9 Nisan 2023 Pazar

Kadınlar Tekkesi*

… .. Gece yarısına doğru aşağı kattan yukarıya bu müjde verilince Prenses Peryal acele yerinden kalktı, merdiven başına yürüdü. Telaşlı, heyecanlıydı ama vakarından kaybetmemişti; adımları yine de ahenkli, göğsü gergin, başı yukarıdaydı. Ufak tefek, esmer ve ilk nazarda gösterişsiz olmasına rağmen bu kadın iyi terzi elinden çıkmış koyu renk elbiseleri içinde biçimli vücuduyla az sonra dikkat çeker, tanımayanlara “Kimdir bu kadın?” dedirtirdi.

Peryal’in arkasında iki hanım daha vardı. Biri uzun boylu, yüzünün de vücudunun da hatlarım keskin, alımlı bir kadın: Melal. Öbürü tombul, sarışın, yumuşak bir tip: Memhure. Birincisi müteahhit, ikincisi umum müdürlerden birisinin hemşiresi… Sade ve zarif giyinmiş üç olgun hanım. Bu gece nöbet sırası onlardaydı; Şeyh’in hizmetinde onlar bulunacaklardı.

Bir araya toplanıp merdiven basamaklarının gıcırtısını dinliyorlardı. Ahşap konak, içi dışı tamir görmüş, boyanmış, halılarla bezenmiş olmakla beraber gıcırtıdan ve esnemeden kurtulamamıştı. Üst katta azıcık hızla yürünse aşağı katın avizeleri şıngırdıyor, pencere camları sarsılıyordu. Kapılar hâlâ eşikli ve bazı odalar sedirliydi.

Şeyh Baki merdiven sahanlığında göründü; elli beşle altmış yaş arası, boylu, poslu, sırtı kamburlaşmamış, gayet yakışıklı bir adam… Kırçıl sivri sakallı ve saçları büyük bir itina ile kesilmiş, taranmış; belli ki onlara ehemmiyet veriyor. Sırtında İngiliz kumaşından karyağdılı (*üstünde beyaz benekler bulunan) mükemmel bir elbise. İkinci karısı Afitap Hanım bir basamak ardında yürümekte, durunca mesafeyi muhafaza etmektedir.

Yukarıda bekleyen üç kadın eğildiler. Baki, ahengi tesirli, musiki görmüş bir sesle ve fevkalade nezaketle karşılayanları birbirinden ayırt etmeden dedi ki:

“Affınızı rica ederim efendim; geciktim

 sizleri beklettim. ‘Bîrun’da idim. ‘Mâsuk’ inayet eyledi, şimdi ‘derun’e erdim. Hüü!”

… ..

… .. Ayin yapılmıyordu; başta on iki dilimli taç, göğüste on iki köşeli “teslim taşı”, Amerikan filmlerinin şark sahnelerindekini hatırlatan kıyafetler, gülünç ayinler yerine, giyim kuşam modern, toplantılar ciddi ve kibardı. Bu, bir salon tekkesi ve salon kadını tariktıydı.

Mükemmel Fransızca bilen, biraz da ingilizce anlayan Baki ile edebiyat ve sanat mahabbetleri de yapılabiliyor, kibarca münakaşalar ediliyordu. Hayır, ne hususi bir ismi, ne tekkesi, ne de “gülzar  merasimi”nden başka ayin ve adabı olmayan Şeyh Baki tarikatı, bir tarikat değil, bir mektepti; yeni bir tasavvuf ekolü, bir mistisizm akademisi.

Esasen şu bulundukları yer herkes için sabık vilayet mektupçularından Baki Bey’in konağıydı. Selamlığı da, sofrası da komşularına ve ahbaplarına açık, hayır yapmayı ve halka hizmet etmeyi seven kemal sahibi bir zatın konağı… Bazı dedikodular oluyordu ama, akşamları meclisinde bulunanlar ertesi günü bu mübarek zatın din ve ahlak bahsindeki kıssa ve hisselerini şurada burada hayran hayran anlatıp durduklarında aleyhteki sözler tesirsiz kalıyordu. Mamafih semtte onu “Şeyh Baki Bey” diye ananlar çoktu; şeyhlik ilim ve fazlından dolayı verilmiş payeydi, tekke sahibi      ve tarikat ehli manasında değil.

… ..

Baki en büyük telkin gücünü kadınların birbirlerini kıskanmaları mevzuunda göstermeye muvafık olmuştu. Filvaki aşka bambaşka bir mana verilmesi, kutsilik izafe edilmesi (eklemek), ortaya bir “Hak âşıklığı” konması işi kolaylaştırıyordu ama gözle görülmese de çok iyi sezilen maddi aşk izleri meydandayken değme iradesiz ve idaresiz erke bu hünerbazlığı başaramazdı.

… ..

Peryal’in prensesliği otomobil kazasında ölüp de kendisine hatırı sayılır bir servet bırakan kocasından gelmektedir. Bunula beraber üç nesil vezir yetiştirmiş, aslen Arnavut bir ailenin torunudur. Kocasıyla Nice’de tanışıp evlenmişlerdi; evlilikleri kısa sürdü, sakat bir çocukla dul kalıverdi ve zengin olarak İstanbul’a dönüp yerleşti. 

… ..

İkindi üstüydü, çağrılan Samiye Hanım, çağrılmasından memnun telaş ve içinde geldi. Anası, kardeşi ve kendisi, üçü de Baki’nin en sadık, emirlerine gözü kapalı itaat eden müritleriydiler. Ona paralı, şık, okuyup yazmış, Garplılaşmış hanımlarınki gibi tasavvufu az çok ilim cephesinden de öğrenmiş, Eflatun, Aristo, Plotinus ve Bontroux’ların fikirlerinden bir şey kapmış, ayrıca Müslüman mistisizmini gözden geçirmiş olarak münevvercesine değil, tekke şeyhlerinin kerametine inanan cahillerin zayıf iradeli, doğuştan fevkaladelikleri kabule istidatlı yarı cahillerin imanıyla bağlanmışlardı.

Bunlar için Baki, kendilerini ilahi cezbeye ve bizzat İlaha kavuşturacak kutb-ül ârifin (bilgi sahibi insanların en ileri geleni) idi. Fiil ve hareketleri ne derece acaip, hatta usule, teamüle ve zahiren ahlaka uymasa yine tenkit edilemezdi. Hepsi bir hikmete dayanıyor; bir mana taşıyordu ve o hikmetle manayı gafiller kavrayamazdı.

Şeyhin emirleri ancak tereddütsüz, muhakemesiz yerine getirilmek, pek zor olsa da yapılmak şartıyla -yapmamak Allah’ın iradesine karşı koymak nevinden affedilmez bir serkeşlik, hakiki kâfirlikti- “didar”a kavuşmak mümkündü.

Samiye Hanım’ı -otuz yaşındaydı-n ikram ve iltifatlardan sonra camlı köşke, Baki’nin yanına yolladılar, ikisini yalnız bıraktılar. Üzüm gibi denilen esmer güzeliydi, başından oldukça dedikodulu bir aşk vakası geçmiş, uzun müddet bir ecnebi ile yaşamış ayrılmıştı. İsteri nöbetleri içinde kıvranırken Baki ile karşılaşmış yatışmıştı.

… ..

Onun içindir ki biz katı zevklere ilahi olanını da ilave ederek bir zevki iki ve daha zevkli yapıyoruz İşte mistisizm her şeyden evvel bu kaideye dayanır. Güzelde Allah’ın cemalini görmekle bu güzelliği, böylesini göremeyenlerden fazla duymuş, anlamış ve zevkinden faydalanmış olmuyor muyuz? Stoikler acıyı bile ruhanî zevke çevirmek suretiyle dünyanın en çok zevkine varan insanlardır. Çile dinlerin hepsinde olduğu gibi nefse azap şeklinde görünen bir zevk vasıtasıdır; çilelerin en zevklisini ise bizim gibi aşıklar çeker. … ..

… ..

Neşide … ..

İrfan Bey, Neşide’ye talipti … ..    Düğün sonbaharda müteahhidin köşkünde yapılmıştı… ..

… .. camlı köşk  bir hafta için yeni çifte verildi ve sonbahar yağmurları başlayınca da herkes şehre, evlerine taşındı. … ..

… .. Neşide Hanım serkeş çıktı. … ..

… .. Neşide vakasını sordu… ..

“Kız açıktan bucak bucak kaçıyor; kocası, kaynanası, hele görümcesi kan ağlıyorlar, Âşık da… Ne yaptıysak kâr etmedi; bir türlü yola gelmiyor. Ancak bir gece, ünsiye etsin (alışmak) diye gülzar (gül bahçesi) merasimine sokabildik; adap ve erkân öğrenecekti. Biz çekilipde odada yalnız kalınca ne oldu, anlamadık; dışarıya fırladı, ağlaya ağlaya konaktan fırlayıp kaçtı; hepimizi perişan etti.”

… ..

“Kız başımıza bir iş çıkarır, karakola falan gider diye korktuk. Bereket Ferhunde Hanım’ın dayısı -Ferhunde Şeyh’in ilk karısıydı- çok nüfuzlu… Biliyorsun, eskiden Bakandı, şimdi daha mühim mevkide, akıl hocaları,”

… ..

İrfan geceleri, hemşiresi gündüzleri Baki’yi kıza övüp duruyorlar, tarikat tabirlerini kullanmamaya dikkat ederek onun dünyaya her asırda bir tane gelen büyük evliyalardan, keramet sahibi ve Allah’ın sevdiği din ulemasından biri olduğunu telkine çalışıyorlardı. Direktifi bizzat Baki’den aldıklarına şüphe yoktu.

Kız, gözü pek tutmamakla beraber -zira alafranga giyinen, düğünde gördüğü gibi şarap, şampanya içen ve etrafına dekolte kadınlar toplayan, hususiyetle kendisi bahçesinde çalışırken balkondan veya cam ardından acayip bakışlarla takip eden bir adamdı- yanlış hüküm verdiğine inanmaya başlamıştı.

El öpmeye konağa getirdikleri gün bu mübarek olduğu söylenen zat gözünde hakikaten başka türlü, çok ağırbaşlı ve yüzü itibarıyla da nurani görünmüştü. Sohbet esnasında lakırdıyı sırf tarihi bir vakaya istinat ettirerek kıskançlığın kötülüğüne getirdi; Peyamberin bir sözünü şahit tuttu; “Kıskançlık, alevin kömürü yutuşu gibi fazileti yutar.”

Sesi tok ve tesirli, hareketleri nazik ve kibardı; ilk tesiri iyi oldu. Lakin sonraki ziyaretlerde  görümcesinin, Afitap Hanım’ın ve meclisteki öbür kadınların vesileler bulup kendisini adada Şeyh’le yalnız bırakmalarından kuşkulandı. Kocasına açıldı. İrfan o zatla bir odada yalnız kalmakta değil, bir yatakta beraber yatmakta bile mahzur olmayacağını söyleyince kulaklarına inanamadı, irkildi; galiba birden ürkmemesi için erkek sözünü tevil lüzumunu duymuştu; demişti ki:

“Öyle yap manasına söylemiyorum tabii. Yalnız şunu bil ki Şeyh Efen Hak âşığıdır ve aradığı Allah’ın cemalidir; biler gibi süfli (Aşağı, aşağılık, bayağı, adi,

kılıksız, pis kılıklı, hırpani) hislerden uzaktır. O, seni değil, Rabbin şulesini görüyor.”

Neşide kızardı, kızdı:

“Anlamam ben böyle şeyler! yaşlı ama sapasağlam bir erkek… Ne diye tek başıma karşısına geçip kendimi seyrettirecekmişim? Yüzüme manyetizma edercesine bakıyor, fena oluyorum,” dedi, İrfan’a küstü. Küsmekle beraber, kocası olan yakışıklı ve terbiyeli genci ilk günden sevmişti, saf kalmış bir Müslüman kızı kalbiyle… sevgisi gittikçe artarak ve mahcupluğunu, çekingenliğini muhafaza ederek! … ..

… .. Hepsi çok iyi, âlâ idi… Konağa gitmek, Şeyh’i ziyaret etmek için zorlamasalar!

Yazık ki İrfan'ın ki de dahil tazyik, sinsi ve muntazam surette devam etmekte, sinsi ve muntazam surette devam etmekte, telkinlerin envaı yapılmaktaydı. Bunlara rağmen kocasını sevmese gidip anasına, ablasına dert yanacaktı; ayırtmaya kalkarlar diye korktu.

Nihayet razı edilerek yine bir gece konağa götürülmüştü. Baki’nin selamlıktan hareme dönüşünü beklediler; merasimle karşılandığını ve yatak odasına çıkarıldığını, kendisi de araya katıldığından gözleriyle gördü. Hanımlar tarafından elbiselerinin soyulmasını ve karyolanın hazırlanışını hayretle seyretti. Memhure:

“Hizmet nöbeti sende güzel kızım. Ne talihlisin doğrusu…” dedi; hepsi usulcacık dışarı çıktılar; az sonra Neşide’nin kapıdan fırladığını, hıçkırarak sokak kapısına koştuğunu gördüler. Yakalayamadılar, şaşırıp kaldılar.

…. ..

 … .. o sekiz kişiden gizli bir şey yapılamazdı; “vefalar” … ..

… … öte yanı “aşina” denilen ikinci mertebe ve henüz mertebe alamamış “İdrisler” ancak dış yüze vakıftır. … .. 

… ..

… .. Esasta -bazı büyük şâirler, âlimler ve seçkin şahsiyetler yetiştirmiş, bir edebiyat ve zevk kurmuş, insan cemiyetlerine tesir etmiş olmakla beraber- tasavvuf, sözü ayağa ve nüfuzu kolayca sapıklar eline kaptıran, ekseriya anormallerin işine gelen bir itikattır.

… ..


Doktor Şükrü Şakir, karşısında oldukça neşesiz görünen dostu Emced’e -bu zat Memhure Hanım’ın ağabeyidir- sözüne devam ederek dedi li:

“Tamam doğrudur: Onlar ara sıra uluhiyet (İlahlık, tanrılık) krizine tutulurlar, haşa sümme haşa, Allahlık taslarlar. Neler söylemezler ki?... ..

… .. 

… .. Zira hemşiresi Peryal gibi -Baki mirasyedileri bulup kendisine bağlamakta hünerliydi- ölen kocasından kalmış, son yıllarda traktör kullanılalı beri geliri çok artmıştı, iki çiftliğin sahibiydi; … ..

… ..

… .. Hinoğluhin! Kadınları hassas tarafından yakalamış. Malum ya, kadın bir yaşa gelince aşkın yerini tutacak taviz arar, öyle bir taviz ki onunla övünebilsin, bir fevkaladeliği bulunsun. İşte mistik ve dini mahiyetteki işler bu tavizlerin başında gelir.; her yerde böyledir; Hıristiyanlarda papazlara, vaizlere, bizde şeyhlere, dervişlere, Bektaşi babalarına kadınlar dayanamazlar.

… ..


Baki zaten küçüklüğünden beri acayipti, psikopattı; kâh süflileşir, ulvileşir, fazilet numunesi kesilirdi. Bana göre o, hâlâ bu iki zıt karakterini muhafaza ediyor. Oturup iblis gibi planlar kuruyor; sonra; fazilet devresine giriyor, samimi bir mistik kesiliyor. Esasen din vecdine kapılmışlarda bayağı hisler çok defa ahlaki ve fikri idealle birleşir.”

… ..

“Kendi telkini altında kalarak inandığı da oluyor; tesirinden kurtulup inanmadığı da… yani ara sıra esiyor, çok defa mantığı galebe geliyor. Kısacası şu: Bildim bileli, küçük yaştan şehvete düşkündü; bu uğurda izzeti nefsini çiğner, küçültmekten çekinmezdi. Anlatabildim mi? … ..

… ..


… .. Karşısındakinin kendisinden bir çıkarı olduğunu, Baki’yi bir sebeple sorduğunu, büyük ihtimalle ya karısının, yahut kocası öldükten sonra sosyete âleminde kabak çiçeği gibi açılan hemşiresinin dalyana düştüğünü sezmişti; … ..

“Hayır,” diye düşündü, “karısı olmayacak; muhakkak ‘Şen dul’ lakabını alan hemşiresi tombul Memhure’dir. Bu kadın razakı üzümü gibi pişkin renkte, dolgun taneli bir salkıma benziyordu; … ..

… .. 


Bunları söyleyen Memhure bir daha baktı. gülümsemesini gizleyemedi. Bakışında şu mana vardı:

“Galiba Allah’a hoş görünmek , kendini sevdirmek için böyle itinalı giyiniyor, saçına, sakalına, elbiselerindeki renk uygunluğuna dikkat ediyor. Doğrusu şık, kibar bir âşık! Bizim bildiğimiz Hak âşıkları kılığa Kıyafete ehemmiyet vermezler; salon adamı tavırları takınmazlar. Şeyh Efendi daha ziyade şatoya misafir gelmiş Fransız asillerine, bir marki veya barona benziyor. Hani, fırsat bulur bulmaz hizmetçi kızı sıkıştıran yaşlı zendost (Kadınlara düşükün, zampara) Fransız tipleri var ya .. onlardan, romanlarda okuduklarımızdan.

Aklından bunları geçirirken Baki, sanki Memhure hepsini yüksek sesle söylemiş de dinlemişçesine adeta cevabını verdi:

“Gönül Allah kâbesidir, bu kâbeyi çul ve çuvalla örtmek hürmetsizlik olur. Suretin sirete uymasında mahzur değil, fayda vardır. Cenabıhakk’a, mahbubu olan Peygamberimizden yakın kim tasavvur edilebilir?  Harabatiliğe cevaz vermezdi; biz onun isrine gitmekten huzur duyarız.”

… ..

… ..

İrfan da hemşiresi gibi aynı dalaletin tesiri altında kaldığından karısının Baki’ye odalık etmesini, sevabı büyük bir vazife sayıyor, fedakârlığa katlanma imanının şartın olarak kabul ediyor ve bunun zevkinde zevklerin adisini değil, dinî mahiyetteki yüksekliğini, hatta nefsine eza etmenin şiirini buluyordu.

Tasavvuf akideleri bilhassa ruh hastalarının işine pek gelir. Bir mürşide en yakınlarını peşkeş çekmekten duyulan acı keyifte bir nevi nefsine eza etmek zevki de vardır. Aynın zamanda yine cinsî ruh bozuklukları arasında yer alan “zillet ve sefilane itaat duygusu” tasavvuf edebiyatında mevcut ve tarikat şeyhlerinin işlerine geldiği için manaları değiştirilmiş nefis terbiyesi ve masivadan tecerrür (soyutlanma) şartlarınma uyuyordu.

Mürşide körü körüne bağlanmak ve ne dilerse yapmak; yapmak suretiyle mertebeyi yükseltmek!

Aşk peygamberi - bu ismi kendisine Baki yakıştırmıştı-... ..

… ..


… ..

Meşrutiyetin ilanından evvelki senelerdeydi, …  

… ..

Sen şimdi ‘talip’ derecesinde bulunuyorsun. Yarın mürit olacaksın; sırasıyla sâlik, sair, tahir, vasıl ve nihayet benim payeme yetişeceksin.”

“O nedir?”

Kutup olacaksın. Lakin önce ‘kırklar’dan biri, sonra ‘yediler’den biri, Belki de arkasından ‘üçler’den biri! Bir de ‘tek’ vardır; biz ona ‘Gavs-i azam’deriz; yani Kutb-ül aktab!”

… ..

… ..

“Hangi oyun o?”

“Hak âşıklığı oyunu! Siz bana düpedüz göz koydunuz, her erkek gibi… üst tarafı yalan, dolan! Doğrusu bu değil mi? Artık açığa vurabilirsiniz…”

… ..

“Samimi konuşunuz, kaçamaklı cevaplardan bıktım.”

Mektupçu bey zevkin son haddine varmıştı. Ne latif bir gün, bir saat, bir sahneydi bu! Neşide farkında olmadan, gizli bir kuvvetin, kadınlardaki sevildiğini dinlemek, kulaklarıyla işitmek, arzusunun tesiri altında konuşuyordu. Hoşlanacağına emin olarak, istenilen cevabı nihayet verdi:

“Evet Neşide! Artık saklamak faydasız… ne yapayım? Çok çalıştım ama yenemedim. Utanarak itiraf ediyorum; iş anladığın gibidir.”

… ..

“Bu bahsi kesseniz! İşitmesinden bile günaha giriyorum gibi üzüntü duyuyorum. Hem lüzumu da yok. Hepsini anladım: İrfan’a beni isteten sizsiniz; elinizin altında olayım diye…”

… ..

… ..

Bir başka kümes hayvanının gözü önünde kesildiğini gördüğü halde kaçıp gitmeyi akıl etmeyen, akşam yerine dönen, sırasını bekleyen tavuk gibi genç kadın da bu korudan Baki’den ayrılamıyordu.

… ..

Bu sarhoşluk kadının en fazla düşkünü olduğu bir içkiden, beğenilmekten geliyordu ve ona en çok yakışan içki de buydu: güzelliğinin övülmesi!

… ..

Onun içindir ki Neşide sevildiğini işitmese de hissetmek ihtiyacıyla oradan gitmemişti. Birçok karışık , kararsız düşüncelerden sonra tekrar Şeyh’in yanına döndü; onu bıraktığı vaziyette, mahcup, müteessir buldu: 

… ..

Öbür hanımlar?”

“Onlar ne oldum delisi… para bol, dert yok, her türlü eğlenceyi tatmışlar, ‘bir de Şeyh’e sarılalım, bakalım, bunun keyfi neymiş?’ diye sakallıyı besleyip duruyorlar. Barlara, sinemalara, balolara gitmekten bıkmışlar, tekke âlemleri istiyor canları! Kaç göç zamanı Kıztaşı’ndaki harap konak da hanımlarla dolardı ama, dışarıda kadınlı erkekli başka eğlence yoktu. Gidip tekkede kurtlarını dökerlerdi, hem de kocalarının rızasıyla!”

… ..

“Benden nasihat; bunlar büyü de yaparlar, manyetizma d, allem edip kallem edip insanın aklını çelerler. Basiretini bağlarlar. Kumpanyadır hepsi! Onun için elini tez tut. Bir defa senin de ar damarın patlarsa bir daha felah (kurtulma, rahata erme) bulamazsın!”

… ..

… ..Üçüncü kadehe başlamıştı ve tuhafı hem içiyor, hem de Allah, Kâbe, zemzem, savm, slât gibi dinle alakalı birçok kelimenin tekrarlandığı bir bahse dalmış, adeta vaaz veriyordu.

… ..

Çoğu muharrir ve özenti edip gibi mektupçu bey de yazılarına fazla kıymet veren ve onlardan harika tesirler bekleyen ”hüsnü kuruntu" sahibi bir adamdı; daha tuhafı genç kadının bunları o okumasından ziyade kâğıtlarına el sürmesinden -tılsımlı imişlercesine- keramet bekliyordu. Zaten Şeyh çok defa gizli kuvvetlere inanır hem maddiyatçı, hem de vehim müptelası şuurunda ve hislerinde kararsız olduğundan aşk nevinden bir heyecana kapıldı mı büsbütün sapıklaşırdı.

… ..

Tekkelerin kapatılmasından sonra yine ikbali ve mevkisinin ehemmiyeti devam etti. Zira Meşrutiyet devrinde İttihatçılara, bu arada “Küçük Efendi” yani Kara Kemal Bey ile onun bankacılık ve iaşecilik grubuna sokulan kardeşi Abdi Rıza devri değişince birçoğu gibi Cumhuriyet Rejimine yamandı. Bu zümrelerden bazıları yeni idareyi büsbütün ellerine almak ihtirasını yenemediler. Darağaçlarında can verdiler.

… ..

Bu konuşma Zeyrek ziyareti dönüşü Melalin yeni getirttiği otomobilde oluyordu. Memlekette demokrasi meylinin epeyce belirdiği, tek parti rejiminin kuyruğunu titretme alameti gösterdiği o günlerde müteahhit Rifat Yazıcı istikbali sezmiş, yeni kurulan muhalif partiye geçmişti. Memhure’ninkerdeşi Ecmel ise memurdu. Amerika’da mubayaa işleriyle meşguldü; göze battığından şayet iktidar partisi düşerse mevkiini muhafaza edemiyecekti.

… ..

“Aklın bulduğuna değil, kalbin duyduğuna aşk denir”

… ..

… .. Mızrak çuvala, aşk ise mantığa sığmaz.”

…..

“Biraz da burada! Zira Şeyh’in beni sevdiği kadar sevilen bir kadın, kendisini seven ifrit bile olsa o erkeği ömrünce gönlünden atamaz, muhabbetini unutamaz. Hayatta ne koca, ne çocuk, ne servet, hiçbir şeyim bulunmasaydı onun bana mukabelesiz aşkı yine beni teselli yeterdi. En büyük tesellim aldanmak değildir. Sevildiğini bilmektir.


*Kadınlar Tekkesi  &  Refik Halid Karay

İnkılâp Kitabevi

İstanbul,2016



*Birun - Vikipedi (wikipedia.org)

*Bîrun[1], Osmanlı saray teşkilatında "dış saray" olarak adlandırılan ve önemli saray çalışanlarının bulunduğu yönetici bölümüdür. Bîrun bölümündeki görevliler arasında yeniçeriler, doktorlar, terziler, bekçiler mevcuttu.


*derun - Osmanlıca Türkçe Sözlük, lügât, لغت (luggat.com)

*Kalbin samimiyyeti ile


*Gülzar - Vikipedi (wikipedia.org)

*Gülzar (Farsça: گلزار), İran'ın Kirman Eyaleti'nde şehir.

*Bir kadın adı. Gül tarlası. Gül bahçesi.


 

*Stoacılık - Vikipedi (wikipedia.org)

*Stoacılık ya da Stoa Okulu, kurucusu Kıbrıslı Zenon olan, Megara okulunun bir kolu olan felsefe okulu. … … 

Stoacılar için insanın temel amacı mutluluktur. Mutluluğa ulaşmak içinse doğaya uygun yaşamak gerekir. Dolayısıyla doğaya uygun yaşamayı felsefi olarak benimsemişler ve dünya vatandaşlığını savunmuşlardır. "Mutluluk, dış koşullara bağlı olmamalıdır" önermesini dile getirmişlerdir. Öğretilerine göre, sosyal varlık olarak insanlar için mutluluğa giden yol şunlarda bulunur: Hayatta sana verileni kabul etmek, zevk arzumuz veya acı korkumuz tarafından kontrol edilmemize izin vermemek, etrafımızdaki dünyayı anlamak için aklımızı kullanmak ve tabiatın planındaki kendimize düşen görevi yapmak ve beraber çalışıp başkalarına karşı dürüst ve adil olmak.



*Sufi metafiziği - Vikipedi (wikipedia.org)

*Vahdet-i vücut

Sufi metafiziği başlıca vahdet (birlik) düşüncesi etrafında gelişmiştir. Öyle ki varlık bir "Mutlak Varlık" ve O'nun aynada yansımalarından oluşan görüntülerden ibarettir. Bu anlayışı açıklayan iki farklı ifade biçimi kullanılır; Vahdet-i vücud (varlık birliği) ve vahdet-i şuhut (görünenlerin birliği). Bazı İslami reformcular bu iki deyim arasındaki farklılığın sadece semantik ve deyimle ilgili olduğunu, özünde bir farklılık içermediğini söylerler. Sufi metafiziğinde diğer dikkat çeken konular hulul, teşkik ve maksut birliği gibi konulardır. Allah ile evren arasındaki ilişkinin tarzı sufiler arasında olduğu gibi, sufi olmayan müslümanlar arasında da tartışılagelmekte olan bir konudur.

 Vahdet-i vücud / Varlık birliği

Tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaratılanın tek ve "bir" olduğunu savunan görüştür.

Sûfilere göre kendiliğinden var olan (kaimun bizatihi) varlık (vücûd) birdir; o da Hakk Teâlâ'nın varlığıdır. Bu varlık ezelidir; çoğalma, bölünme, değişme, yenilenme kabul etmez. Ancak Hak, zatı itibarıyla değil; sıfat ve fiilleri itibarıyla bütün suret ve şahıslarda mutlak olmaktan çıkmaksızın ve asla değişikliğe uğramaksızın tezâhür ve tecellî etmektedir. İçinde farklılıklar ve değişme barındıran tüm evren ve içindeki canlı ve cansız her unsur, ancak O'nun varlığı ile ayakta durmaktadır.

… ..

*VAHDET-i VÜCÛD - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)

*... …




*Melamilik - Vikipedi (wikipedia.org)

*Melamîlik 8. yüzyılda Samanîler devrinde Horasan, İran’ında faaliyet gösteren bir sufi topluluktur. Melamet kelimesi, "kınanmışlık; itab ve serzenişlik; rezillik ve rüsvaylık" anlamlarına gelmektedir.

Melâmet veya Melâmîlik, bir mezhep veya tarikât değildir. Melamî,’ Arapça "sövme", "yerme" anlamına gelen "levm etmek" fiilinden türetilmiştir. Melamîlik, bugünkü modern tarzda tüm dünyada yaşanan dini anlayışı asırlar öncesinde savunan düşünce akımıdır, aynı zamanda bir duruş, felsefe ve anlayıştır.

… ..


*Tay kabilesinin reisidir. Babası Abdullah o henüz çocukken ölmüş, kendisini zengin ve cömert bir kadın olan annesi Guneyye (Inebe) bint Afîf yetiştirmiştir. Hâtim’in cömertliği, aşırı harcamalarını engellemek için kardeşleri tarafından hapsedilecek kadar iyilik sever olan annesinden gelir.

… …

Bu menkıbelerden birine göre henüz çocukken bir gün develeri gütmeye gönderilen Hâtim, ikramda bulunacağı birini ararken bazı süvariler yanına gelerek misafir için yemeği olup olmadığını sorarlar; o da, “Develeri gördüğünüz halde hâlâ misafir için yemek mi soruyorsunuz?” der ve onlara üç deve ikram eder. Bu süvariler, Hîre Hükümdarı Nu‘mân b. Münzir’e gitmekte olan zamanın ileri gelen şairlerinden Abîd b. Ebras, Bişr b. Ebû Hâzim ve Nâbiga ez-Zübyânî olup söyledikleri şiirlerle Hâtim’i methederler. Bunun üzerine Hâtim develerin tamamını aralarında bölüştürür; üç şairin her birine doksan dokuz deve düşer.


*

10 yorum:

  1. Manevi duyguları bir ustanın aletlerini kendinden emin olarak kullandığı gibi kadınların zaaflarını sabırla istismar eden Şeyh Baki….

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Her dönemin kendi Şeyh Baki’leri olduğunu hatırlıyoruz…

      Sil
    2. Her nedense Adnan Oktar ismi, birden hafımızdaki yerinden çıkarak televizyon ekranlarındaki yüzü ile kendini hatırlatıyor.

      Sil
    3. Kurbanları için kurduğu tuzakları sabırla kurguladığı, zamanı ustaca kullandığı, tasavvuf kokulu şiirlerle desteklenen, sanat ve din karışımı kumpasları olgunlaştırdığı, şartların olgunlaşmasını beklediği bir dizi kurgu sonunda; muhatabının neredeyse kendi rızası ile kapana girmesini sağladığını görüyoruz…..

      Sil
    4. Aslında, kurbanlar olan bitenin farkındalar. Ancak süreç içinde bağımlılık yapan ve artık içine düştükleri ortamdan kurtulmak bile istemeyecek hale geldiklerinde, Şeyh Baki’nin kullanışlı aparatları olarak kaderlerine razı olmuş gibi görünmeyi ve sürüklendikleri sona doğru adım adım ilerlemeyi kabullenmiş görünüyorular…

      Sil
  2. Şeyh Baki’nin ne kadar şeyh olduğunu ya da olmadığını tuzağına düşürdüğü kadınlar, olup bitenleri açıkça görmelerine, şahit oldukları ve sadece zengin dul kadınlar değil aynı zamanda evli bekâr farketmeksizin genç hanımların da açıktan kullanıldığını görmelerine rağmen tuzak içinde debelenmeleri…. okucuda, kitabın sonu ne olacak merakı uyandırıyor.

    YanıtlaSil
  3. Bir nefeste okunabilecek kadar sürükleyici bir öykü. Günümüzde hâlâ benzerlerine şahit olduğumuz dini duyguların istismarı başta olmak üzere Meşrutiyet yıllarında başlayıp çok partili hayata geçişe kadar olan zaman diliminde İstanbul ve Anadolu'daki sosyal yapı anlatılıyor.....

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Refik Halid Karay'ın bu kitabı, film ya da dizi haline getirilebilecek potansiyele sahip. Gelecekte, tozlu raflardan çıkarılarak hak ettiği yeri alabilecek mi merak ediyorum.

      Sil
  4. Refik Halid Karay 1965'te vefat etmiş. Romanın bazı bölümleri sanki bu günü anlatıyor. Her devrin iktidarına yamanan ve nemalanan, dini istismar etmeyi bilen gözü dönmüş ihtiraslı tipler...

    YanıtlaSil
  5. Romanın son paragrafının yorumunu kadınların ağzından dinlemek isterdim:

    “Biraz da burada! Zira Şeyh’in beni sevdiği kadar sevilen bir kadın, kendisini seven ifrit bile olsa o erkeği ömrünce
    gönlünden atamaz, muhabbetini unutamaz. Hayatta ne koca, ne çocuk, ne servet, hiçbir şeyim bulunmasaydı onun
    bana mukabelesiz aşkı yine beni teselli yeterdi. En büyük tesellim aldanmak değildir. Sevildiğini bilmektir.

    YanıtlaSil