31 Ekim 2022 Pazartesi

Gılgamış Destanı*


 

Günümüzden beş bin yıl önce, Yunan destanı İlyada’dan, büyük Hint destanı Mahâbbârata’dan bin beş yüz yıl önce biçimlenip yazıya geçirilmiş olan Gılgamış DEstanı, insanoğlunun ilk yazınsal ürünü, ilk başyapıtıdır.

Bütün büyük yapıtlara özgü temel izleklerin, yaşam sevgisi, yiğitlik, aşk, cinsellik gibi temel değerlerin çok etkileyici bir biçimde iç içe geçtiği bu destan hangi coğrafyada, hangi çağlarda, hangi koşullarda oluştu, hangi serüvenlerden geçerek bugünlere ulaştı? … ..


İnsanoğlunu yedi bin yıl öncesinden taşıyan bütün bilgilerin ilk tohumları Sümerler eliyle atıldı. Bugün adına uygarlık bilgi birikimini oluşturan her şeyin ilk biçimleri Sümer ülkesinde yaratıldı, orada geliştirildi ve bütün çevre ülkelere oradan yayıldı. Akdeniz yöresinde oluşan tek tanrılı üç büyük dinin temelinde … .. Sümer inançlarından çok derin izler var. … ..

Sümerlerin bulduğu ilk yazı, belli bir evrim geçirdikten sonra, Fenikeliler eliyle Yunanlara, onların eliyle de bütün Batı dünyasına aktarıldı. Sümerler, birer tanrı saydıkları gökcisimlerinin uzaklıklarını, devinimlerini hesaplamakta büyük bir başarı gösterdiler. Toprak bölüşümü, ürün paylaşımı gibi konular ölçüm bilgilerini şaşırtıcı bir düzeye ulaştırdı. Örneğin İyonyalı matematikçi Thales’in (MÖ VII-VI yy) ünlü teoremlerini ondan bin beş yüz yıl önce çözmeyi biliyorlardı. Daireyi 360 dereceye, günü 24 saate böldüler. Bütün bu ve benzeri bilgiler Doğu Akdeniz ve Akdeniz üzerinden Batı’ya yayıldı ve Yunan düşüncesinin, dolayısıyla Batı düşüncesinin oluşmasına kaynaklık etti.


Sümerler

Sümerler MÖ beş binlere doğru Aşağı Mezopotamya'da(2*Mezopotamya: Grekçe “meso”, “ara”, “potamos” ise “ırmaklar” demekti: “ırmaklar arası” ) görülmüş bir halk. Yakın zamana dek onların doğrudan, Hindistan’ın İndus yöresinden deniz yoluyla geldikleri sanılıyordu. Ama bugün kuzeyden, Kafkasya’dan indikleri ileri sürülüyor. Bu savın

24 Ekim 2022 Pazartesi

Abdülmecit*


 

16 Yaşında Bir Padişah

Bir Temmuz sabahı güneş Çamlıca sırtlarında yükselirken Bopaz suları altın ışıklar saçmaya başlamıştı. 

Veliaht Abdülmecid henüz on altı yaşındaydı, birkaçgünden beri annesi Bezmiâlem Sultan’la birlikte halası Esma Sultan’ın Çamlıca’da bir sarayı andıran köşkünde kalıyorlardı. Babası İkinci Mahmut da Esma Sultan’ın köşküne çekilmişti. 

Abdülmecit o sabah erken uyanmış, pencereden dışarıyı seyrederken  türlü hayallere dalmıştı. Bahçede kuşlar ötüşüyordu, dallarda yaprak kıpırdamıyoprdu. O gün havanın çok sıcak olacağı belliydi. Genç veliaht günü nasıl geçirecekti? Önce kendi odasında zengin bir kahvaltı, sonra annesi ve halasıyla havadan sudan biraz sohbet, daha sonra hasta yatağında yatan babasının çekinerek hatırını sormak, ondan sonra köşkün bahçesinde ufak bir gezinti, bağdan bir salkım kopararak yeni yeni olgunlaşan üzümlerin tadına bakmak…

Abdülmecit bunları düşünürken odasının kapısı güm güm vuruldu. Sabahın köründe kim böyle saygısızca kapıya gelebilirdi? Hemen sırtına sırma işlemeli hırkasını alarak, “Geliniz!” diye bağırdı. Kapıda Meclisi Vala Koca Hüsrev Paşa vardı. Seksen yaşlarında, orta boylu, tıknaz, mavi gözlü kısa sakallı bir adamdı. Yüzü kıpkırmızıydı, içeriye daldı ve acıklı bir sesle “Veliaht hazretleri,” dedi,

 “çok üzücü bir haber vermek için bu saatte odanıza geldim. Beni affedin. Muhterem pederiniz zatı şahaneyi az önce kaybettik. Ne yapalım, kader böyleymiş. Allah u Teâlâ'dan kendisine rahmet dilerim. Hünkâr hazretlerinin cenazemsini hemen kaldıracağız. Cülus merasimini hazırlayacağız. Tahta çıkacaksınız.

Genç veliaht kendi babasının ölümüne hiç hazırlanmamıştı. Birdenbire kurşun yemiş gibi sarsıldı. Yüzünü ateş bastı, dudakları kurudu. Kulakları uğuldadı, kalbi hızla çarpmaya başladı. Tek kelime

Saraydan Sürgüne*


 

Osmanlı İmparatorluğu’nun en zor yıllarında tahtta bulunan Sultan Vahdettin ve maiyetinde bulunan hareminin önce payitahtta ve daha sonra sürgün yeri San Remo’da neler yaşadığını Sultan’ın saraylısı Afife Rezzemaza anlatıyor. Sultan Vahdettin’in üçüncü hanımı Müveddet Kadınefendi’nin nedimesi Afife Rezzamaza bu hatıratıyla Osmanlı hareminin son günlerini anlatmakla kalmayıp günlük yaşantılarına dair birçok bilinmeyen ayrıntıya da yer veriyor. 1991’e kadar yaşayan Afife Rezzemaza, Sultan Vahdetin’den sonra akıbetleri hakkında çok az bilgiye sahip olduğumuz “son saraylıları” ve neler yaşadıklarını günümüze aktarıyor…. .. 

… ..

… .. Yazar, Mütareke ve Milli Mücadele yıllarında padişahın yanında yer almış olanları savunur. Bu körü körüne bir traftarlık değildir. Doğru bulmadığı, durum, tutum

 hal ve hareket her kimden gelirse gelsin eleştirmekten geri kalmamıştır. Birçok olayı Vahdettin ve hanedanın bakış açısıyla anlatmasına rağmen son padişah kusurlardan arınmış bir insan değildir. Çeşitli zaafları göz önüne serilir. Mesela Millî Mücadele döneminde Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarına yardım etmeme karşılığında İngilizlerin onu her halükarda saltanatta tutacağına dair inandırdıklarını, ona güvenerek yanıldığını dile getirmektedir. Yeri geldikçe padişahın çok yakınında bulundurduğu, itimat ettiği insanlardan bazılarının şahsi özelliklerinin ne derece kötü olduğu dile getirilir. Onları yanında tutan ise Vahdettin’dir.

… .. Padişah, gözdesi Nimet Hanım’a son derece düşkündür. Muhtemeldir ki Nimet Hanım, diğer kadınlar ve dolayısıyla yazar tarafından kıskanılmaktadır. Nimet Hanım’ın çok güzel bir kadın olduğu gerçeğini teslim eden yazar bununla birlikte kişisel özelliklerini kıyasıya eleştirir. Ona olan düşkünlüğünden…. dolayı yazarın eleştiri oklarından Vahdettin de nasibini alır. Hatta İstanbul’un işgali yıllarında padişah devlet işlerini bir yana bırakarak Nimet Hanım’la ilgilenmiş günlerini onunla geçirmiştir.

18 Ekim 2022 Salı

Patasana*


 

… ..

 Sırtını duvardan kopararak, dikkat kesildi. Evet yanılmamıştı, sesler ateşböceklerinden geliyordu. Gözleri çoğalarak yaklaşan ışık kalabalıklığında, kulağı dalga dalga yükselen uğultuda, sabırla bekledi. Sesleri şimdi daha iyi duyabiliyordu. Hâlâ nr söylendiğini anlayamasa da, aşina olduğu bir ezgi çalınır gibi oldu kulağına. Çok eski, çok bildik bir nakarat: “Allahuekber, Allahuekber…”

Birden ateş böcekleri yok oldu. Karanlığın içinde ellerinde meşalelerle insanlar belirdi. Meşalelerin ışığında adamların gökyüzüne uzanmış yumruklarını, karanlıkta dalgalanan yeşil bayraklarını gördü. Bütün bedeninin korkuyla gerildiğini hissetti. Panikleyerek geriledi. Ancak antik kentin yıkık surları onu durdurdu. Kalabalık ağır ağır ama kararlı adımlarla yaklaşıyordu. “Allahuekber, Allahuekber…”

Bütün kasaba halkı karşısındaydı. Sanki tek bir insanmış gibi gözlerini üzerine dikmiş, onu izliyorlardı. Gölgeler içinde kıpırdayan ışık, tanıdığı bu insanların yüzüne tuhaf bir maske geçiriyor, bu görüntü aklını başından alıyordu. Yüreği göğüs kafesini yırtıp çıkacakmış gibi, delice çarpıyordu. “Allahuekber, Allahuekber…”

“Kaçmam gerek.” diye düşünüyor ama kaçamıyor, yapışıp kaldığı antik duvarda, gözlerini yaklaşan kalabalığa dikmiş, öylece duruyordu

. Kalabalık öfkelenmeden, en küçük bir taşkınlık belirtisi  göstermeden, adım adım yaklaşırken hep bir ağızdan haykırıyordu: “Allahuekber, Allahuekber…”

“Artık beni hiçbir şey kurtaramaz,” diye düşündü dehşete kapılarak. Her an başına bir taş ya da bir yumruk inebilirdi. Başını elleriyle korumaya çalışarak, bedenine inecek ilk darbeyi korkuyla beklemeye başladı. Ancak darbe yerine bir ses geldi. Uzaktan, tekbiri bastıracak kadar güçlü bir ses. Başını kaldırdı, gözlerini kalabalığın arkasındaki karanlığa dikerek sesi anlamaya çalıştı. İki sözcüğü tekrarlıyordu sesin sahibi, çok iyi tanıdığı iki sözcüğü. Sözcükleri duyuyor, tanıdığını biliyor ama

15 Ekim 2022 Cumartesi

Memleket Hikâyeleri*


 

Akşam üzeri,geç vakit, jandarma mülazımı kalemden çıkarken çavuş odaya girdi; selam verip bir kağıt uzattı:

“Merkezi vilayette mütevali(1*) vakalar hudusuna(2*) sebebiyet veren uygunsuz takımından Yanık Emine, kaza dahilinde ikâmet ettirilmek ve ahar(3*) bir mahalle azimetine(4*) muhalefet olunmak üzere izam(5*) edildiğinden icrayı icabı(6*) emrediliyordu. Kaymakam bu tezkerenin arkasına laal(7*) mürekkebi batmış bir kamış kalemle yazdığı havalede “Kasabanın ahlakı ümumiyesini ifsada meydan verilmemek için lazım gelen tedabirin jandarma bölük kumandanlığınca ittihazı(9*) demişti.

Mülazım daha yeni mürekkepten çıkmış , pembe, sarışın

 tüy gibi ince, güzel endamlı bir delikanlıydı. Mektepte adı “Dal Sabri” idi. Bunu okuyunca garip bir mahcubiyetle hafifçe kızardı; daha bu kabil bir işe ilk ras geliyordu. Fakat çavuşa 


(1*) mütevali: sürekli, peş peşe

(1*) hudus: sonradan meydana gelme

(3*) ahar: başka

(4*) azimet: gitme, gidiş

(5*) izam edilme: gönderilme

(6*) icrayı icap: gerekenin yapılması

(7*) laal: kırmız, al

(8*) ifsat: bozma

(9*) ittihaz: alma , edinme


 acemiliğinden renk vermemek ve çapkın görünmemek için kaşlarını biraz daha çatarak çok ciddi

Bir Ömür Boyunca*


 

Başlangıç

Peki, neden sürgünlere düşmüştüm?

Birincisi sırf yazdıklarımdan, Kirpinin Dedikleri’nden dolayı, hem hiçbir partiye girmediğim, aktif politika yapmadığım halde İttihat ve Terakki komitesinin zulmüne uğramıştım. BU parti yurtta “İttihat” sağlamak şöyle dursun, bütün imparatorluk ahalisini birbiriyle kanlı bıçaklı etmiş, “Terakki”  yerine taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmadıktan başka, memleketi dünya haritasından silinmiş hale sokarak tarihimizin en büyük felaketine uğratmıştı. O sebeptendir ki, şimdi bile hicviyelerimde haklı olduğuma inanmaktayım.

Zaten ikinci sürgünlüğümün sebebi de, asıl o parti değil midir?

Anadolu Kurtuluş Hareketi’nin esas ve gaye bakımlarından taraftarı olmakla beraber, komitecilerden birçoğunun o harekete katılmasına bakarak tekrar hortlayacakları ve günün birinde yine vatanı parçalatmaları ihtimalinden korkmuş, eski kinimi bir türlü yenememiş, o tesir altında atıp tutmuştum.

Meğer haksız değilmişim!

Zira ben vatanıma en yakın, kapı komşusu bir bölgeye -o bölgenin bir kısmı tekrar vatan sınırları içine katılmış ve katılması propagandasında az çok emeğim geçmiştir- yerleştikten sonra Milli Hükümet, adı geçen komitecileri, hem de Büyük Kurtarıcı’yı öldürmeye kalkıştıkları için temizlemek zorunda kalmıştı. Ben de bu tarihten ve temizliğe iyice inandıktan sonra, hükümet aleyhindeki yazılarımı kesmiş -zira gurbette de gazetecilik ediyordum- dedikodu kötülemeciliği bırakmış, uysal bir sürgün vatandaş olmuştum.

Keşke bahsi geçen komitecilere Milli Hükümet, başlangıçta yüz vermeden çalışmaya başlayabilseydi; başıma ikinci sürgünlük gelmezdi. Daha mühimi, Atatürk, kurtardığı İzmir'de de ele güne karşı -bir zaman sığınacak delik arayan suçluları kayırıp barındırmasına karşı- onların ihanetine

14 Ekim 2022 Cuma

Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey*


 

… ..Akşam güneş batıyordu…

Bir güneş de batırılmak, batmak üzereydi koca imparatorluğun payitahtında, İstanbul’da.

Güneş kızıllığını kurşuni bir renge bırakırken Beyazıt Meydanına insanlar yürüyordu. Dört bir yandan insan akıyordu. Her dinden, her dilden insanlar… Meydanı giderek artan mahşeri bir kalabalık dolduruyordu. Beyazıt Meydanı tarihin kara bir sayfasına şahit oluyordu. Şahit olmanın utancını yaşıyordu.

Mahmut Paşa’dan, Gedikpaşa’dan, Çemberlitaştan, Aksaray’dan ve bütün İstanbul’dan…

Meraklılar yürüyordu, meraklar yürüyordu… Acabalar beyinlerde ve “kahrolsunlar” yüreklerde. Sevinçler ve kinler de… Hemen herkes Harbiye Nezareti’nin o görkemli kapısına bakıyordu. Bu görkemli kapının tam üzerinde Daire-i Umur-i Askeriye yazıyordu. Herkes Bekirağa Bölüğü’nden getirilecek kişiyi bekliyordu. İşgalin ağırlığı en onmaz şekilde oturmuştu yüreklere. İngiliz ve Fransız kuvvetleri de etrafta güya tedbir almışlardı. Süslü elbiseleriyle sırıtıyorlardı insanların arasında. Gözlere işgalin işaretini gönderiyorlardı. İşgalin işareti ve sırıtışları bütün alçalmışlığı ile görücüye çıkmıştı.

Bütün varlığı ve saldırganlığı ile galip olmanın gururunu mağluplara sergilemenin en üsüt hazzını yaşıyordu birileri. Birileri de bunlara yaranma sevdası peşindeydi.

Sanki bütün insanların nefeslerini tutmuş olduğu bir anda, kapıdan çıkan bir müfreze askerin arasında, üstünde beyaz bir gömlek bulunun otuz beş yaşlarında biri göründü. Hayatının sonuna yaklaşan biri göründü. Hayatının sonuna yaklaşan bu adamda bu kadar sakin ve metin birine rastlamak çok zordu. Kadere teslim olmak bu olsa gerekti. Kadere, hayıra ve şerre… Neredeyse her bir adımda duruyor, yavaş yavaş yürüyordu.

Genç bir adamda zaman devriliyordu.

İstanbul’dan Beyrut’a, Beyrut’tan Rodos’a, Rodos’tan Doyran’a, Doyran’dan İzmit’e, Karamürsel’e,

12 Ekim 2022 Çarşamba

Yüzyıllık Yalnızlık*


 

… ..Gabriel Garcia Marquez, 1928’de Kolombiya’nın Aracastaca kentinde doğdu. Büyükannesiyle büyükbabasının evinde ve teyzelerinin yanında büyüdü. Başkent Bogota'daki  Kolombiya Ulusal Üniversitesi’nde başladığı hukuk ve gazetecilik öğrenimini yarım bıraktı. 1940’lardan başlayarak uzun yıllar gazetecilik yaptı. Öykü yazmaya 1940’ların sonlarında başladı…. .. 


… .. Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan  edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında geçen çocukluk arasında ayrım gözetmeyen, adlari birörnek yığın hısım akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım. … .. 

… ..

… .. Albay Aureliano Buendia, yıllar sonra idam mangasının karşısına dikildiğinde, babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o çok uzaklarda kalmış ikindi vaktini anımsayacaktı. O zamanlar Macondo, tarihöncesi kuşların yumurtaları kadar ak ve kocaman, parlak çakıllarla örtülü yatağı boyunca dupduru akan bir ırmağın kıyısında kurulmuş, yirmi hanelik bir kerpiç köydü … .. 

… ..Her yıl mart ayında, paçavralar içinde bir Çingene obası köyün dışına çergilerini kurar, boru ve dümbelek şamatası içinde yeni icatların çığırtkanlığını yaparlardı. … ..

… ..Ama Jose Arcadio Buendia, … .. katırıyla bir çift keçisini mıknatıslı iki külçeyle takas etti. … ..

… .. Mart’ta çingeneler yine geldiler. Bu kez, Amsterdamlı Yahudilerin son buluşu diye gösterdikleri bir teleskopla dümbelek çapında bir büyüteç getirdiler. … ..

… ..

… .. Sonunda … .. Çingene büyütece karşılık sikkeleri verdiği gibi, üstüne de birtakım Portekiz paftalarıyla

5 Ekim 2022 Çarşamba

Ateşten Gömlek*


 

Yakup Kadri Bey’e açık mektup

… ..Ankara’ya uzun bir izinle döndüğüm günlerde birdenbire eski zamanları roman yazmak hummasına(2*) tutuldum. Karşıma birdenbire çıkan Peyamiler, Ayşeler, bir çocuk ısrarıyla hikâyelerine “Ateşten Gömlek” diyorlardı. Bu anut(3*) çocuklarab ismi kullanmak doğru olmayacağını o kadar söyledim; o kadar başka isim ler buldum; beni dinlemediler. İnsanın, romanına koyduğu insan timsallerinin(4*) elinde esir olduğunu benim kadar siz de bilirsiniz. Biz onların yüzünü, ruhunu, hayatını biraz seçilir çizgilerle hazırlar hazırlamaz insanın elinden çıkıyorlar, istediklerini söylüyorlar ve yapıyorlar.. Bunlara lâkırdı anlatamayınca yapılacak şey bu romanı kâğıt üzerine koymaktan sarfınazar etmekti (5*). Sanat hayatının  en hâkimve heyecanlı bir emri bütün tabiat ve hilkat kendini ifade etmek isteyen kuvvetlerin inkişafından(6*) başka bir şey değil ki. Rodin’nin (7*) en mükemmel heykelini yaparken duyduğu güzel heyecanı, topraktan bebek yoğuran çocuk da duymuyor mu? Ben eskiden itaate(8*) alıştığım bu kuvvete bir daha mağlûp oldum. Çocuk gibi oturdum, iki ay emsalsiz(9*) bir heyecan içinde esasları tunçtan olan insanları çamurdan yoğurdum. İktilâl ve isyan günlerinden beri koza, kurt, kelebek devirleri tetkik edilen mahlûkat (10*) gibi Sakarya silâh arkadaşlarımın “Ateşten Gömlek”te birkaç solgun aksini İstanbul, ihtilâla ve ordu günlerinden alıp kâğıt üstüne koymaya çalıştım. İstediğim gibi olmadığı için silâh arkadaşlarımdan af dilemek isterdim. Bize onlar ilham ettiler. Daha doğrusu, Karadağ Muharebesi’nde dağın ortasında ismini hiçbir zaman bilemeyeceğim yağız atlı bir zâbitin dumanlar içinde kaybolup meydana çıkışı bana kocaman bir kalp hikâyesi

 

(2*) Ateşine               (3*) İnatçı                    4*) Örneklerini

(5*) Vazgeçmekti        (6) Gelişmesinden    (7) Fransız heykelci / Aguste Rodin

(8*) Boyun eğmeye    (9*) Eşsiz                (10*) Yaratıklar

1 Ekim 2022 Cumartesi

Alman Göçmenlerin Sohbetleri*


 

Alman Göçmenlerin Sohbetleri’nde anlatım ekseni Birinci Koalisyon Savaşı (1792-1797) sırasında evlerinden uzak kalan bir grup Alman soylusunun sohbetleridir. Goethe bu sohbetlerde anlatılan öykü ve masallar aracılığıyla edebiyattan eğitime, politikadan ahlaka kadar pek çok konuda görüşlerini aktarır.


… .. Fransız ordularının savunmayı geçip de ana vatanımıza girdiği, Almanya, Avrupa hatta dünyanın geri kalanın için bile acı sonuçlrı olan o kötü günlerde, tek suçları atalarını bile acı sonuçları olan sevgi ve saygıyla anmak, iyi yürekli bir babanın çocuklarına ve ardından geleceklere bırakmaktan zevk alacağı kimi ayrıcalıkları elde etmiş olmak olan saygıdeğer kişilerin hepsini kendilerini tehdit altında hissettiren endişeler yüzünden soylu bir aile malikânelerini terk ederek Ren’in öteki kıyısına kaçtı. 

Orta yaşlı bir dul olan Barones c., malikânesinde olduğu gibi bu kaçışta da çocuklarını, yakınlarını ve dostlarını teselli edecek kadar kararlı ve etkili olduğunu gösterdi. … ..

… .. 

… .. Kolaylıkla anlaşılabileceği üzere bu insanlar malikânelerini geride bırakmış olmaktan üzüntü duyuyordu, ancak Ren’in bu yakasından ayrılmaktan kuzen Karl’ın duyduğu üzüntü ötekilerin üzüntüsünden daha fazlaydı:... ..

… ..

… .. Talih bir kez daha Alman ordularına gülmüş, Fransızlar yeniden Ren’in öbür yakasına sürülmüşler, Frankfurt kurtarılmış, Mainz geri alınmıştı.

… ..

Özellikle de kentte kalan Kulüp(3*) üyeleri bütün konuşmaların konusuydu, yaptıklarına karşı olunmasına ya da savunulmasına bağlı olarak cezalandırılmaları ya da serbest bırakılmaları isteniyordu.

… ..