18 Nisan 2023 Salı

Çağdaş Kırgız Öyküsü*

A.Sıdıkov

Kırgız Hikâyesine Kısa Bir Bakış

Sovyetler Birliği’ne dahil oluncaya kadar ki yıllarda Kırgız edebiyatı, genel olarak diğer Türk halklarının çoğunda olduğu gibi sözlü edebiyat şeklinde devam etmekteydi. Bu edebiyettürüne en güzel örnek dünya çapında yaşayan en büyük destan olan Manas Destanı’ydı. Bu destanı Manasçılar söylemekteydi ve her bir Manasçının kendine ait bir varyantı vardı. ‘Akın’ denilen halk ozanları ise daha kısa ve genelde Kırgızların günlük hayatından kesitleri, kahramanlık hikâyelerini içeren destanları, kendileri üreterek ya da eskileri dilden dile aktararak söyleye gelmekteydi. Çoğunlukla Kırgız milli çalgısı olan kopuz eşliğinde söylenen bu destanlar ve Kırgız halk şarkıları kayıt altına alınmadığı, yazıya dökülüp saklanmadığı için bir süre sonra unutuluyordu. Bu nedenle Kırgız edebiyatı her ne kadar zengin bir kültürel, edebî mirasa sahipse de 20. yy başlarına kadar çok fazla gelişememiş ve dünya edebiyatında hak ettiği yeri alamamıştır.

1910’lu yılların  sonunda özelde Kırgızistan’da genelde Orta Asya’da meydana gelen siyasî hayattaki çalkantılar, edebî hayatı da etkilemiştir. Bu anlamda Çarlık Rusyası’nın içerisinde esen değişim rügârları, kolonisi olan Orta Asya'yı da içine alarak etkili olmaya başlamış; 1917’de kurulan Sovyet Rusya’nın edebiyatı, Kırgız edebiyatında da değişmelere yol açmıştır. Ancak asıl etki, 19120’li yıllarda görülmeye başlanmıştır. Ekim Devrimi ile uzun yıllardan beri devam eden günlük yaşayışın değişmesi beraberinde edebî hayatı da etkilemiş ve değiştirmiştir. Kısa süre içinde birçok gazete ve dergi öncelikle yeni sistemin propagandasını yapmakla birlikte Kırgız edebiyatının yazılı türdeki ilk örneklerinin de sergilendiği yayınlar olmasıyla ayrı bir önem arz etmeye başlamışlardır. Böylece çağlardan beri devam eden Kırgız halk edebiyatına, yazılı edebiyat da eklenmiştir. Doğal olarak edebiyatın çoğu türündeki örnekler bu yıllarda yeni ideolojiden etkilenerek ortaya çıkmıştır.

1920’li yıllarda profesyonel anlamda Kırgız nesir edebiyatı Kasımali Bayalinov’un Acar Adlı ilk eseriyle başlamıştır. 1927 yılında basılan bu hikâyede konu, 1916 yılında Kırgızistan'da Çarlık Rusya’sına baş kaldıran ancak alınan yenilgi neticesinde baskıyla Çin’e gerçekleşen Ürkün (Ürkme) adlı kaçış sırasında

Kırgız emekçilerinin başından geçen olayları ele almakta ve derin bir hümanizmi barındırmaktadır.

Başkahraman Acar, cahillik ve eski sistemin bağnazlığı ile mücadele ederken yeni sistemin temellerinin atılması için kendini kurban eder. Bu eser kısa süre içinde sadece Rusçaya değil, İngilizce, Fransızca, Almanca ve Çek dillerine de tercüme edilen ilk eserlerden biridir. 1924 yılında Kazakistan’ın Cas Kayrat (Genç Gayret) dergisinde Kasım Tınıstanov’un Köl Ceeginde Maariam Menen (Göl Kıyısında Mariyamla) adındaki hikâyesi yayımlandı. 1928-1929 yıllarında Sıdık Karaçev’in Erksiz Kündördö (Tutsak Günlerde), Erdik Tanı (Yiğitlik Tanı) adındaki hikâyeleri yayımlandı.

… ..

Alıcı Kuş

Kara Kedi

Öfkenin Sonu

Uğurlama

Baskın

Mamırov ve Otuz Som

Kötü Adet

Siperdeki Sürpriz

Anneliğin Gücü

 Yaşlı Kadının Aşkı

Memleket


Uzakta Kalan Oğul

Şişkin beyaz çehresine ince siyah bıyığı oldukça yakışan subay Aleksey Kaparov, Manas Havaalanına indi, Kırgızistan toprağına ilk kez ayak bastı. Uyuşmuş bedeni üzerinde bir süre bekleyip çevresine şöyle bir baktığında, vadiyi korumak ister gibi  bir uçtan bir uca çevrelemiş karlı dağları gördü.Bir müddet kımıldamadan öylece durdu. Etrafından gelip geçen  insanların yüzlerine göz gezdirdi. Çocukluğunda hakkında annesinden bir şeyler duymuştu ama o zamana kadar Kırgızlarla yakından tanışma imkânı olmamıştı. Gençliğinden beri ömrünün tamamı SSCB’nin batı sınırındaki karakollarda geçmişti.

Kara saçlı, kara gözlü ağırbaşlı Kırgızlar onun gözüne ilk bakışta, kimseyi tanımamasına rağmen sıcak göründü. Aleksey’de onların her biriyle konuşma  isteği doğdu, Kırgızlara ait birçok şeyi öğrenmek istedi, fakat öyle yapamadı. Çünkü havaalanına iner inmez yolculuk sırasındaki morali biraz bozulmuştu.Aradığını bulması için OŞ şehri tarafına gitmesi gerekiyordu. Havaalanı görevlilerinin bazıları: “Bişkek'e boşuna uçmuşsunuz, Moskova’dan direk Oş’a uçsanız da olurdu. Bugünden itibaren Oş’ta sis olduğu için uçuşlar durduruldu” dediler. BU durum onun içindeki sıkıntıyı daha da artırdı. ‘Ta uzaklardan bunca yol kat ederek geldiğim iş acaba olur mu olmaz mı? 6000 km yolu büyük ümitlerle gelmemin karşılığı olarak olumsuzluklarla karşılaşmadan, üzüntüye kapılmadan geri döner miyim acaba?’ dedi. Bu sıkıntısı yüzünden biriyle oturup konuşmaya taakti bile kalmamıştı.

Aleksey havaalanında iki  gün kalmasına rağmen , gündüz şehri gezip görme imkânı olmadı. Çünkü ‘uçak bir iki saate kalmaz uçar’ dediü, büyük bir sabırla bekledikçe vakti habire uzatmalarından dolayı hep havaalanında kalmış, böylece ha uçtu ha uçacak diyerek beklemekle geçmişti zamanı. Bundan dolayı da bu iki gün ona iki yıl gibi geldi, siniri iyice geri

lince kendi kendine söylenmeye başladı: !Başka işim yokmuş gibi ta buralara niye geldim? Neyi arıyorum? Kırk üç yaşıma kadar kafam sakin değil miydi, bu halim iyiye mi delalet?” dedi., kendi kendine kızarak.

Kırgızıstan’a beklenmedik bir anda gelişinin sebebini hatırladı: En yakın dostu subay Muraveyka’nın şakayla karışık söylediği sözünden dolayıböyle bir yolculuğa girişmişti. Alına Beyaz Rusya’nın batısındaki küçücük bir şehirde arkadaşlarıyla oturdukları an geldi. On dört kişiydiler: Üç subay ve ak saçlı asteğmen İvanov. İşte sonra günün yorgunluğu ile şakalaşarak sohbet ediyorlardı.Restoranın ön salonundaki orkestranın kulak patlatırcasına çaldığı müzikten, konuşulanlar neredeyse duyulmuyordu. Nasıl olduğunu bAleksey o anda tam hatırlayamadı ama bir ara söz döndü dolaştı oradakilerin milletine geldi: Beyaz sarı saçlı asteğmen İvanov Rus, şişman subay Pavliçka Ukraynalı, cılız ve zayıf Muraveyka ise Belarısyalı’yım dedi. Aleksey Kaparov da pasaportuna yazılanı söyledi: “Belarusyalı’yım dedi. En yakın dostu zayıf Muraveyka her zamanki gibi kıs kıs güldü, Aleksey’le dalga geçti:

-Haydo oradan, sen nereden Beyaz Rus oluyosun? Sen Türksün

İvanov’dan başka hrerkes kahkahayla gülmeye başladı. Duyduklarından dolayı Aleksey’in tüyleri diken diken olup sarardı. Bunu fark eden uyanık İvanov da lafa karıştı:

-Neden inanmıyorsun? dedi. Muraveyka’yla alay eder gibi. Fakat sarhoş Muraveyka onun alay ettiğini anlayamadı. O ise dostu Aleksey’i daha fazla sıkıştırmamak için çabaladı: 

-Bakın, yoldaş subay, Aleksey’in gözleri, kaşları, saçı simsiyah, yüzü yassı… Türk değilse kim peki?

-Yeter! İvanov eliyle masaya vurdu.

-Muraveyka ancak o zaman duraladı, Aleksey’in yüzüne dikkatle baktı: Beyaz cehresini üzüntü kaplamıştı.Hatasını anlamıştı; hızlı bir şekilde yeniden gülerek kalktı, kendini affettirmek istercesine Alkesey’i kucakladı. Fakat biraz önceki sarhoşluğun etkisiyle beliren ateşli halleri, su serpilmiş de sönmüş gibi sessizliğe büründü. Çünkü Aleksey’in iç dünyası taş kesilmiş, konuşmaya da gülüp şakalaşmaya da isteği kalmamıştı. Nunu anlayan İvanov:

-Hadi çocuklar, herkes evine, dağolalım! diyerek yerinden kalktı.

Biraz önceki gereksiz ve yersşz şakası yüzünden dostu Aleksey’i üzdüğüne pişman olan Muraveyka, Aleksey’e uzun süre eşilik etti, sonra elini sıkıca tutup vedalaştı. Bu sırada Aleksey, Muraveyka’ya da fazla aldırmadı. "Gerçekten de benim babam kim? Niçin  onu bu yaşıma kadar öğrenmek için çaba göstermedim.” o bir yana, biraz önce Muraveyka’nın, “Türksün” demesinin altında yatan: “Sen nereli olduğu belli olmayan bir Türkün kanındansın. Nikâhsızsın. Baban belirsiz. Annen meçhul bir serseriden doğurdu.” “Yani beyaz Rusum demeye hakkın yok.” der gibi söylediği sayısız yakıştırmalar Aleksey’in beynine çivi gibi çakılıp kaldı. İçindeki bu düşüncelerle Aleksey dengesini kaybedip sendeleyerek gitti.

Aleksey her gün yapmayı alışkanlık haline getirdiği gibi önce 12 yaşındaki kızı Nataşa’nın, sonra 8 yaşındaki oğlu Sereja’nın yattığı odaya girdi, uyuyan çocuklarının alnından öptükten sonra, iyice kilo alan karısı Tatyana’nın odasına girmek yerine doğrudan beyaz saçlı annesi Mariya Federovna’nın yattığı odaya girdi.

-Anne … Kalk! Giyinip mutfağa gel, dedi.

Ne oldu, kurban olduğum? Her şey yolunda mı? dedi annesi tedirgin bir şekilde ak saçlı başını yastıktan kaldırarak.

-Oldukça önemli bir konu var…

Annesi gelene kadar Aleksey askeri elbisesini de çıkarmadan, sandalyeye çökerek düşünceli bir halde oturdu.

Mariya Federovna gelince onu karşısına oturttu ve söze nerden başlayacağını bilmemenin sıkıntısıyla bekledi.

-Mesele neydi, Aleşa? dedi solgun yüzünün kanı kaçmış olan annesi.

-Anne, dedi üzüntüye yenilmiş Aleksey. Çoktandır kafasını kurcalayan meseleye can alıcı yerinden girdi:

-Benim babam var mı, yok mu gerçeği söyle?

-Ne demek istiyorsun, oğlum? dedi Mariya Federovna irkilerek: Onun kırışık, solgun yüzü daha da solgunlaştı, ak saçlı başı sallandı. Yaşlı kadının dili damağı kurudu, konuşamadı.

-Bazıları “senin baban yok” diyerek dalga geçiyorlarmış.Yaşlı kadının başı ile beraber elleri de titredi, gözlerinden yaş akmaya başladı. O şiki avucuyla kırışık yüzünü kapatarak hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Daha sonra yaşlı gözleriyle oğlunun yüzüne bakarak sakin bir şekilde konuştu:

-Senin baban var oğlum! O, Kapar adında bir Kırgız’dı. Birbirimizi sevmiştik. O zaman Bryansk ormanlarında partizanlığın ağır şartlarına alışmaya çalışıyor, başımıza gelen türlü dertler çekiyorduk.İşte o zor duruma aldırmadan, birbirimizi çok sevmiştik. Partizanlar, Kapar ile ikimizi evlendirerek  düğünümüzü yapmışlardı. Özel yemekler hazırlamışlardı. Partizanların müfreze komutanı yüzer gramdan ispirto içmeye izin vermişti. O komutan bizim nikâh kâğıdımızı da kendi elleriyle imzalayıp vermişti.Aradan birkaç gün geçer geçmez, babanı birçok seçkin partizanla birlikte bir göreve gönderdiler. Kapar, gözünü daldan budaktan sakınmaz kahraman biri olarak partizanlar arasında dillerde dolaşan biriydi. Onlar gittikleri bu son görevden dönmediler. Marita Feodorovna yine buruşmuş elleriyle yüzünü kapatarak ağladı, sonra gayretle başını kaldırdı. Nikâh kâğıdımı ormandan ormana kaçarken kaybettim. Yaşlı kadın uzun bir süre sessiz kaldı sonra tekrar devam etti. Sen partizanların mücadeleci zamanında doğdun. Komutanın emriyle beni köyün birinde tanımadığım bir kadının evine götürüp bıraktılar. İlk önce süt müt bulup vererek seni öldürmeden besleyip büyütmem gerekiyordu… Çünkü o köy Almanların elindeydi. Oradaki çektiğimiz cefayı, açlığı öğrenip de ne edeceksin? Yaşlı kadın gözyaşlarını sildi. “Çok geçmeden bizim partizanların olduğu ormana faşistler bütün güçleriyle yüklenerek hepsini bozguna uğratmış, sağ kalanları oradan kovmuşlar. Böylece ben hepsinden, babandan da, bana yakın partizanlardan da ayrılıp yalniz başıma kaldım.”Yaşlı kadının gözyaşı daha çok akmaya başladı. “Bu bahatsızlığımızdan dolayı ben de baban da suçlu değiliz. Bunda tamamen o nalet savaşın suçu var. Acımasız savaşın, bunu anlıyor musun, sevgili oğlum?”

Aleksey başını eğdi, sustu. Sonra konuşmaya çalıştı. Ama nedense, boğazı tıkandı, dilki kuruyup kaldı. Zorlukla söze başladı:

-Bunun hepsi gerçekse… Aleksey sözünü bitirmeden, yaşlı kadın sözü onun ağzından aldı:

-Şüphe ediyorsan, ben o bizim düğüne katılan partizanları bulurum. Birçoğunun isimleri, soyadları hâlâ aklımda.

Aleksey güvenmeme düşüncesinden dolayı acele ile:

-Peki, anne, inandım. Bana partizanların şahitliği etmez, benim şimdi babamı bulmam gerek, dedi.

Yaşlı kadın düşünceli bir halde durdu, sonra:

-Fakat baban o görevden sağ dönmüş müdür? Sağ kalmış olsa da, savaşın uzun sürmesi…

-Belki de akrabaları falan vardır.

-Olsa bile… Fakat ben onun memleketinin adresini de kaybettim. Kapar’ın soyadı yanılmıyorsam Rahmanov ya da Rahimov’du.

-Ne olursa olsun benim onu bulmam gerek.

Aleksey bir yıl boyunca Koruma Bakanlığı’nın merkez arşivi başta olmak üzere farklı makamlara rica ederek babasına ait olabilecek bir adres buldu. “Adresi bulursam yazarım” diyordu Aleksey. Fakat öyle olmadı: Adres eline geçtikten sonra içinden bir his onu öz babasını bulmuş gibi bir sevince gark etti, türlü düşüncelerle gceleri uyuyamaz oldu. Tam o sırada yıllık izne ayrılmıştı, fırsattan istifade ile Orta Asya’yı, Kırgızistan'ı görme isteği daha da artmaya başladı. Böylece, o hiç beklemediği bir zamanda uzun yola seyahate çıktı.

Aleksey  öz babasını aramaktaydı. Fakat içinde korku da vardı. O zamandan bu yana kırk üç yıl geçmişti. “Babam” dediği adam aradaki olayları, geçenleri unutmuştur. “Ben hiçbir şeyi bilmiyorum. O zamanki zor şartlarda birçok işnsanla birlikte yaşadık, türlü insanlara rastladık.Onların hangi birisi hatırda kalır ki? Geçen geçti, giden gitti.” diye dönüp giderse ne yaparım? Yoksa vakit varken buradan geri dönüp gitsem mi? Bu yaşıma kadar böyle yaşayıp gelmedim mi? Durduk yere şimdi niçin kendi huzurumu bozdum ki?”


***


Subay Aleksey Oş havaalanına varır varmaz orda vakit kaybetmedi, hemen bir taksi tuttu ve elindeki adrese doğru yola çıktı. Sarı taksi, uçsuz bucaksız pamuk tarlalarını, bahçelerle çevrili köyleri geçip ardından tozu dumana katarak hızla yol aldı. Aleksey yabancısı olduğu çevreye düşünceli gözlerle bakmaktaydı. Bir köyü geçmek üzerelerken , kıvırcık saçlı taksi şoförü


arabasına su koymak için biraz durdu. Tam bu sırada yola yakın bir avludan elli altmış ihtiyar birbirinin ardı  sıra çıktı. Bazılarının başında beyaz sarık sarığı vardı. “Benim babam da tam bunlardan biri gibi olmalı…” düşüncei Aleksey’in aklına geldi.

-Bu ihtiyarlar niçin burada toplanmışlar? diye şoföre sordu.

-Bugün günlerden Cuma. İhtiyarlar namaz kılmak için toplanmış olmalılar!

Aleksey buna şaşırmadı. Kendisinin görev yaptığı küçük şehirde kilise vardı. Hıristiyan dinine inanan yaşlı kadın erkekler karışık bir şekilde tatil günleri kilisede dua etmek için toplanırlardı. Bu arada Aleksey’in anlayamadığı bir şey de ihtiyar erkeklerin arasında bir tane bile kadının olmamasıydı.

-Bir tane bile kadın görünmüyor?diye sordu.

-Ee, dostum, şoför beyaz dişlerini göstererek cevap verdi. Bilmiyor musun? Müslüman dininde kadınlar Cuöa namazı kılmazlar. Bunun için de bugün kadınlar camiye gelmezler. Şoför gülerek işini bitirdi ve yola devam ettiler.

Taksici daha sonra hiç durmadan sürdü ve Aleksey’i kâğıtta yazan adresteki köye ulaştırdı. Fakat taksiciyi bırakmadı. “Biraz bekle” dedi. Çünkü Aleksey’in içindeki korku onu habire sıkıştırıyor, sanki bşir şey boğazını sıkıyordu. Eğer aradığı adam omuz silkerek “seni tanımıyorum” derse, tekrar bu taksi ile dönüp Oş’tan Moskova’ya uçacak olan uçakla memleketime giderim, diye düşünmüştü. Aleksey bavulunu alıp yolun kenarına bıraktı ve etrafına bakınmaya başladı: Köy türlü ağaçölarşa kaplıymış. Yolda oraya buraya gelip gidenler tek tüktü…

Aleksey epey bir süre sonra yoldan geçen birisine sordu:

-Kapar Rahmanov adlı ihtiyarın evi hangisi? Dağınık saçlı yiğit sakin bir şekilde ileriyi gösterdi:

-İşte orada, Kapar amca bahçesini sulamakta…

Aleksey bembeyaz sakalına rağmen oldukça gayretli görünen ihtiyarı fark etti. Biraz duraladı. Sonra varıp dış kapı yerine koyulan çiti tutup seslendi:

Hey! dedi adını filan söylemeden.

İhtiyar başını kaldırarak güneşten yanmışesmer alnına nasırlı elini koyup yol tarafına baktı. Askeri elbiseli adamı görünce, geçen seferki polis olmalı diye düşündü. Geçenlerde burada iki sarhoş kavga etmiş, birisi diğerinin başını taşla yaralayınca, polisler ihtiyar Kaparı şahit olarak sorguya almışlardı.

İhtiyar: “Baş belası, o sarhoşları neden ayırdım sanki.” diyerek kendi kendine  homurdandı yola çıktı.

Aleksey yuvarlak çehreli ihtiyara doğru biraz yürüdü ve durdu. İhtiyar da durdu. Aleksey söze en can alıcı yerinden başladı:

-Siz Kapar denen adam mısınız?

-Evet, dedi üstünü başını silkeleyen beyaz  sakallı ihtiyar.

-Soyadınız Rakmanov değil mi?

-Evet.

-Siz, 1942 yılında Bryansk ormanlarında partizanlık yapmış mıydınız?

-Evet. İhtiyar canlanır gibi oldu, merakı iyice arttı.

-Mariya adlı Belarus kızı ile tanışıyor muydunuz?

-Mariya, Mariya… Mariya…

İhtiyar birkaç kez bu ismi tekrarladığının farkında olmadı, sesi kesildi. Tanışmak ne demek, ben onunla evlenmiştim! Karlı kış günlerinde, nöbet tuttuğumuz zor şartlarda tanışmıştık. Partizanlar bizi evlendirmiş, düğün yapmışlardı. Zavallı Mariyam! Ben daha sonra ayrı düştüm. İhtiyar yutkunup afalladı.

-O mariya’nın sizden üç aylık hamile kaldığını da biliyor muydunuz?

-Elbette! Üç aylık hamile olduğu doğru. Altın kalpli Mariyam… Acaba ne yaptı_ Zor çocuğumuzu sağ salim doğurabildi mi? İhtiyarın gözyaşı farkında olmadan boşalıverdi. İhtiyar belinde ki kuşağı çözerek yüzüne bastırdı, gözyaşlarını durdurmaya çalıştı. Aleksey’in de içi bir şelale gibi gürlemeye başladı, burnu sızladı:

-İşte o Mariya’nızın üç aylık hamile olduğu çocuğunuz benim!

-Aaa! İhtiyar kendinden geçercesine bağırdı. Sonra Aleksey’e atıldı., boynuna sıkıca sarıldı. Yüzünü, alnını öperek bağrına sıkıca bastı, kokladı. İhtiyarın gözyaşları Aleşa’nın yüzüne damlamaktaydı.”Kurban olduğum! Oğlum! Oğlum!



Kızıl Dağ’daki Kavga

Fırtınalı Gün

Tarlada Tay Bitmiş

Penceredeki Kız

Akimbay




*Çağdaş Kırgız Öyküsü &  Editör: Hüseyin Su

Hece Yayınları

Birinci Basım: Şubat 2014


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder