Aylin Radomisli Cates, 19 Ocak 1995 Perşembe günü evinin bahçesinde, o sabah evini temizlemeye gelen hizmetçisi tarafından, kendi arabasının altında ölü bulundu. Üstünde ve etrafında nasıl öldüğüne dair hiçbir iz yoktu. Bir hırsızın saldırısına uğramış değildi. Bir katille boğuşmamıştı. Eşbisesi yırtılmamış, tırnakları kırılmamıştı. Çorapları bile kaçmamıştı. Kaptıkaçtı tipi arabası, parke taşlı dümdüz avluda, aklın alamayacağı bir nedenle kayarak, dört parmak yüksekliğindeki seti atlamış, meyil aşağı inmiş, ön tekerlekleri yolda, arka tekerlekleri duvara takılı durmuştu. Aylin, arabanın altına çaprazlamasına girmiş, sırt üstü yatıyordu. Üstünde abiye bir gri döpiyes, yakasında yarım ay biçiminde bir elmas broş, parmağında tek taş yüzük vardı. Otopsi raporuna göre, iki gün önce, Salı gecesi ölmüştü.
… ..
(24 Ocak 1995, Salı: 10.30, New York)
Upuzun binaları koyu menekşe rengi ufka yaslanmış kente, yağmur bardaktan boşanırcasına yağmış, nefes kesen bir ayaza bırakmıştı yerini. Madison Avenue’nün 81. Cadde’yle kesiştiği yerde, 1076 numaralı Cambell Funeral Home’un pencereleri, ince bir buz tabakasıyla tüllenmişti. Dışarıdaki havanın dondurucu ayazına karşın, tören salonunun içinde görünmez bir yangının sıcağı vardı. Yükseltilmiş sahne kapağı, maun bir tabut duruyordu. Uzun bir sıra oluşturan insanlar, tabutta yatan albay üniformalı Amerikan subayını selamlayıp, içlerinden dua ya da veda ederek, tabutun başından ayrılınca, yanan yürekleriyle gelip salondaki koltuklarda yerlerini alıyorlardı. Herkes, etrafa hâkim olan ordu düzeninin saygınlığını kutsar gibi sessizce ağlıyordu. Duygularını frenlemekte genellikle zorlanan Türkler bile, genci yaşlısı, bu ağırbaşlı törenin haşmetini bozmamaya özen gösteriyorlardı. Gözyaşları yüreklerinden taşıp boğazlarını yakarak gözlerine kavuşuyor, sonra da bir sel gibi, yine yüreklerine geri akıyordu sessizce. Hepsi de dimdik, hiç kıpırdamadan, konuşmadan, hıçkırmadan, acılarına odaklanmış omuz omuza oturuyorlardı.
Katafalkın üstünde , dört bir yanı rengârenk çiçeklerle donanmış tabutta yatan kişi, bir askerden çok, oraya bir film çekimi için öylece uzanıvermiş bir Hollywood yıldızını andırıyordu. Bu albay üniformalı
Amerikan subayı, bir Türk kadınıydı. Son derece itinayla taranmış açık kumral saçlarında kızıl röfleler vardı. Yüzünün biçimi, burnu, dudakları kusursuz güzellikteydi. Dudaklarının hemen kenarında muzip bir kıvrıltı… “Yine beklemediğiniz bir şey yaptım işte,” der gibiydi. İnce uzun parmakları göğsünün hemen altında birbirine kenetlenmiş, tören üniformasının içinde, bir gül dalı gibi ince, zarif ve kırılgan, teninin pembe buğusunda ölümden hiçbir iz taşımadan uzanıyordu serin satenin üzerinde. Ölüm, rengârenk çiçeklerle bezenmiş tabı-utta yatan kadına o denli aykırı düşüyor, o denli yakışmıyordu ki, onun huzurlu, muzip ve güzel yüzüne o kadar uzak ve yabancıydı ki, sanki bu bir cenaze töreni değildi de, bir düğündü. Sanki birazdan bir atlı gelecek, dudaklarına bir öpücük konduracak ve o her zaman biraz daha buğulu bakan gözlerini aralayıp gülümseyiverecekti kurtarıcısına. Ve inanılmaz yaşam öyküsüne yeni baştan başlayacaktı. Tıpkı bir masal prensesi gibi.… ..
Selamlama faslı bittikten sona erip,herkes salondaki yerini aldıktan sonra, Aylin’in güzel yüzünün üstüne tabutun maun kapağını kapattılar.
… ..
Konuşmacılar sırayla çıktılar sahnedeki kürsüye. Önce Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi İnal Batu, sonra Ahmet Ertegün konuştu.
Ahmet Ertegün gümüş saplı bastonuna dayanarak yaptığı konuşmaya, Byron’dan bir alıntıyla başladı.
“She walks in beatuty, like night
Of cloudless and starry skies
And all that's best of dark and bright
Meet in her aspect and her eyes.”
“Yürüyor güzelliklerle o kadın ve yıldız dolu göklerin
bulutsuz iklimlerin ve yıldız dolu göklerin
Karanlıkta, aydınlıkta en iyi ne varsa hepsi
kucaklaşmıştır içinde o yüzün ve gözlerin.”
… ..
Selamlama faslı bittikten sona erip,herkes salondaki yerini aldıktan sonra, Aylin’in güzel yüzünün üstüne tabutun maun kapağını kapattılar.
… ..
Konuşmacılar sırayla çıktılar sahnedeki kürsüye. Önce Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi İnal Batu, sonra Ahmet Ertegün konuştu.
Ahmet Ertegün gümüş saplı bastonuna dayanarak yaptığı konuşmaya, Byron’dan bir alıntıyla başladı.
Byron, bir baloda görüp vurulduğu Lady Wilmot için yazmıştı bu şiiri. Hayatı boyunca tüm güzellikleri gözlerinde yansıtan Aylin, bu şiirin sahibiydi artık.
Ertegün’nün arkasından da Talat Halman geldi kürsüye.
“In this ocean there is no death
No despair , no sadness, no anxiety
This ocean is boundless love
This is ocean of beauty, of generosity”
“Ölüm diye bir şey yok bu ummanda
Umutsuzlukta yok, hüzün de, kaygı olsa
Bu umman sonsuz aşk ve sevgi dolu
İyiliğin cömertliğin ummanı bu.”
Talat Halman, Mevlânâ’dan İngilizceye kendi çevirdiği bu satırları okudu önce. Sonra da güzellik, cömertlik ve sevgiyle yoğrulmuş kadının Mevlânâ’nın ölümsüzlük denizinde bir damla gibi hep var olacağını anlattı oturanlara.
… ..
Aylin -dünya boyutlarında yaşamıyordu sanki. Bir hayali sahnede tiyatro yapar gibiydi. İnsanlara, olaylara, durumlara bilinen kalıpların dışında, bambaşka yöntemlerle yaklaşıyordu.Onunla her olay kişisel ilişkiler bazında yaşanıyordu. Her olay milimetrelik kaymalarla kendi gerçeğinden başka boyutlara çekiliyordu. Ölçülerin başka değerlere oturduğu özel bir dünyası vardı aylinin. Onun doğruları herkesinkinden değişikti. Onun yanlışlarına gelince… zaten yanlışları yoktu ki! Yanlış, ayıp, günah, yasak… Bu kelimeler, sadece sözlüklere aittiler,yaşama değil. Uçuktu. Filozoftu. Müthiş bir yaşam estetiği vardı. Komikti, her şeyde eğlenceli bir yön bulup çıkartıyordu.Onunla kimseye gülmediği kadar gülüyor ve eğleniyordu Polat. Aylin’i ne prenses ne de evli bir kadın olarak görebiliyordu. O herkesten çok değişik, bambaşka bir genç kadındı. … ..
… ..
“Biliyor musun, sen tıpkı bukalemun gibisin. Her ortama uyuveriyorsun,” dedi Aylin’e.
… ..
İki öğrencinin bu evliliği, zaman içinde, Aylin’in dış görüntüsünü olduğu kadar iç dünyasını da değiştirecekti. Aylin Jean Pierre ile birlikte yaşadığı günlerde, tıp ilmi ile yakından tanışıp ufkunun pencerelerini o zamana kadar hiç bilmediği yepyeni bir dünyaya kadar açacak, peşinden koştuğu gerçek zenginliğin, dış dünyanın görkemli vitrinlerinde değil de insanların iç âlemlerinde bulunduğunu öğrenecekti.
… ..
1971 yılının sıcaktan kavrulan bir temmuz gününde asistanlığını yapmak üzere New Rochell Hospital’a adım atarken Aylin üniversiteyi yeni bitirmiş ve New York gibi bir metropolde asistanlık ayarlayabilme şansını yakalamış genç bir doktordu sadece.
… ..
Jean Pierre ve Aylin boşanmayı hiç düşünmemişlerdi ama, birbirine kilometrelerce uzakta, iki ayrı şehirde yaşayan genç karı kocaların evliliğinin yürümeyeceğinin de bilincindeydiler. Onların birbirlerine karşı olan sorumlulukları artık bitiyor ve müşterek hayatları bir yol ayrımına giriyordu. Şİmdi mesleklerinde kendilerine büyük imkânlar açan kapılardan girmekteydiler. Her ikisinin de çok uzun yıllar emek verdikleri birer tahsil dönemleri ve beklentileri vardı. Beklentilerinin arasında çocuklar, aile hayatı, domestik mutluluklar öncelikli değildi. Onlar normal zekâlarda, normal beklentileri olan sıradan insanlar da değildiler. Her ikisi de üstün yetenekli, sıradışı kişilerdi. Birlikte ya da yakın yerlerde olmak için imkânlarını zorlmadılar. Kendi kaderlerinin onlara tayin ettiği istikametlere doğru yola çıkarken, evliliklerini oluruna bırakıp, el sıkıştılar ve ayrıldılar. Ellerinde, bu evlilikten altı yıllık sağlam bir dayanışma ve derin dostluk duygularıyla dopdolu gençlik anıları kaldı.
… ..
Aykin bu atamanın ona açacağı ufku görmezlik edemedi. Mesleğinden de aşkından da vazgeçmeyecekti. Kendi kendine,mümkün olamayacağını bile bile, geçersiz formüller aramaya koyuldu. İkisi de Müslüman olduğuna göre, Paswak’ın ikinci eşi olamaz mıydı? En büyük tepkiyi Zeynep gösterdi. … ..
… ..
… .. Aylin birden bu kadar mutluluktan sıkılıverdi. Bu sıkıntının ilk işaretlerini, birkaç kat aşağıda oturan arkadaşları Leyla gördü önce.
… ..
“Bir tatile çıkın,” dedi Leyla.
“Bu tatilin halledebileceği bir şey değil. Çok beraber oluyoruz. Beraber yatıp beraber kalkıyoruz, beraber işe gidip beraber dönüyoruz.Beraber yemek yiyor, berabe çalışıyoruz. Bizim ayrı ayrı bir şeyler yapmamız gerek.”
“Ne mesela?”
… ..
“Aylin,“ dedi. “Mutsuz ve huzursuzsun. Bu evliliğimizinb her köşesine yansıyor. Seni mutsuz eden nedir? Hayatında başka biri mi var? Ayrılmak mı istiyorsun?”
“Ne hayatımda biri var, ne de ayrılmak istiyorum.”
“Ne istiyorsun paki?”
Mişel, birbirimizi bir süre serbest bıraksak diy orum Her evli çiftinon beş yılda yaşayabileceği beraberliği biz beş yılda yaşayıverdik. Çok fazla beraber oluyoruz.”
… ..
… .. Sahip olduklarım bana yetiyor. Ama sana yetmiyor: Seni seviyorum, ama tatminsizlik seni değiştiriyor, hırçın ve huysuz oluyorsun. … ..
… ..
“Gitmez o, sen merak etme. Biz gerçekten çok derin bağlarla bağlıyız birbiiirimize. Ama bazen boğulacak gibi oluyorum. Biraz nefes alabilsem… Bana yardım et, Emel”
“Snn ne yapmamı istiyorsun?”
“Ona birilerini tanıştır.”
“Delirdin mi sen?”
“Allah aşkına Emel. Sen benim en eski arkadaşımsın. Başka kimseye söyleyemem bunu. Hoşlanacağı birilerini tanıştır. Biraz uzaklaşalım birbirimizden. İkimize de çok iyi gelecek.”
“Çok pişman olacaksın Aylin,” dedi Emel. “Sen bu konuyu bir kere daha düşün.”
Evlerinde haftada iki gece izin uygulaması başlamıştı. Mişel bu işe Aylin’in saçmalığı olarak bakıyor ve sonunda yürümeyeceğini bildiği için, bir süre böyle idare etmek istiyordu. … ..
… ..
… .. Richard’ı … .. tanıştırdı Aylin’le. sanat dergileri yayımlayan bir yayıncıydı ve dolayısıyla Aylin’in çok önemsediği sanatsal değerlere sahipti, resimden, müzikten, antikadan anşlıyordu.
… .. Üstelik Aylin’e diğer yaşlı hayranları gibi sonsuz iltifatlar da etmiyordu. Oysa Aylin ne zamandır ruhunu, abartılı komplimanlar, sınırsız hayranlık gösterileriyle beslemeye alışmıştı. Erkeklerin gözlerinde devamlı bir “senden güzeli, akıllısı, esprilisi yok” bakışı görmek isityordu. Richard’ın ilgisini çekebilmek için aşırı hareketlerde bulunuyor, abartılı danslarl, kahkahalar, davranışlarla gerçi çok dikkat çekiyordu ama, Richard’ınkini değil.
… ..
… .. Ama ruhunun bir köşesinde bir türlü dolduramadığı bir boşluk vardı sanki. Bir şeyler ona bir türlü yetmiyordu. Bir türlü tatmin olamıyordu. Bir türlü huzura kavuşamıyordu. Hatta ruhunu beslediğini zannettiği kendine duyulan hayranlıklar, söylenen güzel sözler de değildi.peşi
nde koştuğu. Bir türlü neye doyamadığını, beyin arayışı içinde olduğunu kendisi de bilemiyordu ki, Richard bilebilsin.
… ..
… ..
“Aylin,” dedi Joe, “Hem bu kadar akıllı hem de bu kadar kaçık nasıl olabilkiyorsun, gerçekten anlamıyorum.. Hastalarıyla mucizeler yaratan biri, dans pistinin ortasında on beş yaşında kız çocuğu gibi davranır mı?”
… ..
… ..
“Göreceksin Joe, bana olduğu kadar, sana da iyi gelecek bu ayrılık. Biraz kafa dinleyeceksin bensiz. Ve birbirimizi özlemenin evliliğimiz için ne kadar yararlı olduğunu anlayacağız ikimiz de,” dedi Aylin.
… ..
… ..
…. .. 1 Temmuz 1993 tarihinde Yarbay olan Doktor Aylin Radomisli’ye Topçu Alayı’nın en yüksek nişanı olan “THE HONORABLE ORDER of SAINT BARBARA” nişanı ve beratı verildi.
Aylin güneş ışınlarının sadece yararlı özelliklerini taşıyan ışınları yayan dört adet aldırtarak, kalabalık bir asker grubu üzerinde çalışmalarına başlamıştı.”Işık Terapisi” inanılmaz bir katılım ve başarıyla yürüyordu.
Aslında sinir hastalarının güneş ışınlarıyla tedavisi, taa eski Yunan ve Roma İmparatorluklarından beri bilinen ve tarih içinde zaman zaman kullanılmış bir metottu. Kış aylarının karanlık günlerinde birçok insanın enerjisinin azaldığı, durgunlaştıkları, uykuya ve karbonhidratlara, yani şekerli gıdalara ihtiyaçlarının çoğaldığı gözlenmişti. Kış mevsiminde, insanlar da, hayvanlar gibi, ruhi bir kış uykusuna yatıyordu sanki. Aynın olumsuz belirtiler, gece işlerinde çalışıp, gün ışığından yararlanamayan kimselerde de görülüyordu.
Güneş ışığı yayan lambalar sayesinde, ışınlar gözlerdeki retinadan beyindeki salgı bezlerine geçip, hipofiz bezinde kimyasal bir reaksiyona neden oluyor ve bu şekilde vücudun ihtiyacı olan madde yeteri kadar salgılanabiliyor, insanların depresyonhal
ini tedavi ediyordu. Bu uygulamanın hiçbir yan etkisi yoktu. Anti defresif ilaçların bedende yaptığı tahribatı da yapmıyordu. Üstelik yarım saat süren oturumlarda, birkaç lamnbadan birçok asker aynı anda yararlanabiliyordu. Aylin, bu uygulamayla, ordu için çok da ekonomik bir tedavi usulü bulmuştu.
… ..
… .. Aylin yine parlamıştı. … ..
Ama işinde ve dış görünümünde ışıldayan pırıltıdan, yüreğinde bir zerre bile yoktu.
“Aylin, sen asker olarak doğmalıymışsın. Öyle doğal bir halin var ki üniformanın içinde… Baban mı askerdi acaba? “diye sormuştu Irene.
“Büyükannemin babası askermiş. Benim çılgınlıklarımı biraz onun hallerine benzetirler,” demişti Aylin.
… ..
*Adı: Aylin & Ayşe Kulin
Everest Yayınları
1-86. Basım : 1997-2004, Remzi Kitabevi
124-125. Basım : Nisan 2022
*George Gordon Byron, 6th Baron Byron FRS (22 January 1788 – 19 April 1824), known simply as Lord Byron, was an English romantic poet and peer.[1][2] He was one of the leading figures of the Romantic movement,[3][4][5] and has been regarded as among the greatest of English poets.[6] Among his best-known works are the lengthy narratives Don Juan and Childe Harold's Pilgrimage; many of his shorter lyrics in Hebrew Melodies also became popular.
*İnal Batu - Vikipedi (wikipedia.org)
*Selahattin Batu'nun oğludur.[1] 1959-1960 eğitim-öğretim yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Diplomasi ve Dış İlişkiler Bölümünden mezun olan İnal Batu, Türkiye Cumhuriyeti'nin büyükelçisi unvanıyla Lefkoşa, Prag, Birleşmiş Milletler, İslamabad ve Roma'da temsil etti.
Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı, TBMM'de 22'nci dönemde Cumhuriyet Halk Partisi Hatay milletvekiliği ve Genel Başkan Yardımcılığı ile Parlamentolararası Birlik (PAB) Türk Grubu Üyeliği yapmıştır. 2007'de Hatay milletvekili olarak görev yaparken CHP'den ayrılıp Doğru Yol Partisi'ne (DYP) katılmıştır. En son Demokrat Parti'ye (DP) üye olan Batu, bu partiden milletvekili adayı olmamıştır.[2][3] İngilizce ve Fransızca bilmektedir.
Batu, aynı zamanda tarihçi ve oyuncu Pelin Batu ile akademisyen Arda Batu'nun babasıydı.
Tedavi gördüğü hastanede 5 Ağustos 2013 tarihinde ölmüştür.[
*Ahmet Ertegün - Vikipedi (wikipedia.org)
*Ahmet Zahrettin Sebuhi Ertegün (30 Temmuz 1923, İstanbul – 14 Aralık 2006, New York), Türk-Amerikan müzik yapımcısı, iş insanı ve Atlantic Records'un kurucusudur.[1] The Rolling Stones, Led Zeppelin'in yanı sıra Eric Clapton, Aretha Franklin ve Ray Charles gibi isimleri müzik dünyasına kazandırdı.*Kasım Gülek - Vikipedi (wikipedia.org)
*Kasım Gülek (1905, Adana - 19 Ocak 1996, Washington, DC), Türk siyasetçi, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Sekreteri (1950-59).
*Coşkun Kırca - Vikipedi (wikipedia.org)
*Ali Coşkun Kırca (27 Mart 1927, İstanbul, Türkiye - 24 Şubat 2005, İstanbul, Türkiye[1]), Türk diplomat ve siyasetçi.
1985-1986 yıllarında yürüttüğü Ottava Büyükelçiliği sırasında 12 Mart 1985'te büyükelçilik, Ermeni Devrimci Ordusu mensubu silahlı, bombalı 3 Ermeni militan tarafından basıldı. Kanadalı koruma görevlilerinden biri vurulup öldürüldü. Büyükelçi Kırca yaralı olarak kurtuldu. Kırca, Ottava Büyükelçiliğine atanmadan önce bu görevi yürüten Atilla Altıkat yine bir ASALA saldırısında hayatını kaybetmişti.
1986'da emekliye ayrıldıktan sonra Hürriyet, Milliyet ve Yeni Yüzyıl Gazetelerinde yazarlık yaptı. 1991'de DYP'den İstanbul Milletvekili seçildikten sonra 1995 yılında Tansu Çiller'in başkanlığında kurulan 51. Hükûmet'te Dışişleri Bakanı olarak görev yaptı. 1990'lı yılların ikinci yarısında, Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde dersler verdi. 2004 yılında bazı Kuvvet Komutanlarını darbeye teşvik ettiği iddia edildi.[2]
XII., XIII. ve XIX. Dönem İstanbul Milletvekilliği yaptı.
Kitabın kahramanı Aylin; zeki, hırslı, çılgın, genel kabul görmüş toplumsal kuralların sınırlarını zorlayabilen, hatta haddi aşan bir yapıya sahip...
YanıtlaSilBoşanma ve yeniden evlenmeyi, evli iken karşılıklı mutabakatla ya da eşinden ayrılmadığı veya ayrı yaşadığı dönemlerde çok çabuk yeni bir ilişki ile sıra dışı birliktelikleri normalleştirebilen bir anlayış....
YanıtlaSilAyşe Kulin, Osmanlı'nı son dönemi ve Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki seçkinler, akrabaları ve yakoın çevrelerinde farklı etnik kökenliler, farklı din mensuplarının oluşturduğu farklı sosyal çevrelerdeki sıra dışı yaşam tarzlarının analizini yapıyor...
YanıtlaSilFarklı hayat tarzlarının iç içe geçtiği yaşam içinde kader ağlarını örmekte ve tevafuk denilebilecek tesadüfler hiç akla gelmeyecek beraberlikleri bir araya getirdiği kadar aynı hızla ayrılıklara da sahne olabiliyor...
YanıtlaSilMaddi bakımdan bolluk içinde olmak yetmiyor, tekdüzelik, yenilik ye da değişiklik olmaksızın kısır döngü içinde bir yaşamın ortaya çıkardığı mutsuzluk tablosu....
YanıtlaSilBu kadar çalkantılı ve yüksek tempoda değişen bir ruh hali ile son bulan bir hayat. Tarifi yok. "No pain, na gain" özdeyişindeki gibi bile değil. "Emek yoksa kazanç da yok" diyemiyoruz. Aylin sürekli emek gösteren, yüksek tempolu bir hayat süren hayat tarzı içinde doğru yolu aramanın yorgunluğu içinde başka bir boyuta geçti.... ablası Nilüfer'in fikri alınabilir sanki...
YanıtlaSil