11 Aralık 2019 Çarşamba

Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat*

Zweig bu novellasında bir kadını  yaşamını bütünüyle değiştiren yirmi dört saatlik deneyimini anlatırken, insanda içkin saplantılarınve dayanılmaz arzuların sınırlarında gezinir. Özgürce ve tutkuyla içgüdülerinin peşine takılan bir kadının bu kısa ve yoğun hikâyesi, kadın kalbinin sırlarına ermiş ustanın kaleminde olağanüstü bir alıntıya dönüşür. Yapııtı için mekân olrak muhteşem atmosfeiyle Fransız Rivierası’nı seçen Zweig, 1920’li yılların sonlarında Avrupa’nın “kibar” tabakasının ikiyüzlü ahlak anlayışına yönelik eleştirel tavrıyla dikkat çeker.
Savaştan on yıl kadar önce Riiiviera kıyısında kaldığım küçük bir pansiyonda, yemekte aniden şiddetli bir tartışma çıkmış; bşrden öfkeli bir kavgaya, hatta nefret ve kırgınlığa yol açabilecek boyuta ulaşmıştı. İnsanların çoğı sınırlı bir hayal gücüne sahiptir. Duyumlarını uyaracak ölçüde yakınlarında gerçekleşmeyen bir olaya ilgi göstermek pek içlerinden gelmez; ama ayn ı şey gözlerinin önünde, doğrudan duygularına dokunma mesafesinde gerçekleşirse, bu olay önemsiz bile olsa, hemen aşırı bir duyarlılk gösterirler.Böylelikle normalde nadiren görülen tepkilerini ölçüsüz ve abartılı denebilecek bir sertlikte telafi etmiş olurlar.
İstisnasız hekesin burjuva olduğu grubumuzda bu kez aynı böyle bir davranış sergilendi, oysa genelde herkes sakin sakin kendi arasında havadan sudan konuşur;  yüzeysel, küçük şakalar yapar, çoğunlukla yemek bittikten hemen sonra dağılırlardı: Alman çift günübirlik geziye çıkıp amatör fotoğraf çekmeye gider, keyfine düşkün Danimarkalı tekdüze balık avına çıkar, soylu İngiliz kadın kitaplarına gömülür, İtalyan çift Monte Carlo’ya kaçamak yapmaya gider, bense şezlongda tembellik yapar ya da çalışırdım. Oysa bu kez hepimiz o öfkeli tartışma yüzünden oturduğumuz yere çakılıp kaldık; içimizden birinin birden ayağa fırlamasının nedeni her zamanki gibi nazik bir hoşça kalın demek için değil; aksine az önce söylediğim gibi, deyim yerindeyse saygsızlığa varan hararetli kızgınlığı dışa vurmak içindi.
Beraber yemek yediğimiz küçük grubumuzu alt üst eden olay elbette oldukça sıra dışıydı. Benim de aralarında bulunduğum yedi kişinin kaldığı pansiyon, dışarıdan bakınca bağımsız bir villa görünümünde olsa da, -ah, zikzaklar çizen kayaların bulunduğu sahile peencerelerden bakmak öyle muhteşemdi ki!- aslında büyük Palace Hotel’in daha ekonomik sınıftan ek binasından başka bir şey değildi; aradaki bahçe bu iki binayı doğrudan birbirine bağlıyordu, bu sayede ek binada kalan bizler otelde konaklayanlarla sürekli karşılaşıyorduk. İşte burası bir gün önceki gün tam bir skandala sahne
olan oteldi. Öğle vakti saat tam 12.0’yi 20 geçe (zamanı tam olarak belirtmeden geçmem mümkün değil, çünkü bu, olayın kendisi kadar o gergin sohbetin konusu iöim de önemli) Fransız bir genç gelmiş, sahile bakan deniz manzaralı bir oda tutmuştu: Sırf bu bile onun hali vakti yerinde biri olduğunun işaretiydi. Ancak gencin hoş bir etki yaratmasının sebebi sadece mütevazı şıklığı değil, aynı zamanda tepeden tırnağa cezp edici, olağanüstü bir yakışıklılığa sahip olmasıydı: İnce bir genç kız yüzünün ortasına konmuş ipek gibi sarı bıyığı ve şehvetli sıcak dudakları, açık tenli alnının ğüzerine dökülen bukleler halindeki kahverengi yumuşak saçları, yumuşak ifadeli gözleriyle her bakışı insanı okşuyordu; onun doğasındaki her şey, yumuşak ve karşısındakini yücelten sevimli bir özelliğe sahip olsa da, her türlü yapaylıktan ve gösterişten uzaktı. Uzaktan bakınca ilk anda büyük moda mağazalarının vitrinlerinde elinde şık bastonuyla ideal erkek güzelliğini betimleyen, kibirle hafifçe eğilmiş o pembe renkl balmumu hekelcikleri biraz anımsatsa da, yakından bakınca insanın üzerinde kibirli bir izlenim bırakmıyordu, burada çok sözkonusu olan (çok nadir rastlanır!) doğuştan gelen bir kibarlıktı, adeta bedeninin bir uzantısı gibiydi. Gelip geçerken herkese tek tek hem mütevazı hem de içten duygularla selam veriyordu, her an onun mevcut kibarlığını her fırsatta doğal bir tarzda sergilemesini gözlemlemek gerçekten bir zevkti. Bir hanımefendi vestiyere mi yöneldi, hemen hızlı adımlarla onun pardesüsünü getirmek için o taraf koşturuyordu, her çocuk için sevecen bir bakışı ya da esprili bir sözü vardı, hem hoşsohbetti hem de ölçülü biriydi; kısacası o, Tanrı’nın lütfunu esirgemediği insanlardan biriydi, gençlikten gelen cazibeleriyle insanlara güler yüzleriyle görünür, bu olumlu nitelikleri her defasında zerafete dönüştürürler. 







*Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat & Stefan Zewig

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder