11 Kasım 2024 Pazartesi

İslamın Serüveni*


 

Türkçe Baskıya Önsöz

İnsan olabilmenin evrensel kök ilkesi adalettir. Adalet tanrısal yaratımın da aklın, dinin ve bilimin de ilkesidir. Kur’an’da yer alan şu uyarı dikkat çekicidir. “Ey iman edenler! Allah hakkı için dosdoğru, adaletli şahitler olun. Sakın bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sevk etmesin.” (⅝) Adalet aynı zamanda barışın da temelini oluşturmaktadır; bu anlamda devletin dini adalettir. Uygarlığın omurgasında bilim ve sanat vardır. Ancak özgürlüğün ve adaletin yaşam biçimi haline geldiği, yüksek güven kültürünün yaratılabildiği ortamlarda uygarlıklartan söz edilebilir.Bu çerçevede insanlığın bugün bir takım varoluşsal sorunlarla karşı karşıya olduğunu, bir “uygarlık krizi”nin ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Toynbee’nin dediği gibi, “Uygarlık diye adlandırdığımız gelişme teknolojide, bilimde ve gücün gayri şahsi kullanılışında meydana gelen gelişmedir; dürüstlükle yani ahlakta meydana gelen bir gelişme değildir.” Teknolojinin insanlığın geleceğini tehdit ettiği, insanı esir almaya  başladığı bir süreçten geçiyoruz. Artık insanca yaşayabilmek, birey ve toplum planında insanların birbirlerini dürüstçe anlamalarına bağlıdır. Farklı dinlere farklı geleneklere mensup olmak “insanı” anlamaya engel olmamalıdır.

İnsanın bilgi varlığı olması, öncelikle hazır bulduğu mirası anlamasını gerektirir. Anlama faaliyeti bütünüyle geçmişe yöneliktir; olaylar ve olgular yaşanırken onların farkına varabiliriz fakat onları ancak olup bittikten sonra anlayabiliriz. Ne var ki içinden geçtiğimiz süreçler, olaylar ve olgular ile “anlama” arasındaki mesafeyi çok kısaltmıştır. Öyle ki değişimin hızı anlamayı güçleştirdiği gibi, bir olay olurken onun nasıl anlaşılması gerektiği hakkında yapılan yönlendirmeler, yani algı

6 Kasım 2024 Çarşamba

Çin'de Bir Çinlinin Başına Gelenler*


 

Kin-Fo zengin bir Çinlidir. Hayatta her şeye sahiptir, tek eksiği yaşama sevincidir. Bir gün bütün servetini kaybettiğini öğrenince bir sigorta şirketine gidip kendisi için kapsamlı bir hayat sigortası yaptırır. Şİmdi geriye kalan tek şey ölüp herkesi mutlu etmektir. Bunun için de Wang’dan kendisini öldürmesini ister. Birkaç gün sonra Kin-Fo aslında iflas etmediğini aksine servetinin ikiye katlandığını öğrenir. Ama Wang, Kin-Fo’nun mektubuyla sırra kadem basmıştır ve herkes bilir ki o sözünün eri biridir. Wang’ı bulmak zorunda olan Kin-Fo, sadık hizmetçisi Soun ve sigorta şirketinin iki temsilcisiyle soluk soluğa bir maceraya atılır. … ..


… ..

Bu kayıtsız kişi en fazla otuz  bir yaşındaydı, sağlığı yerindeydi, büyük serveti vardı, kültürlüydü, zekâsı ortalamanın üstündeydi, bu dünyada en mutlu insan olmak için başkalarında eksik olan her şeye sahipti! Neden mutlu değil?

Neden?

Filozofun kalın sesi o an işitildi ve antik bir koronun başı gibi konuşarak şöyle dedi:

-Dostum, eğer bu dünyada mutlu olmadıysan, demek ki mutluluğun olumsuzdu. Saadet sıhhat gibidir. Onun değerini bilmek için arada ondan mahrum kalmış olmak gerekiyor. Ama sen hiç hasta olmadın… Yani demek istediğim şu ki, hiç mutsuz olmadım! Hayatında eksik olan bu. Bir anlık bile olsa hiç felakete uğramamış birisi mutluluğun değerini bilebilir mi?

Bilgelik yüklü bu gözlem üzerine filozof en iyi marka şampanyayla dolu bardağını kaldırarak ekledi:

-Ev sahibimize! Güneşinde bira gölge, hayatında biraz acı diliyorum!


Bunun üzerine bardağını kafaya dikti.

Ev sahibi evet anlamında bir işaret yaptı ve her zamanki uyuşuk haline döndü.

29 Ekim 2024 Salı

Karartma Geceleri*


 

… … 

Mustafa Ural, bu adamın suçunun kendi suçuyla hiçbir benzerliği olmadığımı seziyordu. Onun düşüncelerini bu adamın ülküsünün tam karşısında olduğunu açık açık yazdığı için atılmıştı buraya. Baştakilerin her iki düşünceye de sağlı sollu, savaş açar göründükleri  bir çağı yaşıyorlardı. 1944 yılının 7 Haziran’ı… Bugün, 6 Haziran 1944 de olabilirdi.Tepesindeki lamba, günün kesinliği üstünde açıkça bir şey belirtmiyordu. Acaba, 8 Haziran’da olabilir miydi? Hayır, bu pis odada o kadar çabuk geçemezdi. Verdikleri ekmek sayısından çıkarmak da kolay değildi günün tarihini. İlk gün , hiçbir şey verilmemişti, su bile… Helaya uzun işlemlerden sonra çıkarıldığı için, ertesi gün helanın musluğundan içebilmişti suyunu. Daha ertesi gün, ekmek yerine kılıfsız bir matara uzatılmıştı kapıdan. Ekmeğin kaçıncı gün verilmeye başlandığını kesin olarak hatırlamıyordu.

Öbür uçtan bir zincir şakırtısı koptu. Gelen Sotiri değilse, idamlık Ömer’dir.Doğruydu, tam kapının önünden geçerken göz göze geldiler Ömer’le. Yüklendiği cezanın dokunulmazlığından gelen korkusuzlukla:

“Merhaba!” dedi Ömer. “Allah kurtasın!”

“Merhaba! Sağ ol!”

“Suşun?”

“Daha belli değil!”

“Benimkinden de ağır mı?”

“Öyle olacak.” dedi Mustafa gülümseyerek. “Buraya kapatıldığıma bakılırsa…”

18 Ekim 2024 Cuma

Kilimanjaro'nun Karları*


 

Klimanjaro’nun Karları

… … 

Şimdi hayalinde sırt çantası,Karaağaç’ta bir demir istasyonunda görüyordu kendini. Gecenin karanlığını delip geçen Doğu Ekspresi olmalıydı. Bozgundan sonra Trakya’dan ayrılıyordu. Yazmayı sonraya bıraktığı şeylerden biriydi bu da. Tıpkı, Bulgaristan’da bir sabah kahvaltıda camdan dışarıya bakıp dağlarda kar gördüğünde Nansen’in (*Fridjof Nansen Milletler Cemiyeti (Bugünkü adıyla Birleşmiş Milletler) Mülteciler Komisyonu başvekilidir.) sekreterinin, yaşlı adama uzaktan gördüklerinin kar olup olmadığını sorduğu gibi. … ..

… … 

Yola çıkmadan önce Paris’te kavga edip, İstanbul’da tek başına kaldığı günleri hatırladı … .. .

… ..

Hayatında ilk kez o gün, beyaz bale eteği giymiş ve ponponlu ayakkabısı ayağından fırlamış ölü bir adam gördü. Türkler dur durak bilmeden, akın akın geliyor, adam da etekli adamlar da kaçıyorlardı. Askerler ateş ediyorlardı; sonra onlarda koşmaya başlamışlardı. Cİğerleri yanmana, ağzı kuruyana kadar o da İngiliz gözlemciyle birlikte koşmuş, bir kayalığın arkasına saklanmışlardı. Türkler akın akın gelmeye devam ediyorlardı. Sonra, asla hayal edemeyeceği şeyler görmüş, daha sonra da çok daha korkunç şeylere şahit olmuştu. … ..

… ..

… ..

15 Ekim 2024 Salı

Dindar Bir Hanım Doktor*


 

… ..

Hümeyra Hanım’ın hatıratınsdaİstanbul özelinde yaşanan Cumhuriyet’in ilk dönem sosyal hayat örneklerine de rastlamaktayız. Hatırat bir yönüyle yeni kabullerin toplumsal alanda yerleşmesi için verilen mücadeleler ve bundan etkilenen çevrelerle ilgili resimleri gözlemleme imkânı da vermektedir. Bu süreçte din ve dindarlık biçimlerinin dışarıda tutulması ve sürekli eleştiri konusu yapılması, evlerde ciddi gerginliklerin yaşanmasına neden olmuştur. Bir önceki neslin kıymeti, değeri olarak kabul edilen “yaşlılar/büyükler”, yeni toplu hayatında ”ülkeyi geri bırakanlar” olarak tanımlanıp değersizleştirilmiştir. Psiko-sosyal açıdan dönemin incelemesi yapıldığında yaşanan ıstırap travmatik duruşları gözler önüne serecektir.


Bir başka resim de yaşanılan dönemde dinî davranma biçimlerinin sosyal hayatta yeri olmadığını aşikar etmektedir. Bayramlarda ikram edilen “likör” yeni toplum hayatının dindarlık örüntüsünden sıyrıldığını göstermek açısından önemli bir simgedir. Bu durumda ciddi sıkıntılar yaşayan dindar bireylerin karşılaştığı sorunlar ise hatıratın sayfalarında açığa çıkmaktadır. Bir başka resim de evlerine ziyarete gelen hocasının sözleridir. Hümeyra Hanım ilk haccından yeni gelmiştir. Kendisini ziyarete gelen hocasına babası “kızım ve hastaları dua etmiş de hacca gitti” dediğinde, hocası sitayişle ”Kuzum Hümeyra insan hiç hacca gideceğim diye dua eder mi, nereden aklına geldi; gezeyim, tozayım, altınım, gümüşüm, bir de flörtüm diye dua etseydin ya” der. Bu ifade yeni toplumda geçer akçe olan kabulleri ve kurumsal eğitimin bu konuda etkisini karşımıza çıkarır. Hümeyra hanım ise çalışkan , zeki ve güçlü kişiliği, okulda ve işteki başarılarıyla böyle bir sosyal çevresine rağmen saygınlığını korumuştur.


Doktor Hümeyra hanım dindar olmayı ve bu kimlikle toplumsal alanda var olmayı önemser. Okulda

10 Ekim 2024 Perşembe

Kayıp Aydınlanma*


 

999 senesinde birbirlerinden yaklaşık 400 kilometre uzakta, bugünün Özbekistan ve Türkmenistan sınırları içinde yaşayan iki genç adam mektuplaşmaya başladılar. … .. Yazışma büyük olanın, büyükse de sadece yirmi sekiz yaşındaydı, o sekiz yaşındaki ahbabına bilim ve felsefeye ilişkin bir çok konuda bir soru listesi göndermesiyle başlamıştı. Neredeyse tüm sorularının yankısı bugün bile duyulmaya devam etmektedir. Her ikisinin de dört uzun mektup göndermesiyle bu yazışma bugünün internet ortamına benzer şekilde âdeta bir akademik kan davası başlatmıştı.

Ortada, yıldızların arasında başka bir güneş sistemi daha var mı, yoksa kainatta yalnız mıyız, diye soruyordu. Altı yüz sene sonra Giordano Bruno (1548-1600), dünyadan başka gezegenlerin de bulunduğunu söylediği için kazığa bağlanıp diri diri yakılacaktı. Bu iki adam, muhtemelen eşsiz olsak da, yalnız olmadığımızdan emin görünüyorlardı. Ayrıca dünyanın bugünkü hâliyle mi yaratıldığını yoksa zaman içerisinde evrime mi uğradığını sorguluyorlardı. Bu noktada, Yaratılış kavramını kabul ediyorlar, ancak dünyanın sonrasında şiddetli değişikliklere uğradığına vurgu yapıyorlardı. Bu açıkça dile getirdikleri jeolojik evrim kabulü, Orta Çağ Hıristiyanlığı kadar sahip oldukları İslam itikadına da aykırıydı. Bu aykırılık genç olanlardan birisini rahatsız etmiş, diğerini ise hiç etmemişti. İlki, yani İbn-i Sina dinî olarak daha kabul edilebilir kılmak için anlaşılması güç de olsa bir açıklama getirmişti. Ancak iki genç adam da jeolojik evrimi ve hatta sekiz asır incesinden Darvinizm’in temel noktalarını sezmişlerdi. 

Bilim tarihinde geleceğe bu kadar cesurca sıçrayan çok az sayıda fikir alış-verişi vardır ki bu alış veriş bugün, gelişmemiş olarak görülen ve bilimsel başarılarından değil, sadece tabii kaynaklarından ötürü kıymet atfedilen bir bölgede bin sene evvel gerçekleşmişti. Bu  alış-verişten haberdarız, zira el

9 Ekim 2024 Çarşamba

Büyük Oyun*


 

… .. Her şey 19. yüzyılın ilk yıllarında, Rus askerlerinin, o vakitler acımasız Müslüman ve Hıristiyan aşiretlerinin yaşadığı Kafkasya üzerinden güneye, İran'ın kuzey kesimlerine doğru yürüyüşe geçmesiyle başladı. Rusya’nın bundan iki yüz yıl önce Sibirya üzerinden doğuya doğru başlattığı büyük yürüyüş gibi, ilk başta bu da Britanya’nınn çıkarları için ciddi bir tehdit oluşturuyor gibi görünmedi. Evet, Büyük Katerina Hindistan üzerine yürüme düşüncesini zaman zaman aklından geçirmiş, oğlu Pavel 1801’de bu istikamette bir istila kuvveti gönderecek kadar ileri gitmişti; bu kuvvet Pavel’in kısa bir süre sonra ölmesi üzerine alelacele geri çağrılacaktı. Ama bir şekilde , o günlerde kimse Rusları fazla ciddiye almadı ve en yakın Rus karakolları, Doğu Hindistan Kumpanyası’nın mülkiyetindeki topraklara gerçek bir tehdit oluşturamayacak kadar uzaktaydı.

… .. 

Bir avuç İngiliz’inde katıldığı çok sert ve uzun bir direnişten sonra da olsa, Kafkas aşiretlerinin başlarını ezen Ruslar, bundan sonra haris bakışlarını doğuya çevirdiler. Orada, Hindistan’ın kuzeyine düşen, çöller ve dağlarla kaplı uçsuz bucaksız bir coğrafyada kadim Müslüman hanlıkları Hive, Buhara ve Hokand yer alıyordu. Rusların buralara doğru ilerleyişi hız kazanırken, Londra’yı ve Kalküta’yı giderek büyüyen bir telaş sardı. … ..

 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, eski İpek Yolu’ndaki tarihi kervan şehirlerinin birer birer Rusların eline geçmesinden dolayı Orta Asya nadiren manşetlerden iniyordu. Sanki her hafta, Rusların ilerleyişi hep başı çeken yaman biniciler olan Kazaklarım Hindistan’ın kötü korunan sınırlarına biraz daha yaklaştığını bildiren haberleri de beraberinde getiriyordu.1865’te surlarla çevrili büyük bir şehir olan Taşkent çara boyun eğdi. Bundan üç yıl sonra , sıra Semerkant ve Buhara’ya geldi, beş yıl sonra da Ruslar ikinci girişimlerinde Hive’yi aldı. Rus ateşli silahlarının  o yiğit am direnmekte yeterince mahir

6 Ekim 2024 Pazar

Tatar Çölü*


 … ..

Kale sessizdi, öğle güneşine gark olmuştu, tek bir gölgeden eser yoktu. Duvarları (kuzeye bakan yanı görünmüyordu) çıplak ve sarımtırak uzanıp gidiyordu. Bacanın birinden solgun bir duman çıkıyordu. Teftiş yolu boyunca, merkez binadan, duvarlar ve tabyaların tepesine kadar olan yerlerde, tüfek omuzda, her biri otomat gibi sadece birkaç adım yürüyen onlarca nöbetçi görünüyordu. Bir sarkacın hareketi gibi, sonsuz izlenimi veren bu yalnızlığın büyüsünü bozmaksızın zamanın akışını parçalara bölüyorlardı.

Dağla, sağda ve solda, göz görebildiğince girintili ve çıkıntılı zincirler şeklinde uzanıyor ve ulaşılmaz görünüyordu. . Onlar bile, en azından o saatte, sarı ve kavruk bir renkteydiler.

Giovanni Drogo, içgüdüsel olarak atını durdurdu. Sabit bir bakışla duvarları inceliyor, gözleriyle bir uçtan diğer uca bakıyor ama anlamını çözemiyordu. Bir hapishaneyi, terk edilmiş bir şatoyu düşündürüyordu. Hafifi bir esinti, önceleri direkle birmiş gibi sarkık duran bir bayrağı dalgalandırdı. Belli belirsiz bir boru sesi duyuldu. Nöbetçiler ağır ağır yürüyorlardı. Giriş kapısının önündeki alanda, iki ya da üç kişi (bu mesafeden asker olup olmadıkları görülmüyordu) bir at arabasına çuval yüklüyordu. Ama her şey gizemli bir uyuşukluk, ağırlık ve içinde durmaktaydı.

Yüzbaşı Ortiz de, durmuş, binaya bakıyordu.

“İşte,” dedi tamamen gereksiz olmasına rağmen.

“Şimdi, diye düşündü Drogo, “bana kale hakkında ne düşündüğümü soracak”, ve bu düşünce canını sıktı. Ama yüzbaşı sessiz kaldı.

Batiani kalesi, alçak duvarlarıyla etkileyici değildi. Ayrıca ne güzel ne de kule ve burçlarına rağmen pitoreskti. Bu çıplaklığa örtecek, yaşamın tatlı yanlarını anımsatacak hiçbir şey yoktu.  yoktu. Yine de Drogo, tıpkı bir gece öncesindeki gibi, yüreğinin derinliklerinden kopan bir şeylerle, hipnotize olmuş bir biçimde kaleye bakıyor, içini açıklaması olanaksız heyecan dolduruyordu.

28 Eylül 2024 Cumartesi

İnsanlar*

 

 … .. Özellikle zaten bariz olan bir şeyi söyleyeyim izninizle. Ben onlardan biri, yani bir insan değildim. Ben onlardan biri, yani bir insan değildim. O ilk gece, soğuğun, karanlığın ve rüzgârın ortasında, insan olmakla yakından uzaktan hiçbir alakam yoktu. Benzinlikle Cosmopolitan okumadan önce bu yazı dilini de hiç görmemiştim. Sanıyorum siz de ilk kez şimdi görüyorsunuz. İnsanların hikâyeleri nasıl tükettiğine dair fikir verebilmek adına bu kitabı  bir insan nasıl hazırlayacaksa ben de öyle hazırladım. Kullandığım kelimeler insanların yazı tipiyle yazılmış, insanların yaptığı gibi art arda sıralanmış insan kelimeleri. En egzotik ve ilkesel formları bile neredeyse anında çevrilebilme yeteneğiniz sayesinde bunun bir sorun yaratmayacağını biliyorum. 

Yani, tekrar altını çizeyim, ben Profesör Andrew Martin değilim. Sizin gibi biriydim.

… ..

Kısacası ben kırk üç yaşında bir koca, baba ve Cambridge Üniversitesi’nde ders veren, hayatının son sekiz yılını o vakte kadar çözülemez olduğu düşünülen bir matematik problemini çözmeye adamış bir matematikçi değilim.

Dünyaya adım atmadan önce yandan ayırdığım kahverengi saçlarım yoktu. Aynı şekilde Holts’un “The Planets” bestesi ya da Talking Heads’in ikinci albümü hakkında bir fikrim de yoktu, zira müzik kavramına pek sıcak bakmıyordum. En azından bakmamam gerekirdi. Avustralya şarabı gezegenin diğer bölgelerinden gelen şaraplara kıyasla daha kalitesiz olduğunun tartışılmaz bir gerçek olduğuna inanmam da beklenmezdi. O zaman kadar sıvı nitrojenden başka bir şey içmemiştim. 

… ..

Hayır, ben o adam değildim.

O adama karşı bir şey hissediyor da değildim. Yine de adam gerçekti, ben ne kadar gerçeksem, siz ne kadar gerçekseniz, o da o kadar gerçek biri, memeli bir yaşam formu, 2n kromozonlu ökaryotik bir

21 Eylül 2024 Cumartesi

Pollyanna*

 

Bir haziran sabahı, Bayan Polly Harrington telaşla mutfağa girdi. Bayan Polly, genellikle telaşlı davranmaz, sakin olmaktan özel bir gurur duyardı. Fakat o gün gerçekten çok acelesi vardı.

Bulaşıkları yıkayan Nancy, hayretle başını kaldırdı. Bayan Polly’nin yanında sadece iki aydan beri çalışıyordu Nancy. Hanımının telaşlı olmadığını da biliyordu. 

-”Nancy!”

-”Buyurun efendim!” Nancy güler yüzle cevap vermişti. Bir yandan da elindeki kabı kurulamaya devam ediyordu.

-“Nancy!” Bayan Polly’nin sesi birden sertleşmişti.

-”Sana bir şey söylediğim zaman elindeki işi bırakıp beni dinlemelisin.”

Nancy, utandı, yüzü kızardı.

Nancy, daha önce başka bir işte çalışmış, fakat, babası ölüp, hasta annesi ve üç küçük çocukla parasız kalınca çalışmak zorunda kalmıştı. Bir tepenin üzerindeki görkemli konağın mutfağında iş bulunca, annesi çok sevinmişti. Nancy, sekiz kilometre ötede bulunan Corners bölgesindendi. Bayan Polly Harrington’ı sadece eski Harrington Konağı’nın hanımı ve kasabanın en zenginlerinden biri olarak tanınıyordu. Bu, iki ay önceydi. Oysa şimdi, Bayan Polly’nin sert ve asık suratlı bir kadın olduğunu öğrenmişti. Yere bir bıçak düştüğü veya kapı çarptığı zaman hemen kaşlarını çatıyor, her şey yolunda gitse bile gülümsemiyordu.

Şimdi de Bayan Polly, “Sabah işini bitirdikten sonra, tavan arasına merdivenlerin başındaki küçük odayı düzelt ve portatif somyayı hazırla Nancy” diyordu.

“Sandık ve kutuları boşalttıktan sonra, odayı temizleyip yerleri de sileceksin.

“Peki efendim.”

Bayan Polly durakladı, sonra devam etti: “Sana, şunu söylemeliyim Nancy. Yeğenim Pollyanna Whittier, benimle kalmaya geliyor. On bir yaşında ve o odada kalacak.”

Nancy, “Peki efendim” diye içini çekti. Hemen hemen kuruyan kabı aldı, yeniden durulaması gerekiyordu.

17 Eylül 2024 Salı

Kuşların ve Yılanların Şarkısı*


 

Suzanne Collins Amerikalı gazeteci, televizyon senaristi ve roman yazarıdır. 1962’de Connecticut da doğan Collins yüksek öğrenimini sahne sanatları ve tiyatro bölümünde tamamlamıştır. Daha sonra New York Üniversitesi’nden de yaratıcı yazarlık diploması alan yazar, kariyerine çocuk televizyon programlarına metin yazarak başlamıştır. İlk serisi Gregor çocuklar içindir ve 21 ülkeye satılmıştır.

2008 yılında ilki  basılan, bilimkurgu türündeki Açlık Oyunları serisi dört kitaptan oluşmaktadır. Açlık Oyunları, Ateşi Yakalamak, Alaycı Kuş ve uzun bir aradan sonra 2020 yılında yayınlanan Kuşların ve Yılanların Şarkısı dispotik bir gelecekte, toplumun m ıntıkalarra bölünmüş halde diktatörlükle yönetilmesini anlatır. Seri’nin kahramanı Katniss gençlerin birbirini öldürdüğü Açlık Oyunları’na katılır, var olan toplum düzenine baş kaldırır ve büyük bir isyanın lideri olur. Yunan mitolojisinden esinlenerek Açlık Oyunları’nı yazan Suzanne Collins, ikinci esin kaynağını da hava kuvvetlerinde savaş pilotu olan ve ona pek çok hikâye anlatan babası olduğunu söyler.

Açlık Oyunları serisi tüm dünyada 54 dile çevrilmiştir. Romanlar üzerine dört film yapılmış, hepsi de gişe hasılatı kırmıştır. Serinin son kitabı Kuşların ve Yılanların Şarkısı, ana kahramanlardan Başkan Snow’un gençliğini ve kötülüğe doğru nasıl yol aldığını anlatır. Kitaptan uyarlanan film çok yakında dünyada gösterime girecektir. … ..


Arka kapat tanıtımı: Onuncu Açlık Oyunları’nı başlatacak hasat gününün sabahı. Başkent’te on sekiz yaşındaki Coriolanus Snow akıl hocası olarak katılacağı Oyunlar’a hazırlanıyor. Başarılı olmak istiyor ve bunun için tek bir şansı var. Bir zamanların görkemli Snow ailesi zor zamanlardan geçiyor ve ailenin zekâsıyla, hamleleriyle diğer akıl hocalarını gölgede bırakıp haracını Oyunlar’ın galibi yapmasına bağlı.

Yaşlı Adam ve Deniz (İhtiyar Balıkçı)*


 

… ..

“Eyvallah yavrum” diye karşılık verdi balıkçı. Kürekleri ıskarmozlara geçirdikten sonra ileri abandı, keskin yanlarını suya daldırdı. Karanlıkta yavaş yavaş limandan uzaklaşmaya başlamıştı. Bütün kıyı  boyunca açık denize doğru yol alan başka kayıklar da vardı. Ay tepenin arkasında kaybolduğundan, yaşlı adam karanlıkta küreklerinin suya girip çıkarken çıkardığı tok sesleri duyuyordu.

Arada bir öteki kayıklardan belli belirsiz konuşmalar geliyordu. Koyun ağzından çıktıktan sonra dağılmaya başladılar, herkes okyanusun bereketli olduğunu umduğu bir köşesinin yolunu tuttu. Yaşlı adam çok uzaklara gitmeye karar vermişti. Toprağın kokusunu arkada bırakarak sabahın erken temizliğinde okyanusun kokusuna doğru daldı. Birdenbire yedi yüz kulaç derinliğine iniverdiği için balıkçılar arasında kuyu diye anılan yerden geçerken , küreklerin dalış çıkışında, Gulf’un parlak renkli yakamozları beliriyordu. Akıntının getirdiği balıklar, çukurluğun etkisiyle denizin altındaki sete çarptığından, epey bereketliydi burası. Karidesler, küçük yemlik balıklar, kayaların arasındaki daha derin çukurlarda mürekkep balıkları kaynaşırdı. Bunlar geceleri suyun üstüne çıkar ve daha büyük balıklar tarafından kapışılarak yutulurdu. Yaşlı adam karanlıkta şafağın sökmek üzere olduğun u sezinliyordu. Uçan balıkların suyu yararak  havaya fırlayışının çıkardığı ıslığı andırır tiz bir ses duyuldu. Okyanuslarda balıkçıların biricik arkadaşı olan bu hayvanları pek severdi. Kuşlara , hele durmadan arayan ve bir türlü aradığını bulamayan ufacık, narin deniz kırlangıçlarına da acırdı da, “Büyüklerinden ve arsızlarından başka bütün kuşlar çilekeş” diye düşünürdü. “Okyanus böylesine vahşi ve acımasız olurken zavallı kuşlar niye böyle narin ve güzel yaratılmıştı acaba? Deniz çok güzel, çok merhametlidir. Fakat birden öyle değişiverir, zalimleşirdi ki; başımızın üstünde fırıl fırıl dönem bu ufacık ve ötüşleri hüzünlü kuşlar için dayanılmaz olur.”