31 Temmuz 2023 Pazartesi

Sefiller *


 Mösyö Charles-François-Beienvenu Myriel,1815 yılında Digne Piskoposu’yken yaklaşık yetmiş ‘deki yaşında bir ihtiyardı. 1806 yılından beri Digne’deki bu görevi yürütüyordu.

Sözünü edeceğimiz ayrıntı anlatacaklarımla uzaktan yakından ilgili değil belki ama piskoposluk görevine getirildiği sırada hakkında kulaktan kulağa fısıldanan, aslına bakılırsa hepsinin doğru olması mümkün olmayan çeşitli söylentiler ve dedikoduları aktarmanın gereksiz olduğunu da iddia edemeyiz. Doğru ya da yanlış, bir insan hakkında söylenenlerin o insanın hayatında ve çoğunlukla da kaderinde, yaptıklarından daha çok etkisi vardır.

Mösyö Myriel, Aix Parlamentosu üyelerinden birinin oğluydu, yani soylu bir aileden geliyordu. Oğlunun kendi yerine geçmesini hayal eden babasının onu genç bir yaşta, on sekiz ila yirmi yaşları arasında evlendirdiği söyleniyordu. Bu parlamenterlerin aileleri arasında oldukça yaygın bir âdetti. Söylentilere bakılırsa, Charles Myriel hakkında, evlendikten sonra çok sayıda hikâye dolaşmıştı. Oldukça kısa boyuna rağmen zarif, kibar, esprili, göz alıcı bir delikanlıydı. Hayatının ilk döneminin önemli bir kısmını sosyete ve eğlence dünyasında geçirmişti.

28 Temmuz 2023 Cuma

İzlanda Balıkçısı*

Breatagne bölgesindeki Paimpol kasabasında her avlanma mevsimi öncesinde hummalı bir çalışma vardır. Denizcilerin muşamba giysileri, lodos şapkaları dikilir; oltaları onarılır, yanlarına alacakları erzak hazırlanır… Yıl ikiye ayrılır: balıkçıların kasabada olduğu aylar ve denize gittikleri zamanlar… Onlar yokken ne kadar kaygılı bir bekleyiş egemense döndüklerinde de o kadar mutluluk vardır ( ya da dönemeyenlerin kasabanın üzerine çöken matemi)...


Romanın fonunda bir balıkçı kasabası olsa da İzlanda Balıkçısı üç aileye odaklanır: Kuşaklar boyu denizci olmuş Gaos’lar, Moan’lar zengin bir aile olan Mevel’ler… Gaos’ların yakışıklı ve mağrur oğlu Yann, Mevel ailesinin güzeller güzeli kızı Gaud, yaşlı büyükannesiyle yaşayan Yann’ın yakın arkadaşı Sylvestre. Maud ile Yann arasında uzaktan uzağa süren aşkın tek engeli, aralarındaki sınıf farkıdır. “Paris görmüş” Gaud aşkı için her şeyden vazgeçmeye hazırdır ama Yann’dan umduğu karşılığı göremez. Yann ise kendisinden katbekat  zengin bir kıza olan aşkını bir türlü açığa vuramaz.


Denize dair bütün kitaplarda olduğu gibi başkahraman denizdir… Deniz hem hayatın hem de ölümün sebebidir. Her zaman son sözü söyleyendir…. 

… ..

Deniz ve salamura kokan, loş bir bölmede dirsek dirseğe vermiş içen irikıyım beş kişiydiler. Boylarına göre oldukça alçak olan bu barınak, içi boşaltılmış (ilk paragraftan itibaren romanın anıtsal kurgusuna hazırlık niteliğindeki bu hayranlık uyandıran “İçi boşaltılmış martı” imgesinin altını çizmemek elde değil. Balıkçı gemisinin “barınağı” (daha şimdiden “burada yatıyor” cümlesinin yankısı olarak işittiğim) o andan itibaren içi boşaltılmış bir beden gibidir. Denizciler bedensel bir kılıfın boşluğunda yaşamaktalar-YN) büyük bir martı gibi uzayarak uca doğru daralıyordu; tekdüze bir sızlanmanın eşliğinde, uyku yavaşladığında hafif hafif sallanıyorlardı.

Dışarıda deniz ve gece olmalıydı fakat bulundukları yerden pek anlaşılmıyordu: Tavana açılmış tek açıklık, tahta bir kapakla kapatılmıştı; adamaları, yukarıdan sarkan lambanın titreşen ışığı aydınlatıyordu.

Bir mangalda ateş yanıyor; kurumakta olan ıslak elbiselerinin üzerinde tüten buharlar, kilden

21 Temmuz 2023 Cuma

Denemeler*

… .. Stefan Zweig ölmeden kısa bir süre önce 1942’de Montaigne hakkında şunları yazmıştır:


“İleri görüşlülüğüne ve ruhunun derinliklerine kadar onu sardsan merhametine rağmen insanlığın zaman zaman içine düştüğü çılgınlık dönemlerinden birine tanık olmak zorunda kaldı. Montaigne’nin hayatının asıl trajedisi budur.”


Farklı kültürlerin kanunlarını, ahlakını ve dinlerini kabul etmeyi bilen Montaigne tam bir hümanizm taraftarıdır. Ama yine de yazıları Rönesans’ta pek rastlanmayan bir karamsarlık ve septisizm içerir. Septisizim, stoacılığı vr kişisel deneyimlerini karıştıran Montaigne, gerçek bir yaşama sanatı icat etmiş bir bilge olarak kabul edilir.


Denemeler’i okuyan bir insanın durup kendine bakması, kendini ve hayattaki amaçlarını sorgulamaması neredeyse mümkün değildir:


“Gerçekten başkaları için değil, kendi için düşünen, düşüncelerinin dökümünü yaparken onları hiç art niyetsiz tartan, genişleten, eleştiren bir adam. Montaigne'i okurken şüphe etmek, demir dövmek kadar zor iştir.

Alain, 1920


“İlk olarak 1580’de iki kitap halinde yayımlanan Denemeler’in üçüncü cildi, 1588’de yayımlanmıştır. Ama Montaigne ölümüne kadar eserini düzeltmeye, eklemeler ve çıkarmalar yapmaya devam etmiştir. Bu yüzden kitabının her baskısı birbirinden farklıdır.

107 bölümden oluşan bu üç kitaplık eseri seçmeler halinde yayımladık. Uçsuz bucaksız bir dünyada gezinen bu kitabın en önemli özelliklerinden biri de okuyucunun okumaya baştan başlamasına gerek olmamasıdır.

19 Temmuz 2023 Çarşamba

Tesla*

Bu dünya nedir?

Peki ya varoluşun amacı nedir?

Bu gibi sorular Milutin Tesla’nın kafasının içinde kedi yavruları gibi oynaşırken , kendisi o son, korkunçsoryya takılıp kalmıştı: Ne nedir? Tam bu noktadarahibin düşünceleri sustu ve başı dönmeye başladı.

İnsan beyni pragmatiktir; bir nevi makine esasında, diye bir neticeye vardı Milutin. Yayı alıp enstrüman gibi çalabilirsin fakat aynı şeyi testereyle yapamazsın. Testere ağaç kesmek içindir.

Öğrencilerine tereddüt etmeyi bırakıp karar vermeleri gerektiğini söyledi. “Mesela ben, askeri okulu tam da mezun olmak üzereyken bırakıp rahip olmayı seçtim,” dedi

Milutin’in ilk görev yeri, çoğu Sırp destanında bahsi geçen rüzgârlı şehir Senj’deki bir kiliseydi. Oradaki cemaatine,”Sizden ricam - ki bu sizin hayrınızadır- görgü fukarası olmayın. Sizler, kendilerine sağduyu bahşedilmiş insanlarsınız. Bu nedenle, ilerleme ruhunu kucaklayın. Özgürlüğe ve kardeşliğe odaklanın, “deyip durdu.

Cemaat ise rahiplerinin kendilerini aydınlatmaya yönelik çabalarını görmezden geliyordu. Onu iç bayıltıcı vev bilhassa da gülünç olmasından yakınıyorlardı. Onlara kalsa rahibi rahasızlıklarının sorumlusu yine kendisiydi; bunu bahane ederek onu kovmak istediler. Rahip ise onlar gibi insanlarla muhatap olmanın herkesi hasta edeceği cevabını verdi.

“Sizce burada olmanın bana bir getirisi var mı?” diye sordu onlara iğneleyici bir şekilde. “Besarabya’ya taşınsaydım daha kötü durumda olmazdım!” dedi.

Fakat Baserabya yerine Lika’daki Smijan köyüne tayin edildi Peder Milutin. Burada kaldığı süre boyunca ölüm döşeğindekilere son dualarını etmek için atına atlayıp gitmekten hiçbir zaman geri durmadı, kurtların gözüyle aydınlanan kış gecelerinde dahi… Uzun bir yolculuğun ardından, vizon mantosunun üzerinde biriken karları silkeleyerek hasta adamın kulübesine girdi. Yatağa yaklaşıp ölüm döşeğindeki adama doğru eğilerek alçak bir sesle, “Şimdi kalbini bana açabilir ve omuzlarındaki yükün ne olduğunu

çocukluğum*

18 Ağustos’un 12’siydi. Harika armağanlar aldığım doğum günümün üzerinden üç gün geçmişti. Sabahın yedisinde Karl İvaniç beni, başımın az yukarısına konmuş bir sineğe vurarak uyandırdı. Elindeki sineklik. bir sopanın ucuna kâğıt Şeker torbası tutturularak yapılmıştı. Sinekliği o kadar beceriksizce savurmuştu ki meşe karyolamın başucundaki koruyucu azizimin ikonasına çarptı ve sineğin ölüsü kafamın üstüne düştü. Burnumu battaniyenin altından çıkardım, elimle sallanmaya devam eden ikonayı tutup düzelttim, sinek ölüsünü yere fırlattım ve hâlâ uyku akann ama öfkeli gözlerle Karl İvaniç’e baktım. O ise üzerinde renkli ropdöşambrı, belinde aynı kumaştan bir kemer, başında püsküllü, kırmızı örme bir kep ve ayaklarında yumuşacık keçi derisi çizmelerle dolaşıyor ve duvarlardaki sineklere nişan almaya devam ediyordu.

“Ben küçücük bir çocuğum, tamam. Ama niye beni rahatsız ediyor?” diye düşünüyorum. “Niye Volodya’nın yatağının etrafındaki sineklere vurmuyor? Orada ne kadar da çok sinek var! Ama hayır, Volodya benden büyük, en küçükleri benim, bu yüzden bana eziyet ediyor. Hayatı boyunca tek düşündüğü bana nasıl kötülük edeceği,” diye mırıldandım. “Beni uyandırdığının ve korkuttuğunun farkında, ama farkında değilmiş gibi davranıyor… İğrenç adam! Ropdöşambrı da, kepi de, püsküllü de… Hepsi de ne kadar iğrenç!”

İçimden öfkemi böyle dile getirirken Karl İvaniç yatağına gitti, yatağının üzerinde asılı duran küçücük gümüş bir ayakkabının içinde duran saate baktı, sinekliği bir çiviye astı ve kayifli bir halde bize seslendi.

Yumuşacık sesiyle, “Auf, Kinde5r, auf!  …s’ist Zeit. Die Mutter ist schon im Saal,”   (kalkın çocuklar, kalkın! Kalkma zaman. Anneniz salona geçti bile. ) dedi. Sonra da bana doğru geldi, ayak ucumaoturdu ve cebinden bir tutam enfiye çekti, burnunu sildi, parmaklarını şıkırdattı ve sonra benimle ilgilenmeye, tabanlarımı gıdıklamaya başladı. “Nun, nun Faulenzer!(Haydi, haydi tembel yumurcak, haydi)  diyordu.

Gıdıklanmak hiç hoşuma gitmese de ne yataktan kalktım ne de ona cevap verdim. Yalnızca kafamı yastığın altına, daha derine soktum ve var gücümle tekmeler savurarak gülmemek için elimden geleni

Esir Bir Rus Diplomatın Gözünden İstanbul*

P.A. Levaşov’un Raporu ve Mektupları

Osmanlı Devleti’ndekiRus elçi heyetinin başına gelen musibetler hakkındaki hatıraların yazarı Pavel Artemyeviç Levaşov’un uzun bir hayat hikâyesi var. Moskovskiy Nekropol adlı eserde Levaşov’un 11 Temmuz 1820’de 121 yaşındayken vefat ettiği yazılmaktadır. Bununla birlikte onun 1700’de değil de 1719’da doğduğu bilgisi daha gerçekçi gözükmektedir. Ölümünden kısa bir süre önce kaleme aldığı hatıratında ise Levaşov şöyle yazmaktadır: “Daha çok gençken Azak şehrinde, akrabam Feldmareşal Vasiliy Yakovleviç Levaşov’un yanında bulunuyordum. 1738’de Kırım seferine katıldım ve subaylığa yükseltildim”. Burada muhtemelen yetişkin insandan  ziyade 19 yaşındaki bir gençten bahsedilmektedir.Onun daha geç tarihte doğduğuna dair bilgiyi doğru kabul etmemizin bir başka önemli nedeni de 1780-1790’lı yıllardaki aktif faaliyetleridir ki, söz konusu faaliyetler değil 90 yaşındaki, 70 yaşındaki bir insan için bile olağan üstüydü.

Levaşov’un nerede eğitim gördüğüne dair elimizde bir bilgi yoktur. Ancak eserlerinden anlaşılacağı üzere iyi eğitimli biri olup, İtalyanca, Fransızca ve Almanca biliyordu. Askeri hizmete ise 6 Ocak 1737’de başlamıştır. … ..

… ..19 Ağustos 1763’te kançılarya danışmanı Levaşov’un İstanbul’a maslahatgüzar olarak atandığına dair emir çıkartılmıştır. İstanbul’daki büyükelçi, A.M. Obreskov’ın yerine geçmesi düşünülüyordu. Ancak Levaşov’un Osmanlı başkentindeki işleri iyi gitmemiştir. Osmanlı Levaşov’u resmen tanımamıştır. A.M. Obreskov, bunda Fransız,Elçisi Vergennes’in (Verjen) faaliyetlerinin etkili olduğunu ileri sürmüştür: “Bizim düşmanlarımız, sultana Levaşov’u olumsuz tesvir etmeyi başarmışlardır”.... ..

… ..

Bu aradaTürk-Rus münasebetleri, savaşa doğru gidiyordu. 25 Eylül 1768’de resm-i kabul sırasında A.M. Obreskov tutuklanmıştır. Ardından neredeyse bütün büyükelçilik görevlileri Yedikule'ye atılmıştır. P.A. Levaşov, dışarıda kalmıştı ve “savaşın ilanından sonraki gün Sultan III. Mustafa’nın Tatar bir haberciyle Kırım Hanı Giray’a  hatt-ı hümâyûn gönderdiğini, ona 100 bin Tatar’la Rus sınırına saldırmasını

12 Temmuz 2023 Çarşamba

Ahmet Cevdet Paşa ve Zamanı*

… ..Fatma Âliye Hanım, bu kitabın giriş bölümünde olayların kahramanlarının  evlat ve torunlarının henüz yaşamakta oldukları bir dönemde, bu bahislerin kendilerinde meydana getireceği tesirleri şu örtülü veciz bir ifadeyle ileri sürüyor:

Yaşamakta olduğumuz şu meşrutiyet devrinin vermiş olduğu fırsattan istifade ile gayet açık bir lisanla konuşulup yazılan tarih eserlerinin anlattıklarına, tarihin ne demek olduğunu anlayacak bir seviyeye halkımız geldi mi ki?

Burada bahse konu meşrutiyet, II. Meşrutiyettir; II. Abdülhamid’in otuz üç sene süren idaresinin sona erdirildiği  ”hürriyet, müsavat ve uhuvvet” sloganlarının yalancı zırhına bürünerek geçmişe sövmenin başlangıcı olduğu kabul edilmesi lazım gelen yıllardır.

Erbabınca bilinir ki, II. Meşrutiyetin ilanından sonra yazılan eserler ve bilhassa tarih eserleri yeni devrin gougoycuları veya bu goygoyculuğa hazır olanların kalemleriyle yazılmıştır.

Fatma Âliye Hanım, asil ruhlu ve hakikatlere bağlılığı onu bu goygoycular kervanına katılmaktan alıkoyduğunu yukarıya aldığımız zarif ifadesiyle bizlere duyurmuş oluyor. babsından miras kalan fekalâde yüksek seviyedeki sosyal hayatının sağlamış olduğu imkânlar neticesinde Padişah ve Halife Abdülhamid Han’a “Sosyete içinde teşkiletımı kurdum. Bundan böyle buradan edineceğim malumatları size ulaştıracağım” ifadesini taşıyan çoklarının jurnal dediği, bizce hizmet-i din ve vatan olan bu hanımefendinin yapısı, elbetteki goygoycular kafilesine katılmasına el vermezdi. Fatma Âliye Hanımın bu eseri basıldığında

Aile Mutluluğu*

Kış başından beri köyde (Pokrovsk adlı bu köyde ailenin çiftliği bulunmaktadır) Katya ve sonya ile yalnız başımıza oturuyor, sonbaharda yitirdiğimiz annemin yasını tutuyorduk.

Katya bizleri büyütmüş olan, kendimi bildim bileli anımsayıp sevdiğim dadımız, aynı zamanda eski bir aile dostumuzdu. Sonya ise küçük kız kardeşimdi. Yağışlı, hüzünlü kışı, Pokrovsk’taki eski evimizde geçiriyorduk. Hava soğuk ve esintiliydi; durmadan yağan kar pencerelere kadar çıkıyor, camlar hemen hemen sürekli buz tutuyordu. Neredeyse bütün kış köyden çıkıp bir yerlerde gezmemiştik. Evimize arada bir gelenler acılı yüzleri, evde uyuyan birileri varmışcasına usul usul konuşmaları, iç çekip somurtmaları,bana, özellikle kara giysili Sonya’ya bakarken ağlamaklı duruşlarıyla bizlere neşe ve sevinç getirmekten çok uzaktılar. Ölüm, varlığını evde her an duyuruyor; acılığı ve korkunçluğu ile evin havasına yansıyordu. Annemin odası kapalıydı, yatmaya giderken önünden her geçişte bir şey beni bu soğuk yarı karanlık odaya bakmam için dürtüyor, korkudan ürperiyordum.

O zaman ben on yedi yaşındaydım. Annem o yıl öğrenimimi kente taşınmamızı istemişti. Onun kaybı derin bir acı veriyordu bana; şunu belirteyim ki, başkalarının da söylediği gibi, genç ve güzel bir kız olarak ikinci kışı da köyde yapayalnız, işsiz güçsüz geçiriyor olmam gerçekten hoş bir şey değildi. Kışın bitimine doğru yalnızlığın verdiği can sıkıntısı ve karamsarlık o dereceye vardı ki, ne piyanonun kapağını açıyor, ne elime bir kitap alıyor, ne de odamdan dışarı çıkmak istiyordum. Katya bunlardan biriyle oyalanmam için beni isteklendirmeye çalışırken, “Canım istemiyor, yapamam” diye yanıtlıyordum. İçimden bir ses,

Biz*

Bugün sadece Tek Devlet Gazetesi’nde yayımlanan bildirgeyi kelime kelime buraya yazacağım. İntegral’in inşası yüz yirmi günde tamamlanacak. İlk İntegral’in kozmik uzaya süzülerek yükseleceği büyük tarihi saat yaklaşıyor. Bin yıl önce kahraman atalarımız bütün yeryüzüküresini Tek Devlet’in emrine vermek için boyunduruk altına aldılar. Sizinki daha da görkemli bir beceri olacak. Siz ateş soluyan, elektrik, cam İntegral’in yardımıyla sonsuz evren denklemini bilinmeyen varlıkları, ki onlar hâlâ ilkel özgürlük koşullarında yaşıyor olabilirler, aklın hayırsever boyunduruğuna alacaksınız. Eğer onlara matematik olarak şaşmaz mutluluğa götürdüğümüzü anlayamazlarsa, onları mutluluğa zorlamak bizim görevimiz olacaktır. Ama silahlara başvurmadan önce sözcüklerin gücünü deneyeceğiz.

Bu nedenle, Velinimet adına tek Devlet’in bütün sayılarına bildiriyoruz ki:

Elinden gelen herkes Tek Devlet’in güzellik v ihtişamını öven risaleler, uzun methiyeler, bildiriler, şiirler ve farklı çalışmalar kaleme almalıdır.

bu, İntegral’in taşıyacağı ilk kargo olacak.

Çok yaşasın Tek Devlet, çok yaşasın sayılar, çok yaşasın Velinimet!

Bunu yazıyorum ve yanaklarımın yandığını hissediyorum. Evet, görkemli kozmik denklemi bütünleme için. Evet, vahşi, ilkel eğriyi düzeltip onu bir tanjant  -bir asimpot- dümdüz bir çizgi haline getirmek için. Çünkü Tek Devlet’in çizgisi düz bir çizgidir. Büyük, ilahi, kesin, akıllı düz çizgi -çizgilerin en akıllısı. 

Ben, D-503, İntegral’in yapıcısı, ben Tek Devlet’in matematikçilerinden sadece biriyim. Rakamlara

3 Temmuz 2023 Pazartesi

Altay*

1569 yılında Venedik’teki bir silah deposunda yaşanan patlamadan sonra, istihbarat şefi Emanuele De Zante een güvendiği kişiler tarafından ihanete uğrar. Eline geçen ilk forsatta Venedik’ten kaçan De Zante, kendini Osmanlı İmparatorluğu’nda Padişah II. Selim’in yakın dostu , MUseviler için Kıbrıs’ta bir krallık yaratmaya çalışan Yasef Nasi’nin yanında bulur. Unutmak istediği Musevi köklerine geri dönen ve Manuel Cardosa olarak anılmaya başlayan De  Zante, zamanla Nasi’nin en güvendiği adam olacaktır.

“Osmanlı İmparatorluğu, Venedik Cumhuriyeti, Yasef Nasi II: Selim SokulluMemed Paşa, Manuel Cardosa, LalaMustafa Paşa, Gracia Nasi, Memi Reis ve İsmail El-Muhavi eksenine geçen “Altay”, gerçekten okunmaya değer, müthiş bir tarihi roman.”


İstanbul, 8 Muharrem 977 (23 Haziran 1569)

Akşam vakti, sarayın sükut içindeki odalarından geçen müezzin sesi, boğazı kokusu ile harmanlanarak, barış dolu bir geceyi müjdeliyordu. Açık pencereden görünen gökyüzü mor ve altın sarısı ile kaplanmış, kentin Asya tarafından yola çıkan balıkçı tekneleri, kendilerini suların tatlı akıntısına bırakmışlardı.

Büyükçe bir masanın üzerindeki kâğıtlara eğilmiş çalışan Gracia’yı bir düşünce aldı: Avrupa’dayken dünyanın en iyi sanatçılarının birçoğunu çok yakından tanırdı. Onları gözünün önüne getirdiği zaman yüzünde beliren gülümsemeye engel olamadı; Tanrı gibi olmaya çalışan ama ancak onu en iyi şekilde