Baytar Mektebi’ne kaydını yaptırdı. Jön Türkler’den etkilendi. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katıldı. Muhalif olan Ziya Gökalp, katıldığı eylemler sebebiyle 1898 yılında tutuklandı, bir yıl cezaevinde kaldı. Serbest bırakıldıktan sonra sürüldüğü Diyarbakır’da 1908’e kadar küçük memuriyetler yaptı. 1910 yılında kurulmasına öncülük ettiği İttihat ve Terakki İdadisi’nde  sosyoloji dersleri verdi. Bir yandan da Genç Kalemler dergisini çıkardı. Diyarbakır Ergani’den Meclis-i Mebusan’a seçildi, İstanbul’a taşındı. Türk Ocağı’nın kurucuları arasında yer aldı. Derneğin yayın organı Türk Yurdu başta olmak üzere Halka Doğru, İsl’am Mecmuası, Milli Tetebbular, İktisadiyat Mecmuası ve Yeni Mecmua’da yazılar yazdı. Bir yandan da Darülfünun-u Osmani’de (İstanbul Üniversitesi) sosyoloji dersleri verdi. 

Birinci Dünya Savaşı’nı Osmanlı Devleti’nin kaybetmesinin ardından bütün görevlerinden alındı. İngilizler tarafından 1919’da Malta Adası’na sürgüne gönderildi. İki yıllık sürgün dönemi sonrası Diyarbakır’da Küçük Mecmua’yı çıkardı. 19123’te gittiği Ankara’da Marif Vekaleti Telif ve Tercüme Heyeti Başkanlığı’na atandı. Aynı yıl İkinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Diyarbakır milletvekili olarak girdi. Kısa süren bir hastalığın sonrasında, 25 Ekim 1924’te İstanbul’da vefat etti.


Ziya Gökalp, çağının en büyük fikir ve ilim adamlarından biridir. Birçok çağdaşı gibi Osmanlı Devleti’nin yıkılma sürecinde ulusal kimlik arayışına girdi. Gökalp, çağının bütün modern, pozitif bilimlerini bilimsel bir disiplinle okuyup irdeledi ve Türk toplumuna uyarladı. Sosyoloji, kültür ve medeniyet tarihi gibi bilimlere öncülük etti. Ulusal kültürü, uluslararası kültürün yapıcı öğesi olarak kabul etti. Saray edebiyatına karşı halk edebiyatını ve bilimsel gelişmesini sağlayan pozitif bilim anlayışını benimsedi. Dini, toplumsal birliğin sağlanmasından yardımcı bir öpe olarak değerlendirdi. Toplumsal ve siyasi görüşlerini anlattığı sayısız makalesi bulunan Ziya Gökalp, “Türkçülük

düşüncesini sistemleştirdi. Milli edebiyatın kurulması (1*), Türk Yurdu, Halka Doğru, Türk Sözü, İslâm Mecmuası, İçtimâiyat Mecmuası, Milli Tetebbûlar Mecmuası, Yeni Mecmua gibi çeşitli dergilerde de Türkçülüğe dair olgunlaştırdığı fikirlerini bilimsel araştırmalarını kaleme aldı.

Yıkılış ve yeniden diriliş günlerinin büyük düşünürü Ziya Gökalp Kızıl Elma ülküsünü anlatırken manzum bir dil kullanmayı tercih eder. Türk milli harsının (2*) temel unsurlarından olan masalları, koşmaları ve destanları sürükleyici bir dille okuruna sunan Gökalp, tüm bu kültür unsurlarını hafızalarda daha güçlü yer edineceğine inandığı için şiirle anlatır.

Hemen hemen unutulmaya yüz tutan masal kültürümüze adeta diriltici bir nefes mahiyetindeki eser, Gökalp’in diline bağlı kalınarak … okura sunuluyor.


Kızıl Elma

Bir varmış bir yokmuş, Tanrı’dan başka

Kimseler yok imiş, yakın zamanda


Bakü’de milyoner bir kız var imiş;

Türklüğü çok sever, yurda yar imiş;


Adı Ay Hanım’mış, hanlar soyundan;

Anası Kırgız’ın Konrad boyundan


Uzun boylu, kumral, yüksek alınlı;

Şerefeli bir kökün güzel bişr dalı.


Babası, annesi öldüler birden,

Kendisi Paris’te tahsilde iken;


Dayandı bu kahra, Şevki sönmedi;

Tuttuğu mukaddes yoldan dönmedi.


İsterdi Turan’da mektepler açmak,

Hakikat nurunu ruhlara saçmak.


Bunu için lazımdı bilmek en yeni

Terbiye tarzını, tedris ilmini.


Bu yolda arzusu kadar yükseldi, 

Nihayet Paris’ten Bakü’ye geldi.


Biri erkeklere, biri kızlara,

İki mektep yapmak için mimara


Emirler vererek işe başladı.

“İstikbal Beşiği” mektebin adı.


Bir yanda inşaat devam ederken,

Ay Hanım meşhur bir ilim ehlinden


İslâm’ın ruhunu dahi öğrenmek

İçin çalışırdı Garba yeltenmek


Ona kâfi gibi görünmüyordu:

“Şarkı da tanımak lâzım” diyordu.


Diyordu: “Halk bahçe, biz bahçıvanız;

Ağaçlar gençleşmez aşıdan yalnız;


Evvela ağacı budamak gerek,

Aşıyı sonradan ulamak gerek”


Bunun için her sabah evde kalırdı:

Saadeddin Molla’dan dersler alırdı.


Bir akşam Ay Hanım ata binerek,

İstedi kırlarda biraz gezinmek.


Yanında tüccardan Bahadır Ağa

Şehirden çıkınca saptılar sağa;


Ovada Cennetten bir eser vardı;

Bahardı, her yanda çiçekler vardı:


Esrarlı bir hüzün dalgın bir neşat,

Gençlik, şiir, nağme, renk, koku, hayat…


Kevser saçar gibi bir huri eli

Manevi bir mestlik ruhta müğncelî (10*) 


Vicdan fevkinde bir ruhanî şuur

Duyardı muhitte bir gizli huzur…


Artık müphem değil aşkın manası;

Münkeşif (11*) hayatın loş muamması.


Bu anda Bahadır dedi ki, “Bakın

Bu gence, gözleri ne kadar dalgın!


Bakıyor görmeyen bir nazar gibi.”

Ay Hanım görünce titredi kalbi:


Kendine mün’atif (12*) iki sabit göz

Camdan imiş gibi yok içinde öz;


Sarşın saçları uzun ve dağınık:

Mutlak ya şair ya ressam ya aâşık.


İstiğrak (13*) halinde esnakâr bir ruh;

Gözlerinde gaflet, kalbinde fütuh (14*)


Ay Hanım, kısılmış gibi nefesi

Dedi ki: “Ne kadar solgun çehresi!”


Kalbinde derin bir hicran duymuştu:

Umumî kanuna o da uymuştu.


Ertesi gün dersi mahzun dinlerken

Çıkmıyordu o genç bir an zihninden…


Bu hale hem şaşıp hem kızıyordu;

Ruhundan bir gizli gam sızıyordu.


İsterdi yaşamak milleti için,

Kini vard sevda illeti için…


Serseri bir aşka gönül bağlayan

Nasıl verebilir yurda yeni can?


Bu anda içeri giren hizmetçi

dedi ki: “Kapıda duran bir genci


İkna etmek mümkün değil! Molla’ya

Bir şeyler soracak, ediyor rica:


Rüya görmüş, tabir istiyor sizden,

Derdine bir tedbir istiyor sizden.”


Ay Hanımanladı derhal geleni…

Eliyle tutarak çarpan kalbini,


Halini meydana vermemek için 

Dedi ki: “Ben gideyim, buraya gelsin.”


Genç geldi, oturdu Molla’ya karşı,

Dedi ki:” Her kimin bir derde başı


Uğrarsa sizsiniz çere gösteren;

İşte bu ümitle geldim ben…


İstanbul’da doğdum, Turgut’tur adım, 

Ressamım; tabiat, büyük üstadım,


Yaya seyyahlığa sevk etti beni;

Her saat başında emsalsiz yeni


Bir güzellik görür , tebcil ederim,

Büyük sanatkârı tehlil ederim,


Dün yürüyor iken , önümdeki yol

Ayrıldı ikiye: Bir sağ, biri sol…


Soldaki nereye gidiyor, diye

Sordum, sakallı ak bir çiftçiye.


Dedi: “Bu yol gider Kızılelma’ya…”

Lakin ben bu sözü verdim şakaya.


Yürüdüm, az sonra bu şehri seçtim;

Yaklaştım! Bir yerde kendimden geçtim.


İstiğrak mı bilmem, rüya mı bilmem;

Hem yokluk hem varlık bir garip âlem


Bir de ne göreyim! Atlı bir peri 

Gökten indi Cennet yapmak için yeri


“Sen kimsin, bu âlem neresi?” dedim.

“Bu Kızılelma’dır, ben perisiyim.”


Diyerek kayboldu; fakat hayali

Çıkmıyor ruhumdan… İşte bu hali


Size söyleyerek bir çare bulmak,

Kızılelma’ya bir emare bulmak


İçin geldim; çünkü her kimse

Sordumsa dediler: “Git o hakîme:


Sorduğun ülkeyi ancak o bilir

Şimdi de kendisi nah bu evdedir.”


Tasdi (15*) ettim; fakat görünüz mazur,

Çünkü bu dert bende koymadı şuur,


Lütfedip derdime verin şifayı:

Anlatınız bana Kızılelma’yı


Bu şehir neresi, yolu nerden?

Şimdiye dek var mı oraya giden?


Perisi melek mi, yoksa beşer mi?

Beni Kulluğuna kabul eder mi?


Moılla dedi: “Oğlum, Türk fatihleri

İsterdi istila etmek her yeri;


Fethe lakin bir tek hedef tanırdı,

Orayı kendine İrem sanırdı.


Bu Mev’ud (16*) ülkeye, bu tatlı yurda

Vasıl olmak için hep bu uğurda


Yüzlerce defalar Türklük kaynadı:

Hint’i, Çin’i, Mısır’ı Rum’u kapladı


Lütfedip derdime verin şifayı:

Anlatınız bana Kızılelma’yı


Bu şehir neresi, yolu nerden?

Şimdiye dek var mı oraya giden?


Perisi melek mi, yoksa beşer mi?

Beni Kulluğuna kabul eder mi?


Moılla dedi: “Oğlum, Türk fatihleri

İsterdi istila etmek her yeri;


Fethe lakin bir tek hedef tanırdı,

Orayı kendine İrem sanırdı.


Bu Mev’ud (16*) ülkeye, bu tatlı yurda

Vasıl olmak için hep bu uğurda


Yüzlerce defalar Türklük kaynadı:

Hint’i, Çin’i, Mısır’ı Rum’u kapladı


Bütün payitahtlara, en son Çinliler

Gitti; fakat aslabu meçhul yere


Yaklaşmadı çünkü o mev’ud ülke

Değildi hariçte bir mevcut ülke.


Kızılelma yok mu? Şüphesiz vardır;

Fakat onun semti başka diyardı…


Zemini mefkûre,seması hayal…

Bir gün gerçek, fakat şimdilik masal…


Türk medeniyeti taklitsiz, sâfî

Doğmadıkça bu yurt kalacak hafî (17*)...


Çok yerleri biz fethedebilmişiz;

Her birinde manen fethedilmişiz.


Bir kişver (18*) almışız tabiiyete,

Uymuşuz oradaki medeniyete.


Bazen Hintli, bazen Çinli olmuşuz;

Arap, Acem, Frenk dinli olmuşuz.


Ne bir Türk hukuku, Türk felsefesi,

Ne Türkçe inleyen bir şair sesi…


Şair, hakim gelmiş bizden de çokça

Kimi Farisi  yazmış, kimi Arapça…


Fransızca, Rusça, Çince yazmışız.

Türkçe ancak birkaç hece yazmışız.


Bakınız mesela. Yazmış koskoca

Fârâbî Arapça, Karamzin Rusça;


S’ina, Celâleddin, Zemhaşeriler

Emeği Arap’a, Fars’a verdiler.


Buharalı Şevket, GEnceli Husrev,

Firdevsî’ye yahut Sadî’ye peyrev (19*)...


Bugün bilebirçok ediplerimiz

Frenkçe yazmayı sayarlar muciz.


Türkçe yazanlar lügat paralar,

Avrupa taklidi şeyler karalar.


Hakiki ruhumuz, sâfi dilimiz

Bağırır onlara: “Bize geliniz!...


Bizdedir fikre his, hislere hayat,

Vicdanlara ilham, şaire kanat…”


Zekamızı sanki kiralamışız,

Her dilden kitaplar sıralamışız.


Türk’ün hem kılıcı hem de kalemi

Yükseltmiş Arap’ı Çin’i, Acem’i


Her kavme bir tarih, bir yurt yaratmış,

Kendini başkası için aldatmış.


Öz işini yarım terk etmiş:

Turfanı bırakmış, Orhun’a gitmiş.


Unutmuş evvelki elifbasını

İlim ve fendeki itilasın (20*):


Yeniden bir yazı, bir yasa düzmüş,

Her zaman zihnini boş yere üzmüş.


Nice defa Kanun, Şifa okumuş;

Dönmüş geri Bina okumuş…


Yok tarihimiz, var tarihlerimiz,

Bir burca girmemiş Mirrhlerimiz (21*);


Her biri parlamış bir başka gökte…

Aynı ruhu bulmuş yüzlerce gövde.


Ne tarihi vahdet ne kavmi safvet!

Kızılelma işte buna işaret.


Millete olsa bir giz ihtiyaç,

Milli vicdan bulur ona bir ilaç;


Türk bakmamış İrem yahut Seba’ya,

Demiş: Gideceğim Kızılelma’ya.”


Maksadı gitmektir birliğe doğru,

Milli düşünceye, dirliğe doğru…


Bilir bir gün milli irfan doğacak,

Yeni Orhun, yeni Tufan doğacak.


İçtimai bir yurt, kavmi bir tarih

Edecek Türlüğü taklitten tenzih.


Fakat kim bilir, kim yolu açacak,

Türklük ziyasını dehre (22*)  saçacak?..



Kim bilir ne vakit deha perisi

Olacak bu yeni huldün (23*) Belkısı”


Bu anda bir cezbe geldi Molla’ya

İlahi bir sesle girdi mollaya:


Pirden sual ettim: “Sevgilim hani?”

Dedi bana: “Önce kendini tanı!”

Tutmuşum elinden ben n^gehanî (24*)

Götürmüş beni gizli dünyaya.


Karanlık bit tufan, seyyal bir deycur (25*)!

Ne vücut ne adem ne gayb ne huzur;

Nâr içinden henüz çıkmamıştır nur,

Tutulmuştu her şey kara sevdaya…


Umman çoşkun akar, biz sal içinde

Bir yıldızböceği hayal içinde 

Işıldar gibiydi; bu hal içinde 

Dalmışız ikimiz aynı rüyaya.


Salımız-şarapnel imiş cevheri-

Patladı, dağıldı hep misketleri,

Sormaksızın pirden bu acep sırrı

Dedi: “Müsemmadır, geçti esmaya!”


Misketler de bişr bir patlar, anlardan

Yeni şarapneller fırladı her an.

Biz bunlardan biri üstünde, hayran,

Gitmekte idik bir yeni fezaya


Denizden ırmaklar, ırmaktan çaylar,

Doğdukça daha çok haylar,

Kaynaktan bizim için ayrılan paylar

Götürürdü bizi başka me’vaya (26*).


Salımız balonmuş, havayı deldik,

Safralar atarak daim yükseldik,

Nihayet Âdem’in gözüne geldik

Oradan hasretle baktık Havva’ya


Durmadık  biz, kimi Sînâ’da kaldı,

Kimi, “Erdim’” dedi, semada kaldı;

Kimi arşa çıktı, âlâda kaldı…

Döndüler baktılar akan deryaya.


Salımız fişengmiş, bizi uçurdu,

Her düşen lem’ası bir cihan kurdu;
Kimi Londra’da, Paris’te durdu,

Kimisi bağlandı yeşil hurmaya.


Züleyha Yusuf’ta buldu özünü,

Ferhat Şirin’e dikti gözünü;

Şerh edememişken sevda sözünü

Mecnun kavuşmuşum sandı Leyla’ya!


Sevda bir kanattır, uçmayan bilemez,

Bu yolu ne atlı ne yayan bilmez;

Bir güzel var, hüsnü hiç pâyân bilmez,

Tekâmül denilir nu nazlı aya


Salımız gönülmüş, uçtuk hülyada

Dinlemedik hiçbir tatlı rüyada

Son arzumuz budur fani dünyada:

“Türk’üz, varacağız Kızılelma’ya..”


Turgut bu sözlerden bulmadı şifa,

Çıktı, gitti, gönlü dolu “Va hayfâ!” (28*)


Diyordu “Leyla’sız bir mecnun gibi

Nasıl yaşayayım söyle ya Rabbi?”


Ay Hanım duymuştu bütün sözleri,

Bu fikri sürdü  ileri:


Kızılelma yokmuş, fakat lazımmış,

Turan hayatına bu bir nazımmış;


Hewr hayali hakikat olabilirken,

Var etmemek için bunu şimdiden?


Madem ki Türklüğün derdine derman

Bu imiş, ne için koşmamak heman?


Madem kine Hint’de ne de Çin’de imiş,

Türklerin ruhunun içinde imiş:


Değilmiş Arap’ta, Acem’de, Rum’da:

Unutulmuş kökü Karakurum’da…


İngiliz, Fransız, Rus’ta değilmiş,

Nereye düşmüşse biraz eğilmiş;


BUlalım biz onu vicdanımızda

Bir güneş yapalım “Turan’ımızda.”


Düşündü… Düşündü… Kararlaştırdı;

Bir gün yurtçuları bütün çağırdı,


Dedi:”Türk irfanı, serbest bir toprak

İster ki orada eylesin işrak…


Ne Bakü ne Kazan ne de İstanbul

Bu yeni hayatı edemez kabul.


Burada hürriyet        siyasi değil,

Orada lafzı var, manası değil.


Burada Türkçeden memnu evladın,

Orada zincirden çıkamaz kadın…


İsviçre’de bir Türk köyü, bir şehir

Yapalım; oradan yeni bir nehir,


Bir irfan ırmağı aksın Turan’a…

Irmak döner elbet bir gün ummana.


Taklitsiz, salt ibda (29*), iktirah (30*) ile

Doğmuş bişr marifet Türklüğe şule,


Bütün Türklüğe aynı şuleyi,

Saçsın ki gönüller birleşsin iyi.


Hakîm, şair, edip, sanatkâr, tacir

Hepsi bu beşikten yetişip bir bir


Kimisi Kaşgar’a kimi Altay’a,

Kimisi Kazan’a, kimi Konya’ya,


Her biiiiri giderek bir oymağına,

Götürsün od, ışık oymağına


Dâniş encümeni, darü’l fünûnlar

Burada kök salsın, her yere bunlar


Kollar ataraktan, aynu hikmeti,

Dağıtıp, yükseltsin büyük milleti…


Kızılelma olsun bu şehrin adı,

Atalarımız hep bunu aradı…


Pekin’e, Delhi’ye, bunun için vardık,

Viyana burcunu bunun için sardık.


Artık tanıyalım mefkûremizi:

Düzelim yasamız ve töremizi!”


Yurtçular bu fikri edip istihsan (31*),

Bütün ülkelere ilan


Ay Hanım bu işe hep servetini,

Vakfetti, kimisi hamiyetini,


Kimi irfanını, kimi cehdini;

Birleşip yaptılar Turan mehdini.


Lozan’ın yanında bir Türk beldesi

Şenlendi: Her fennin bir medresesi


Ziraat, ticaret, sanat evleri

Yapılıp, oldu bir umran (32*) meşheri,


Kız, erkek çocuklar gelip doldular,

Yeni Âdem, yeni Havva oldular.


Yavrucak Türklere açık eşiği:

Yeni bir hayatın oldu beşiği.


Ay Hanım yaptığı dârü’t tedrisi

Bir müdür eline verip, kendisi


Bakü’den bu yeni şehre gitmişti,

Müdürlük yükünü kabul etmişti.


Kalbindeki aşkı uyutmak için,

Turgut’u büsbütün unutmak için


Gece gündüz durmaz, ikdam ederdi;

Eksik arar, bulur, itmam ederdi.


Fakat yüzünden de olurdu ayan:

Gönlünde bir dert var herkesten nihan…


Turgut’a gelince, zavallı ressam

Her gece bir köyde ederek akşam


Az-uz gitti dağlar, dereler aştı;

Ülke ülke, şehir şehir dolaştı;


Kızılelma nerede?” diye sorardı;

Ne bilen onu ne düşünen vardı.


Kaşgar’da  bir sabah gördü bir ilan:

Tepeden tırnağa titredi heman;


Çünkü Kızılelma sözleri, iri

Harflerle yazılmış, yanında biri


Diyordu: “Kimlerse evlatlarını

Verenler yazsınlar ki evlatlarını,


Yakında kafile çıkacak yola

İlan ediyoruz ki malum ola!”


Turgut helecanla yaklaştı, baktı;

Gözünden meserre (33*) yaşları aktı.


Lozan civarında imiş arağı:

Oraya dökülürmüş Cennet toprağı…



Mutlak oradadır güzel hurisi,

Münevver Turan’ın yeni Tomris’i.


Yıllarca uyuyan ümidi güldü;

Çocuklarla birlik yola düzüldü.


Vakta ki erişti Kızılelma’ya

Müracaat lazım gelmişti Ay’a…


Müdüre bir mektup yazıp gönderdi

Mektepte bir resim dersi isterdi.


Ay Hanım, muavin Tomris Hanım’a

Dedi: “Yarın getir onu yanıma;


Şimdilik onunla biraz sen görüş…”

Kalben dedi: “Acep çıkacak mı düş?


Beni ilk görüşte tanıyacak mı?

Bu bir boş masal mı, ya muhakkak mı?”


Kim bilir ne için bir gün intizar

Eylemek istedi, bunca ah-ü zâr


Güya asla kâfi değilmiş gibi:

Kendi de bilmezdi, nedir sebebi.


Biraz sonra Tomris geldi hiddetle,

Dedi: “Bu bir mecnun, hem de şiddetle,


Kızılelma’yı bir rüyada görmüş

Beni de güya o esnada görmüş!


Kişverler dolaşmış, sormuş herkese

Bir salık vermemiş ona hiç kimse.


Daha birçok şeyler… Deli vesselam!

Gözü dalgın, aşkı coşkun bir adam.”


Ay Hanım bu sözden hemen sarardı,

Kalbini elemli bir şüphe sardı.


Acaba rüyada gördüğü bu mu?

Turgut sevdiğini bunda buldu mu?


Hakikat bu ise ne büyük heyhat!

Artık ona dûzah (34*) olacak hayat


Bir resim hocası olmuştu Turgut

Ay Hanım büsbütün sönmesin umut


Diyerek Turgut’a görünmedi hiç.

Haftalar geçiyor, yanıyordu iç.


Turgut odasına çekilir her gün

Tomris’in resmini nakşetmek için


Çalışırdı, bunu Ay Hanım bilir,

Her gün gönlü bir kat daha ezilir,


Gizlice ağlardı; nihayet bir gün

Denildi var imiş parlak bir gün:


Tomris’le Ertuğrul evlenecekmiş,

Hatta bu perşembe günü gerdekmiş…


Turgut işitince, yıldırım gibi

Bir darbeye uğrar, sarsılır kalbi.


İntihar: bu fikir doğar içine;

Gider civardaki bir gar (35*) içine,


Elinde tabanca, beynini hedef

Etmiş, bir lahza olacak telef…


Ay Hanım bu hali sezip evvelce

Turgut’u gözetler imiş gizlice


Turgut, tam tetiği çekecek iken,

Kolundan şiddetle tutarak, birden


Dedi: ”Turgut, yapma, bu iş pek günah!”

Turgut döndü, baktı, dedi: Sen mi ah?


Ey Tomris sen misin?1 Ay dedi hayır,

Ben Tomris değilim, bana Ay çağır.”


-O halde Tomris kim? -O başka kadın.

-Kocaya varacak o mudur yarın?


-Evet o… -Ah lakin size çok benzer.

-Hayır, ben kumralım, o ise esmer.


-Gözleri mavi mi? -Bilakis siyah.

-Demek ki ben onu görmemişim ah,


Daima ben seni onda görerek,

Bir insaan kızını sanmışım melek,


Fakat acep niçin görmedim seni?...

-Üç yıl evvel bir gün gördünüz beni.


Rüyada mı? -Hayır; rü’yet içinde,

İstiğrak gibi bir halket içinde.


Kızılelma’ya dek demiş bir çiftçi;

Size müphem kalmış bu sözün içi…


Görünce beni siz, Kızılelma’da

Bir peri zannedip sonra rüyada


Görünmüş gibi; bir hayal sandınız:

Olmuş bir vakayı masal sandınız.


Geldiniz evime; hocamdan bir tabir

Sordunuz; rüyanız edildi tabir.


Cevaplar göründü size pek donuk;

Fakat bana açtı bir yeni ufuk.


Düşerek işte bu tatlı sevdaya;

Vucut verebildim Kızılelma’ya


Bu isimledir ki gezip her izi;

Burada nihayet buldunuz bizi.


-Ah şimdi anladım bu muammayı;

Uyanık gördüğüm uzun rüyayı.


Seni gâh huzur; gâh gaybda aradım,

Becayiş ettiler gözümde yâdım.


İptida gerçeği hayal sanmıştım,

Sonra da gölgeyi cemal sanmıştım.


Dediler; rü’yetin uykuda imiş…

Uykuda değilmiş; Baü’de imiş.


Evinize gelmiş sormuşum sizi;

Denmiş bana: “Belli değildir izi.”


Siz yapmakta iken Kızılelma’yı

Koşmuş aramışım bütün dünyayı.



Nihayet bulunca yine sapmışım,

Yalvaç’a Ugan’ım diye tapmışım!...


Tomris’in çehresi çerçeve olmuş,

Zihnimdeki hayal içinde donmuş…


Ona ait diye yaptığım resim,

Evvelce ruhumda imiş mürtesim (36*)


Onu derken sizi tersim (37*)  etmişim!...

İptida bana da geldi bir vehim


Rüya ona râci (38*) olmasın diye

Bir gün gizli girdim sizin hüctreye…


Yaptığınız resmi gördüm, anladım,

Lakin o güne dek hayli ağladım.


Ah! Ne bahtiyarlık, demek muhabbet

Size de okunu vurmuş… -Ah evet…


Ulaştı bir düğün daha yarına,

Dördü de erdiler muratlarına.


Kızılelma oldu bir güzel Cennet:

Oradan Turan’a yağdı saadet.


Ey Tanrı icabet kıl bu duaya;

Bizi de kavuştur Kızılelma’ya!...





*Kızıl Elma & Ersin Eroğlu - Ziya Gökalp

Karbon Kitaplar, 2018


(1*) Diyarbakır’daki yerel bir yayın 

(2*) Kültür

(10*) Parlayan, meydana çıkıp görünen

(11*) Açılmış, meydana çıkmış

(12*) Bir tarafa doğru yönelmiş

(13*) Karşısında kendinden geçercesine bir duyguya kapılma

(14*) Açıklık, Gönül ferahlığı

(15*) Can sıkma, baş ağrıtma, tedirgin etme.

(16*) Vaat edilmiş

(16*) Vaat edilmiş

(17*) Gizli

(18*) İklim, memleket, ülke

(19*) Başkasının izinden giden

(20*) Yükselme, yücelme

(21*) Merih, Bir yıldız adı

(22*) Dünya

(23*) Ebedilik, sonu olmayan

(24*) Ansızın

(25*) Çok karanlık

(26*) Mekân, varılacak yer, mesken

(27*)Sınır

(28*)Eyvah! Yazık!

(29*)Yaratma

(30*)Önceden hazırlamadan düzgün bir şekilde ve içe doğduğu gibi (şiir ya da nutuk) söyleme

(31*) Güzel bulma, beğenme

(32*) İmar ile şenlendirilmiş

(33*)Sevinç 

(34*)Cehennem,

(35*) Mağara

(36*) Görünür hale gelen

(37*) Resmini yapma

(38*) Dokunan, ilgilendiren, dayanan


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder