… ..
Sırtını duvardan kopararak, dikkat kesildi. Evet yanılmamıştı, sesler ateşböceklerinden geliyordu. Gözleri çoğalarak yaklaşan ışık kalabalıklığında, kulağı dalga dalga yükselen uğultuda, sabırla bekledi. Sesleri şimdi daha iyi duyabiliyordu. Hâlâ nr söylendiğini anlayamasa da, aşina olduğu bir ezgi çalınır gibi oldu kulağına. Çok eski, çok bildik bir nakarat: “Allahuekber, Allahuekber…”
Birden ateş böcekleri yok oldu. Karanlığın içinde ellerinde meşalelerle insanlar belirdi. Meşalelerin ışığında adamların gökyüzüne uzanmış yumruklarını, karanlıkta dalgalanan yeşil bayraklarını gördü. Bütün bedeninin korkuyla gerildiğini hissetti. Panikleyerek geriledi. Ancak antik kentin yıkık surları onu durdurdu. Kalabalık ağır ağır ama kararlı adımlarla yaklaşıyordu. “Allahuekber, Allahuekber…”
Bütün kasaba halkı karşısındaydı. Sanki tek bir insanmış gibi gözlerini üzerine dikmiş, onu izliyorlardı. Gölgeler içinde kıpırdayan ışık, tanıdığı bu insanların yüzüne tuhaf bir maske geçiriyor, bu görüntü aklını başından alıyordu. Yüreği göğüs kafesini yırtıp çıkacakmış gibi, delice çarpıyordu. “Allahuekber, Allahuekber…”
“Kaçmam gerek.” diye düşünüyor ama kaçamıyor, yapışıp kaldığı antik duvarda, gözlerini yaklaşan kalabalığa dikmiş, öylece duruyordu
. Kalabalık öfkelenmeden, en küçük bir taşkınlık belirtisi göstermeden, adım adım yaklaşırken hep bir ağızdan haykırıyordu: “Allahuekber, Allahuekber…”
“Artık beni hiçbir şey kurtaramaz,” diye düşündü dehşete kapılarak. Her an başına bir taş ya da bir yumruk inebilirdi. Başını elleriyle korumaya çalışarak, bedenine inecek ilk darbeyi korkuyla beklemeye başladı. Ancak darbe yerine bir ses geldi. Uzaktan, tekbiri bastıracak kadar güçlü bir ses. Başını kaldırdı, gözlerini kalabalığın arkasındaki karanlığa dikerek sesi anlamaya çalıştı. İki sözcüğü tekrarlıyordu sesin sahibi, çok iyi tanıdığı iki sözcüğü. Sözcükleri duyuyor, tanıdığını biliyor ama
yorumlayamıyordu. Büyülenmiş gibi, sesi dinleyip duruyordu. Bereket sesin sahibi inatçıydı. Kararlılıkla aynı sözcükleri tekrarlıyordu. Sonunda sözcükleri anlamayı başardı:“Esra Hanım… Esra Hanım…”
Sözcükleri anlayınca odanın içi aydınlandı. … ..
... ..
… ..
… ..”Kimler yazmış bunu?”
“Hititler, daha doğrusu Geç Hititler…”
“Bu Geç Hititler , bizim Etiler adını verdiğimiz uygarlık değil mi?”
“Evet Anadolu’da kurulan ilk büyük imparatorluk. Hint Avrupa soytundan olmalarına karşılık bizim Osmanlılara benziyorlar.Onlar gibi Anadolu’ya dışarıdan gel
iyorlar. Tıpkı Türk boyları gibi birkaç yüzyıl kadar Anadolu halkıyla birlikte yaşadıktan sonra onlarla kaynaşarak büyük bir imparatorluk kuruyorlar. ... ..
… ..
“Çivi Yazısı. Aslında Geç Hititler, hiyeroglif kullanıyor. Daha dayanıklı olması için yazman çivi yazısı kullanmış, üstelik tabletlerin daha geniş kesimlere ulaşması için Akkad dilinde yazılmış. Akkadca o zamanların İngilizcesi gibi bir dil… Mezopotamya’da, Anadolu’da farklı ülkelerin anlaştığı yazı dili.”
“Ne yazdıklarını anlayabiliyor musunuz bari?”
Anlıyoruz tabii… Timothy Hurley, şu bizim ölü diller uzmanı olan Amerikalı on bir tableti çözdü… Aslına bakarsanız ilginç bir bulguyla karşı karşıyayız. Bunlar alıştığımız tabletlere pek benzemiyor.
… ..
“Tabletle kral vasiyetlerini, dinsel metinleri, ülkeler arasındaki antlaşmaları, toplumsal yasaları, sözleşmeleri, destanları konu edinir. Bunlarda çok farklı öykü anlatılıyor.
… ..
“Peki kim yazmış?”
“Patasana adında biri. Saray’ın başyazmanıymış. Hititlerde başyazmanlık çok önemli bir devlet görevidir. … .. Kendi duygularını, düşüncelerini, anılarını değil, kralın yazmasını istediği konuları kaleme almakla görevlidirler. Ama yazman Patasana kendi anılarını kaleme almaktan çekinmemiş. … ..
… ..
“Çok önemli. Gılgamış destanını duydunuz mu?”
… ..
“İnsanlığın ilk yazılı destanlarından biridir. İşte bu tabletlerin de onun kadar önemli olduğunu düşünüyoruz. İnsanlığın resmi olmayan ilk belgesiyle karşı karşıya olduğumuzu sanıyoruz. … .. Alman Arkeoloji Enstitüsü tanıtım çalışmalarına başladı bile.”
… .
“Antik kentin yok oluş tarihini anlattığını sanıyoruz. … .. ‘Ben zalimler çağında yaşayan bir alçaktım,’ diye başlıyor. … ..
… ..
“Size bir şey sormak isitiyorum,”dedi. … .. Özel yaşamınıza müdahale mi ediyorum?” diye bir an duraksamış ama Bernd’in karısıyla ilgili konuşmaktan hoşlandığını bildiğinden, böyle küskünmüş gibi sessizce yürümek yerine konuyu açmanın daha doğru olacağını düşünmüştü.
“Karınızla telefonla konuşabilecekken neden mektup yazıyorsunuz?”
Bernd’in yüzüne belli belirsiz bir kızıllık yayıldı. Bu Esra’nın gözünden kaçmamıştı.
“Özür dilerim, “dedi kibarca. “İsterseniz yanıtlamayabilirsiniz. Benimki yalnızca merak.”
“Neden yanıtlamayayım ki,” dedi Bernd. Yüzünde alındığını gösteren hiçbir belirti yoktu. “Aslında telefonda da konuşuyoruz ama anlatmak istediklerimi mektupla daha iyi anlatabiliyorum. Vartuhi de böylesini seviyor.
“O da size yazıyor mu?”
Ne yazık ki hayır. O yazı yazmaktan nefret eder. Bu yüzden mektubumu alınca beni telefonla arıyor.”
Esra gülmeye başladı.
“Telefonla o zaman konuşuyorsunuz?”
Bern de gülmeye başlamıştı:
“Ya, o aradığı zaman telefonla konuşuyoruz. Ama telefonda konuşma şey oluyor, nasıl derler…”
“Soğuk mu?”
“Evet, soğuk… İstediklerimi söyleyemiyorum… Belki de kusur bende,insanlar çok güzel konuşuyor telefonla…”
Bunun bir kusur olduğunu sanmıyorum. Ben de sevdiğim adamın mektup yazmasını isterdim. Ama sizin gibi âşıklar çok az. Karınız şanslıymış.”
… ..
… .. Orhan da Bernd gibiydi. “Seni nyanında kendimi tamamlanmış gibi hissediyorum,” derdi. “Sen olmadan yarım gibiydim.” Babasından bu düşüncenin kökenlerini öğrenmişti. Platon, Şölen adlı yapıtında, Aristophanes’in bir konuşmasına dayanarak, insanın bir türünün dört kollu, dört ayaklı, iki başlı Androgynos adlı varlık olarak yaratıldığını, ama bu mükemmel yaratığı kıskanan Zeus’un onları ayırdığını, bu yüzden insanın ömrü boyunca hep öteki yarısını aradığını anlatıyormuş, ister Sokrates ve Platon gibi önemli düşünürlerce, isterse Orhan ve Bernd gibi sadık âşıklarca dile getirilsin, Esra bunu anlayamıyordu. Bir insan nasıl olur da başka birinde kendini bulurdu? Ya da kendini bulmayı bir insanla sınırlardı. Peki yaşamın öteki etkinlik alanları: … .. arkadaşlar, aileler… Dünyanın ilişki olanakları, insanın kendini var etmesi için sunulan zengin çeşitlilik… Bütünleşmekten, kusursuz uyumdan söz ediyorlardı. Evet kimi anlarda bu olabilirdi; sevişirken, düşünürken, tartışırken, iş yaparken, müzik dinlerken, sessizce otururken birlikte olduğunu kişiyle bir an aynı duyguları hissedebilir, aynı sevinci, aynı kederi, aynı heyecanı, aynı dinginliği yüreğinde duyabilirdi ama bunun süreklilik kazanması ancak bir mucizeyle gerçekleşebilirdi ya da her iki insanın da kendini başarılı bir biçimde kandırmasıyla. Sürekli
uyum içinde olmak, uyumdaki güzelliği bozmak, içeriğini boşaltmaktan başka bir anlama gelmiyordu. Bernd’in ya da Orhan’ın “uzun süreli uyum” dedikleri şey, Esra için birlikte yaşanan sıkıcı dakikalar, tekrarlanan olaylar, birbirinin aynı davranış ve düşünce biçimleri demekti.
… ..
… .. Oysa Asurluların da Asur, Enlil, Şamas ve Yerin Göğün Tanrıçası İştar gibi güçlü tanrıları vardı. Ama kendi düşlerinin coşkusuyla sarhoş olan Pisiris bu gerçekleri unutuyor, kafasındakilei adım adım uyguluyordu.
Büyük bir gizlilik içinde mektuplar, antlaşma metinleri yazılıyordu. İlk mektupla eski Hattina, yeni Amk Kralı Unki, Samal Kralı Panammu, Gurgum Kralı Trahulara Urikki, Tbal Kralı Alummari, Kummuh Kralı Kuştaşpi, Kue Kralı Urikki, Tabal Kralı Vaşşurme gibi küçük Hitit krallarına yollandı. Hemen tümü Asurluların baskısı altında yaşayan bu krallıkların tepkileri ölçülmeye çalışıldı. Ama gelen yanıtlar son derece temkinli idi. Savaşçıları ASurlular tarafından koyun gibi kesilen , yaşlı, genç demeden derileri yüzülen, kazıklara oturtulan, kentleri yakılan bu kralların, durup dururken kendilerini ateşin içine atmayı hiç niyetleri yoktu.
Pisiris ise bu yanıtlardaki çekimserliği göreemiyor, büyük düşünü gerçekleştirmek için gözü kara bir inatla uğraşıyordu. Frigya Kralı Midas ile Urartu Kralı Sardur’a da mektuplar yazıldı. … ..
… ..
… .. Oysa Asurluların da Asur, Enlil, Şamas ve Yerin Göğün Tanrıçası İştar gibi güçlü tanrıları vardı. Ama kendi düşlerinin coşkusuyla sarhoş olan Pisiris bu gerçekleri unutuyor, kafasındakilei adım adım uyguluyordu.
Büyük bir gizlilik içinde mektuplar, antlaşma metinleri yazılıyordu. İlk mektupla eski Hattina, yeni Amk Kralı Unki, Samal Kralı Panammu, Gurgum Kralı Trahulara Urikki, Tbal Kralı Alummari, Kummuh Kralı Kuştaşpi, Kue Kralı Urikki, Tabal Kralı Vaşşurme gibi küçük Hitit krallarına yollandı. Hemen tümü Asurluların baskısı altında yaşayan bu krallıkların tepkileri ölçülmeye çalışıldı. Ama gelen yanıtlar son derece temkinli idi. Savaşçıları ASurlular tarafından koyun gibi kesilen , yaşlı, genç demeden derileri yüzülen, kazıklara oturtulan, kentleri yakılan bu kralların, durup dururken kendilerini ateşin içine atmayı hiç niyetleri yoktu.
Pisiris ise bu yanıtlardaki çekimserliği göreemiyor, büyük düşünü gerçekleştirmek için gözü kara bir inatla uğraşıyordu. Frigya Kralı Midas ile Urartu Kralı Sardur’a da mektuplar yazıldı. … ..
… ..
“Babam da burada doğmuş. benden önce hastanenin başhekimi babamdı, ondan önce de büyükbabam Christian. Tam üç kuşaktır. ailemiz bu kentte yaşıyor. Babaannemin, annemin, kardeşimin mezarları burada.”
… ..
… .. “1878 yılında kente gelen Amerikalı misyonerler tarafından kurulmuş.”
“Hastanenin kapısındaki isim…”
“Azariah Smith mi?* Yale’yi bitirdikten sonra Antep’e o günkü adılıyla Ayıntap’a ilk gelen doktorlardan.
… ..
,... ..”Cehaletimi bağışlayın ama Amerikalılar neden burada bir hastane açma gereği duymuşlar?” diyerek konuya geri döndü Esra.
… .. David, “Protestanlığı yaymak için,” diye açıkladı. “Geçen yüzyılın başında Amerika’da kimi din adamları, ‘Büyük uyanış’ adı altında, Protestanlık dinini dünya ölçüsünde yaygınlaştırmak için harekete geçmişler. Amaçları gittikleri ülkelere yardım kurumları, eğitim ve sağlık merkezleri açarak halkla ilişkiler merkezleri açarak ilişki kurmak, böylece dinlerini yaymakmış. İşte bizim hastanenin kuruluş amacı da buymuş.
“Hâlâ misyonerlik yapmıyorsunuz, değil mi?”
“Hayır hayır,” diyerek başını salladı doktor. “Şimdi yalnızca sağlık hizmeti veren bir kuruluşuz. … ..
… ..Masis ile Sakıp’ın aileleri de bu arkadaşlığa karşı çıkmamışlar, çünkü onlar da her gün
çarşıda, pazarda görüşüyorlarmış. Ama Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasından sonra günlük yaşam zehirlenmiş, peş peşe yenilgiler alan İttihat ve Terakki Partisi’nin yöneticileri, Ruslarla işbirliğine giren, cephe gerisindeki ayaklanmalar çıkaran, Müslüman halka
saldıran, katliamlar düzenleyen silahlı Taşnak gruplarını bahane ederek tehcir kararı almışlar; Ermenilerin bulundukları bölgelerden toplu olarak sürgüne gönderilmeleri için emir
vermişler. Bu emir uygulanırken toplu katliamlar, infazlar gerçekleştirilmiş; erkek, kadın, çocuk
yüzlerce Ermeni yaşamını yitirmiş; 600 yıldır kardeşçe bir arada yaşayan halkların arasına kan girmiş.
Masis ve ailesi, o günlerde Antep'in bağlı bulunduğu Halep’in valisi Celal’in yardımıyla kentte kalmayı başarmışlar. Ancak savaş Osmanlı’nın yenilgisiyle sonuçlanıp Antep yöresi önce İngilizler, sonra Fransızlar tarafından işgal edilince, Halep’e ya da imparatorluğun değişik bölgelerine göç ettirilen Ermeniler geri dönmüşler; döner dönmez de intikam tutkusuyla, işgal kuvvetleriyle birlikte yerel halka zulüm
uygulamaya koyulmuşlar. İşgal kuvvetlerini bir yere kadar kabul eden halk, Ermenilerin de
onların yanında yer almalarını içine sindirememiş, silaha sarılarak direnmeye başlamış. Antep’te bu direniş tam on bir ay sürmüş; kuşatılan kent, halk açlıktan ölme noktasına gelinceye kadar teslim
olmamış. Dışarıdan ciddi bir yardım almadan süren bu direniş, Fransızların önemli kuvvetlerini kentte tutmalarını zorunlu kılmış; bu durum işgale karşı dövüşen ulusal kurtuluş
ordusunu frahatlatmış. Fransız topçusuna değil ama açlığa yenilen halk sonuda kenti boşaltmak zorunda kalmış; buna en çok
Ermeni nüfus sevinmiş, Rusların, İngilizlerin, Fransızların vaad ettikleri gibi artık kendi devletlerini kuracaklarını sanmışlar. Ama işler umdukları gibi gitmemiş.
Antep’in düşmesinin üzerinden on ay geçmeden Londra Konferansı gereği Fransızlar işgale son vererek kuvvetlerini çekmişler; onlara güvenen Ermeniler bir kez daha düş kırıklığına uğramışlar; tıpkı 1915’te olduğu gibi yine çoluk çocuk yollara düşmüşlerdir.
… .
… ..
Sevgili Anneme
Yola çıkan kralın habercisi,
Seni Nippur’a göndereceğim, bu haberi götür!
Uzun bir yolculuk yaptım,
Annem üzüntüde, uyuyamıyor,
Odasına sıkıntılı bir söz girmeyen o,
Bütün yolculara sağlığımı soruyor,
Benim selam mektubumu eline ver!
Eğer annemi bilmiyorsan, onu sana anlatayım:
Onu adı Şatiştar’dır.
Pırıl pırıl görünüşü ile
Bir Tanrıça hoşluğu, tatlı bir gelindir o,
Gençliğinden beri kutsanmıştır o.
Kaynatasının evini gayretle yöneten,
Kocasının Tanrısına hizmet eden,
Tanrıça İnanna’nın yerine bakmayı bilen,
Kralın sözünü yabana atmayan,
Sevilen, sevgi ile yaşayan,
Kuzu, iyi kaymak, bal, kalpten akan tereyağdır o.
Annemin ikinci tanımını vereyim:
Annem ufukta parlayan bir ışık, bir dağ geyiği,
Işıldayan bir sabah yıldızıdır o.
Değerli bir akik, Marhaşi’den bir topaz,
Cazibe dolu bir prens mücevheri,
Neşe yaratan bir akik,
Bir kalay yüzük, demir bilezik,
Bir altın çubuk, parıldayan bir gümüş,
İçi çeken bir fildişi heykelcik,
Mavi taştan bir taban üzerinde duran alabastar bir melektir o.
Annemin üçüncü tanımını vereyim:
Annem mevsiminde bir yağmur, ilk tohum için su,
Zengin bir bahçe, meyveyle dolu.
Kozalaklarla süslü, bakımlı bir köknar ağacı,
Yeni yılda ilk ayın ürünü,
Sulama yerlerine bereket getiren bir kanal,
Aranan en tatlı Dilmun hurmasıdır o.
Annemin dördüncü tanımını vereyim:
Annem bir bayram, neşe dolu bir kurban,
Prenseslerin olgusu, bir bolluk şarkısı,
Neşesi tükenmeyen, seven, sevilen bir kalp,
Annesine dönen bir esirin müjdesidir o.
Annemin beşinci tanımını vereyim:
Annem çam ağacından bir araba, şimşirden bir tahtırevan,
Parfümle kokulandırılmış güzel bir giysi,
Kendisine tam uyan, çiçekten bir taçtır o.
Sana verdiğim bu tariflere göre annemi tanıyacaksın,
Lamalara sahip olan o hoş kadın işte benim annemdir.
Benden haber için kulak kesilen ona,
Haberi neşe ile götür,
‘Sevgili oğlun Ludingirra’dan selam’ de ona!
“… . Nicholas’ın anlattığı bilgiler örgütün bu defa yeni bir strateji denediğini gösteriyor. Reşat’ın öldürüldüğü Göven ile Mucur, Ermeni köyleri. Onlar kendilerini Ermeni saymıyorlar ama kökenleri
öyle. 1915 yılında toplu halde Müslümanlığı seçip eski inançlarını reddetmişler. Kimse de onlara karışmamış. Onlar da bu ülkenin saygın vatandaşları olarak yaşamışlar. Örgüt o iki köydeki vatandaşları kışkırtmak için yetmiş sekiz yıl önce işlenen cinayetlerin aynılarını gerçekleştirerek, unutulmuş bir olayın intikamını aldığını göstermek istiyor. Böylece o vatandaşlarımızın arasından yandaş bulmak, onlar aracılığıyla da yeni alanlar kazanmak istiyor.” … ..
… ..
*Patasana & Ahmet Ümit
Everest Yayınları 2010
*2018 yılına kadar SEV Amerikan Hastanesi olarak faaliyeti yürütmeye devam eden hastane, 2018 yılı itibari ile MMT Taşdelen Şirketler grubuna
devredilmiştir.
Son yıllarda, özellikle bölgedeki yatırımalarını arttıran MMT Amerikan Hastaneleri, 2021 - 2022 yıllarında önce Reyhanlı'da daha sonra ise Tarsus'da 2 yeni şube açarak şubeleşme
yolunda büyük bir adım attı. Yıllardır SEV Amerikan Hastanesinin Gaziantep'te korumuş olduğu tarihe
özen göstererek tarihi dokusuna sahip çıkan MMT Amerikan Hastaneleri yenilenen hastane, altyapı
ve personel yatırımına verdiği önemin yanı sıra teknolojideki gelişmeleri de takip etmektedir.
Antep Amerikan Hastanesi ve Bölge Halkı Üzerindeki Etkisi (1880-1920) / Metin AKSOY - Faruk
1810 yılında Amerika’da kurulan ABCFM (American Board of Commissioners for Foreign Missions)
1820 yılından sonra Osmanlı topraklarında da misyon çalışmalarına başlamıştır. Bu misyon teşkilatı din, eğitim ve basın-yayın faaliyetlerinin yanı sıra sağlık çalışmalarıyla da Osmanlı
coğrafyasında etkinlik göstermiştir. Amerikan Board teşkilatının sağlık çalışmalarını yürüttüğü
merkezlerden birisi de Antep olmuştur. Misyonerler Antep’te Azariah Smith Memorial Hastanesi’ni kurarak hedefleri doğrultusunda çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Amerikan Board, Antep’teki sağlık çalışmalarını 1876 yılında kurulan bir dispanser etrafında sürdürmekteydi. Azariah
Smith’in Yale Üniversitesi’nden sınıf arkadaşları onun anısına bir hastane kurulması için bir fon oluşturarak
bağış toplamaya başlamışlardı. 1879 yılında inşaatına başlanan hastane 1880 yılında tamamlanmıştır. Hastane aynı zamanda Merkezi Türkiye Koleji Tıp Bölümü’nün de uygulama
hastanesi olmuştur. 1884 yılında 10 yatakla hizmet veren Azariah Smith Memorial Hastanesinde daha
sonra kadın ve çocuk bölümlerinin eklenmesiyle sayı 42’yi bulmuştur. Hastanede din, ırk ve cinsiyet
ayrımı yapılmadan hizmet verilmiştir. Hastanede tedavi edilen hastaların etnik dağılımı Türk, Ermeni,
Kürt, Arap, Rum, Çerkez, Alman, Süryani ve Yahudi olarak verilmektedir. Dini dağılımı ise; Müslüman,
Gregoryen, Protestan, Rum Katolik, Yahudi ve Mormon idi. Bu bildirinin konusunu Misyonerlik
Faaliyetleri Çerçevesinde Antep Amerikan Hastanesi ve Bölge Halkı Üzerindeki Etkisi oluşturmaktadır.
Bu çerçevede misyonerlik faaliyetlerine, bölgenin toplumsal ve etnik yapısına değinilerek Amerikan
Board’ın faaliyetleri tartışılacaktır. 1880-1920 tarih aralığını içeren bu çalışma, Amerikan Board’a ait
arşiv, mikro film, yıllık raporlar ve hastane kataloglarından yararlanılarak hazırlanmıştır. Antep’teki
Amerikan Hastanesi, çalışmalarını günümüzde de Gaziantep Amerikan Hastanesi olarak devam ettirmektedir.
... öğrenmek kolay değildir., bir kaplumbağa gibi sabırlı, başı göklere değen yalçın kayaları un ufak eden rügâr kadar inatço olmalısın.
YanıtlaSilBabam egemenli altında yaşadığımız Asur İmparatorluğu'na karşı çok dikkatli olmamız gerektiği konusunda uyarırdı beni; ... .. Kuzeydoğumuzdaki Urartuları da yabana atmamak lazımdı. ... Kuzeybatımızdaki Frigyalılara gelince; onların her geçen gün genişleyen Asurluları durdurmaktı. ... ..
YanıtlaSilGünümüzde de devam eden Ermeni Tehcir olayları, o günlerin mahalli halkının tehcir olayı sonrası ortay çıkan boşluktan istifade girişimleri ve günümüzdeki terör süreci ile ilişkili gelişmeler romanda yer buluyor....
YanıtlaSilAmerican Board of Commissioners For Foreign Missions
YanıtlaSilTarihi yeni nesillere anlatmak öncelikli hale getirilmeli…… Amaç gerçeklerin sebep-sonuç ilişkisi kurularak anlatılması ve Osmanlı’nın “Hasta Adam” adı verilmesi ve sonunu hazırlayan zafiyet alanlarını ortaya çıkaran süreçlerden dersler çıkarılması ve geleceğe ilişkin tedbirler alınması hedeflenmeli…
YanıtlaSil... .. kilise kulesinden atılarak öldürülen Papaz Kirkor’un intikamı…. Korucubaşı Reşad’ın öldürüldüğü gece gökyüzünde uçan bir adam görülmesi… Alman Bernd’in yaşadığı ruh hali …. …. kurgu iyi, insanı meraklandırıyor…
YanıtlaSilMÖ 700 yıllarında bölgedeki Geç Hitit, Urartu, Frigya ve Asur ilişkileri ... .
YanıtlaSilÖykünün sonunu tahmin edebildiğimi düşünürken, nefes nefese kalmama rağmen, sanki “beynim uyuştu” ifadesinin karşılığı olabilecek bir ruh hali ile daha hızlı okumaya çalışarak gerçekten de nefes nefese romanın son sayfalarını yutarcasına tamamladım. Ahmet Ümit’in son değerlendirmelerinin içinde katılmadığım (tartışılmaya açık) bölüm olmakla birlikte düşündürücü buldum… ..Sonuç: İnsan ve yaşamın bilinen ama tartışılmaya açık tarafı sürükleyici bir dille anlatılmış. Alkışlıyorum
YanıtlaSil