18 Aralık 2021 Cumartesi

Batı Anadolu'da Yunan Mezalimi*


 

… .. 1335/1919 yılında Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti (Genelkurmay Başkanlığı) tarafından derlenip “İzmir, Ayvalık ve Aydın Havalisinin Yunanlılar Tarafından İşgali ve Yunan Mezalimi Hakkında Makamat-ı Askeriye’den Mevrud Raporları Havi İkinci Kitap” adıyla hazırlanan ve Başbakanlık Osmanlı Arşivinde yaptığımız çalışmalar sırasında tespit ettiğimiz Yunan İşgaline dair rapor, tutanak, protesto ve bildirileri matbu Osmanlıca metne sadık kalarak günümüz Türkçesiyle vermeye çalıştık. Maksadımız, özellikle güçsüz kaldığı dönemlerde tarihte büyük zulüm, işkence ve soykırıma maruz kalmış olan Türk milletinin genç temsilcilerine milli tarih bilincini güçlendirecek olay ve gerçekleri yönleriyle gözler önüne sermektir. Bir diğer maksadımız da bu dönemle ilgili çalışma yapacak olanlara yararlı olmanın yanında, arşiv ve kütüphanelerin tozlu raflarında kalan bu mühim eseri bilim dünyasına kazandırmak, o dönemin hadiselerini bütün açıklığıyla gözle önüne sererek, bu vatanın kurtarılmasında emeği geçen aziz şehitlerimizi rahmetle anmak, gâzilerimizi de yâd etmektir.

Bu eserin günümüz Türkçesiyle verilmesinin yanında, olayların daha iyi anlaşılabilmesi amacıyla, girişte 15 Mayıs 1919 tarihinde başlayan Yunan işgal olaylarının tarihçesinden bahsetmeyi yararlı gördük. … ..

… ..

… .. Yunanlılar; Avrupa’nın Rönesans ile birlikte önderlik etmiştir. Bundan dolayıdır ki, Batılı Devletler tarafından her türlü faaliyetinde maddi ve manevî bakımlardan desteklenmiştir. Batılılar, şefkatini, çocuklarının en haylazına hasreden çılgın bir anne gibi, Yunanlılara karşı yumuşak davranmış; siyasi, askeri ve ekonomik alanlarda daima desteklemişlerdir. Öte yandan XIV. asırdan başlayarak yakın dönemlere kadar Avrupalı aydınlar Yunan mitolojileri, felsefeleri ve sanatları labirenti içinde dolaşıp durmuşlardır.4* İşte bu tarihi arka plandan dolayı Avrupa kamuoyunun her zaman sempatisini kazanmış olan Yunanistan, fırsatları çok iyi değerlendirerek sınırlarını hep Türkiye aleyhine genişletmeyi başarmıştır. XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde

çengi

Sâliha Molla’nın otuz paralık bir para üzerine Mühr-ü Süleyman resmettirip oğluna götürüp “… .. … hani o hikâyede Şehzâde bir hazine içinde Mühr-ü Süleyman’ı bulmuştu da, o mühür sayesinde özellikle bütün cinleri, perileri yenmişti, hatırladın mı? İşte oğlum, o Mühr-ü Süleyman budur. Bunu al, üzerinde bulundukça cinden, periden asla korkma! Hepsi sana boyun eğerler,” diyerek oğluna vermişti.
Her ne kadar bu hile, Dâniş Çelebi’nin cesâretini arttırmayı sağlayabildiyse de  ne fayda ki, cinneti  en yüksek dereceyi bulmuş olan bu budala için mührün arttırdığı cesâret, yine delice bir cesâret oldu.
Bakınız, bu mühür ne gibi bir deliliğe sebep oldu, size anlatayım da anlayınız:

Bir yaz günü, Beykoz’da soylu ve görgülü kimselerden birinin, yine kendisi gibi soylu olan eş, cin peri alâmetlerinden bir hastalıklarla yatağa düşmüş olduğundan, büyü yapması için Sâliha Molla’yı dâvet etmişlerdi. Sâliha Molla, bir kaç gün Beykoz’da kalmaya mecbur olduğunu anladığından, oğlu Dâniş Çelebi’yi ise elinden gelse bir dakika yanından ayırmama sevdalısı olduğundan, bu defa da Çelebi Bey’i yanında Beykoz’a götürdü.
Mühr-ü Süleyman yanında değil mi? Artık neden korkusu olur? Çelebi cenapları, bir kaç zamandan beri edindiği cüretiyle, bir sabah Beykoz’dan kalkıp yaya olarak gezinerek gitmeye cesaret edebildi. 
Ancak, zihninden geçen kuruntuları ve hayâlleri dikkatten uzak tutmamalıdır. Ne yana baksa, cin ve peri hikâyelerinden birini kendisine hatırlatacak bir durum görebilirdi. ,
Sözün kısası, çayıra vardığında, bir de sol tarafına meraklı gözlerle bakınca Hükâr köşkü’nü görmesin mi?
“Görmesin mi” deyişimizden (gördüğünün) önem(in)i anladınız değil mi? Evet! İşin içinde bu önem vardı. Çünkü Dâniş Çelebi, o kırmızı köşkü görür görmez, bunun kırmızı zebercetten (Zümrüde benzeyen değerli taş) yapılmış olduğuna şüphe etmedi.
Ya kırmızı zebercetten yapılmış olan büyük bir köşk, insan elinden çıkmış binalardan olabilir mi? Ne mümkün! Dâniş Çelebi’nin zihni buna imkân verebilir? (Bu binayı) kesinlikle cinlerin, perilerin inşâ ettiği apaçıktır. 

Bu kuruntu başladığı gibi, Dâniş kuruntular denizinin tâ dibine kadar dalarak öyle bir duruma geldi

Vatanı Sattık Bir Pula - Namık Kemal’in Romanı *

Başkaldırı ve Yeni Osmanlılar

Bir Yıldız Doğuyor

Abdüllatif Paşa’nın Sofya’daki görevi sona ermiş ve aile yeniden İstanbul’a taşınmıştı. Dedesinin dostları Kemal’e Tercüme Odası’nda iş buldular.

Orada hem Fransızca öğreniyor hem de aydın gençlerle sohbet ediyordu. İşinden çıktıktan sonra Beyazıt’ta sahafları dolaşıyor ucuz kitaplar alıyordu. En büyük zevki buydu. ,

Yıl 1861, Namık Kemal Tercüme Dairesi’nde hem çok başarılı bir genç, hem de kitap kurdu olmuştu. Sahaflar çarşısında bir gün eski kitapları, el yazmalarını karıştırırken eline taş baskısı bir yazı tutuşturdular.

“Bu kaç para?”

“Yirmi para ver, heter.”

Kemal yirmi paraya o kağıdı, içinde ne olduğunu bilmeden aldı. Bir cde baktı, bir ilahi:


Hakk-tealâ azamet âleminin pâdişehi

Lâ-mekândır olamaz devletinin taht-gehi


Yani günümüz Türkçesiyle şöyle bir şey:

Yüce Tanrı evrenin padişahıdır. Ne meskeni vardır, ne de başkenti.

Kemal takıldı bu sözlere. Bu ilahiyi olsa olsa Derviş Yunus söylemiştir diye düşünmüştü. Sordu soruşturdu, hayır bu sözler Yunus Emre’nin değil, Şinasi adında bir gazetecininmiş. Peki, kimmiş bu Şinasi Efendi? Tasvir-i Efkâr gazetesini çıkaran bir Osmanlı aydını. 

Namık Kemal işini gücünü bırakıp düştü bu Şinasi Efendi’nin peşine. Sonunda ona ulaştı ve :

“Üstadım, “dedi. “Ben sizin hayranınızım, ne olur beni yanınıza alın. Sizin muininiz (yardımcınız) olayım!”

yakın tarih dersleri

Avrupa’ya ayak basıp, asimile olmayan tek topluluk Türk milletidir. Avrupalılar, Türk korkusuyla ilk olarak 1600 yıl önce Avrupa Hunları’nın hâlâ unutamadıkları hükümdarları Atilla vasıtasıyla tanıştılar. Daha sonra Selçuklular’ın Anadolu’yu fethedip, Bizans’ı sıkıştırmaları üzerine Papa’nın kışkırtmasıyla 1095’ten itibaren üzerimize Haçlı Seferleri başladı. Avrupa asırlarca Türkler’i Avrupa ve Anadolu’dan atmak için uğraştı.

18. yüzyılın sonlarında Avrupa’nın eski Yunan’ı kendi medeniyetinin temeli olarak görmesi sonucu Osmanlı İmparatorluğu’na karşı yeni bir düşmanlık başladı. Osmanlılar, Avrupa medeniyetinin kurulduğu topraklardaki Hristiyanlar’ı idare dene despolardı. Hristiyanlar’ın Müslüman hâkimyeti altında yaşamaya mecbur olmaları Avrupa için ayıp olarak telakki edildi. Bağımsız olmaları için Yunanlılar’dan başlayarak Osmanlı hakimiyeti altında yaşayan Hristiyanlar’a destek verildi. 

Batılılar, kendilerine yakın buldukları dini ve etnik gruplara arka çıkıp, silah ve mühimmat verip, Türkiye’nin aleyhine kışkırttılar. Daha sonra da Türkler “Hristiyanlar’ı katlediyor” diye yaygara yapıp, siyası ve askerî baskı sonucu özerklik elde ettiler. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın baskısı sonucu 19.  yüzyılın başlarından itibaren Yunanistan, Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan gibi ülkeler Osmanlı İmparatorluğu’ndan birer birer koparıldı. Osmanlı hakimiyetindeki Hristiyanların özerklik ve bağımsızlığını ise asırlarca beraber yaşadıkları Türkler’in katletmesi katledilmesi takip etti.

 Batı’da Türkiye’nin aleyhine faaliyet gösteren terör örgütlerine büyük bir hayranlık var. Avrupa kamuoyu ve aydınları , 200 yıl önce de on binlerce Türk kadın, çoluk, çocuk demeden katledip, mezarlar açılıp, kemikleri bile yakılırken Türkler zalim, Yunanlılar mazlum olarak görülmüştü. Batı’nın Türkler’e karşı asırlardan beri süregelen önyargıları hâlâ devam ediyor.

Osmanlılar, imparatorluğun dağılmasını önlemek için 19. yüzyılda ardı ardına reformlar yaparak devleti ayakta tutmaya çalıştılar. II. Mahmud'un reformlarını Tanzimat reformları izledi. Yapılan reformların sonucunda meydana gelen ortamda çok farklı bir nesil yetişti. Geleneksel yapıdaki büroktrat ve ulemanın yerini Batılı tarzda düşünen aydınlar ve bürokratlar aldı. İmparatorluğu kurtarmak için fikri, askeri, siyasi ve

vurgun & parsel parsel-2

* Melih Gökçek’in istifa ettirilme sürecinde, yerine geçmesi için Erdoğan’a önerdiğiiddia edilen isim “FETÖ abisi” miydi?,

* Ankara Ticaret Odası (ATO) seçimlerinin perde arkası…Melih Gökçek’in ATO oyunları… Gidip gelen listeler, isitfa etmesi istenenler…

* FETÖ itirafçısı, Gökçek’in atadığı FETÖ’cüleri isim isim açıkladı…

* Nihat Hatipoğlu’nun kardeşi, Gökçek’in en yakınındaki isme nasıl rüşvet vedi?

* Belediyeden çıkarılan FETÖ’cüler hangi üniversiteye, hangi kadrolarla yerleştirildi?

* Gökçek’in belediyeyi neredeyse birlikte yönettiği o dört FETÖ’cü isim kimdi?

* FETÖ Ankara’yı nasıl parselledi? mütevelli bölgesi yöneticileri kimlerdi? Keçiören, Çankaya,Sincan ve Altındağ mütevelli bölgelerinin alt bölgeleri nerelerdi? Onbların yöneticileri kimlerdi?

* Belediyeden FETÖ^ye himmet hangi yollarla aktarılıyordu?

* Melih Gökçek’in Mansur Yavaş’a kurduğu o kumpasın tüm ayrıntıları…

* Erdoğan’ı nasıl tehdit etti?

* Melih Gökçek’in isitifa ettirilmesinden bir ay önce Nevin * *       Gökçek’in evine aldığı mobilyalar nasıl belediyeden ödettirildi? 

* Gökçek istifa etmeden aylar önce aktarılan milyonlar…

* 36 metrekarelik stand için 25 kişi Cidde’ye nasıl gitti?


Tarih 25 Eylül 2021

Ankara’da bir akşam üstü gazetecileri şaşırtan bir gelişme oldu.

Haber merkezlerine Melih Gökçek’in savcıya ifade verdiğib bilgisi düşmeye başladı.

Eski Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Melih Gökçek, başkanlığı döneminde FETÖ’ye imar konularında rant sağladığı yönündeki saytısız iddiaların ardından soruşturma kapsamında savcıya ifade

6 Aralık 2021 Pazartesi

Muhteşem Gatsby*

… ..Söz konusu 1920s.’ler olduğunda ilk akla gelen isimlerden İrlanda asıllı Amerikan yazar Francis Scott Key Fitzgerald, 24 Eylül 1986’da Minnesota, St. Paul’da doğdu…. ..

.. .. Myrtle’ın kız kardeşi Catherine otuz yaşlarında, bembeyaz pudralı tenli, kızıl küt saçlı, zayıf yapılı, zevkine düşkün, görmüş geçirmiş bir kadındı. Yolduğu kaşlarının yerine çok daha havalı bir çift kaş çizmişti, ama eski kaşları doğal olarak yeniden çıkmak istediği için şimdi yüzüne donuk bir ifade ketıyordu. … ..

… ..

Vedalaşmak için yanına gittiğimde, Gatsby’nin yüzünde sabahki şaşkın ifadeyi yeniden gördüm. Sanki o anlık mutluluğundan küçük bir şüphe duymaya başlamıştı. Neredeyse beş yıl demek! O g,n, hayallerinde ki ile gerçek Daisy’nin arasındaki farkı görmüş olmalı. Bu elbette Daisy’nin hatası değildi.Gatsby yıllar boyunca onu kafasında büyütmüş, olmayacak hayaller peşinde koşmuştu.Şimdi bu hayallerin ne kadar ileriye gitmiş olduğunu keşfediyordu. Yıllar geçtikçe daha da şiddetli bir tutkuyla hayaller kurmuş, önüne çıkan her kuştüyünü bir araya getirip zihninde bir yuva inşa etmişti…   Yalnız bir adamın kalbindeki ateşi hiçbir su söndüremez. ... .. 

… ..

Bu mavi körfeze ulaşabilmek için çok yol kat etmişti.  Yıllardır hayalini kurduğu şey, elini uzatsa kavrayabileceği kadar yakındı. Başarısız olmasına imkân yoktu artık. Ancak bilmediği şey, hayalinin çoktan gerilerde bir yerde, şehrin o anlaşılmaz ışıklarının ardında, gizemli gökyüzünün altında uyuyan ülkenin karanlık bölgelerinden birinde kalmış olduğuydu. … ..

… .. İşte Böyle, akıntıya karşı seyreden tekneler misali durmaksızın ilerlemeye çabalarken bir anda kendimizi başladığımız noktada buluveriyoruz.


Sahaf Mendel*

 … .. Yahudi asıllı Galiçyalı bir sahafın sade, bir o kadar da iç burkan hikâyesinde Zweig eşsiz anlatımıyla sıradan bir öyküyü devleştirir. Sadece kitaplardan oluşan dünyasında kendi halinde yaşayan, inanılmaz bir hafızaya sahip Jacop Mendel yalnızca bir sahaf değil, bir kitap antikacısıdır. Kütüphanelerde , arşivlerde, sahaflarda aradığını bulamayan herkes “kitap sihirbazı ve simsarı” , tüm kitapların miraculum mundi’si* olarak bilinen Mendel’de aradığını bulur.Eşsiz hafızası, müşterileri arasında çok önemli kişilerin bulunması Mendel’e ün sağladığı gibi onu kitapseverler ve kollleksiyonerler  için de vazgeçilmez yapar. Yazar hatırlamak, ölümden sonra hatırlanmak  ve unutulmamak gibi temaları ele alırken, savaşın yıkıcılığını, antisemitizmi ve buna direnişi son derece duygusal bir tonda gözler önüne serer. Tümüğyle bir savaş karşıtı olan Zweig bu öyküsünü yazarken birkaç yıl sonra patlak verecek Yahudi düşmanlığının nasıl korkunç boyutlara varacağını tahmin etmemiştir kuşkusuz. ... ..
... .. İlk kez 1927'de basılan Görülmeyen Koleksiyon'da Berlin'li ünlü bir sanat koleksiyonerle karşılaşmasının hüzünlü öyküsünü anlatılır. Birinci Dünya Savaşı'nın üzerinden on yıl geçmiştir. Dünyada ekonomik bunalımın patlak verdiği yıllardır. Hiperenflasyonun Almanya'yı esir aldığı, küçük bir ekmeğin yüzlerce milyon marka satın alınabildiği yıllar.
Savaşın ve beraberinde getirdiği enflasyonun neden olduğu yoksulluğu son derece dokunaklı bir şekilde gözler önüne seren Zweig, insanlığın Birinci Dünya Savaşı'yla başlayan olumsuz dönüşümüne ışık tutarken unutulan değerleri hüzünle hatırlıyor, hatırlatıyor. Bir yanda altmış yıl boyunca hiçbir şahsi harcama yapmayan, artırdığı her kuruşla koleksiyonuna değerli bir parça katmak için uğraşan sanat âşığı bir koleksiyoner, diğer yanda "Venedik'teki muhteşem ilk özgün baskıların bilmem kaç dolarlık bir tabakaya, Guercino'nun ben-anlatıcının "tuhaf insanlar" dediği yeni zenginler. ... ..

5 Aralık 2021 Pazar

Okçu'nun Yolu*

 

    Oğlan şaşkınlıkla yabancıya baktı. "Kentteki kimse Tetsuya'nın elinde yay görmemiştir, " diye karşılık verdi. "Buradaki herkes onu marangoz olarak bilir."

    "Belki de vazgeçmiştir, çekinmiştir, orası beni ilgilendirmez," diye üsteledi yabancı. "Ama sanatını kenara bıraktıysa, artık ülkenin en iyi okçusu kabul edilemez. Ben onca gündür bunun için yollardayım: Ona meydan okumak ve artık hak etmediği şana nokta koymak için." 

    Oğlan tartışmanın fayda etmeyeceğini anladı: En doğrusu, yabancı yanıldığını kendi gözleriyle görebilsin diye onu marangoza götürmek olacaktı.

    Tetsuya evinin arka tarafında bulunan atölyede çalışıyordu. Gelenin kim olduğunu görmek için arkasına döndüğünde dudaklarındaki tebessüm dondu kaldı. Gözlerini yabancının taşıdığı uzun bohçaya dikti.

    "Aynen düşündüğünüz gibi," dedi yeni gelen adam. "Buraya geliş amacım efsaneleşen şahsınızı küçük düşürmek ya da kışkırtmak değil. Tek isteğim, yıllarca yaptığım talimlerin sonucunda artık kusursuzluğa ulaştığımı ortaya koymak."

Tetsuya önündeki işe dönmeye yeltendi; bir masanın bacaklarını takıyordu.

    "Koca bir nesle örnek teşkil etmiş bir adamın sizin yaptığınız gibi ortadan kaybolması yakışık almaz," diye konuşmayı sürdürdü yabancı. "Öğretilerinize uydum, okçunun yolundan şaşmamak için itina gösterdim, beni ok atarken izlemenizi hak ediyorum. Ricamı yerine getirirseniz sizi rahat bırakacağım ve ustaların ustasının yerini kimselere söylemeyeceğim."

30 Kasım 2021 Salı

İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı*


… ..  Özellikle 18. yüzyıl Osmanlı dünyasının Avrupa’yı ve Rusya’yı bazen nahif, bazen ustaca gözlemlediği bir dönemdi. Dahası bu gözlem ve mukayese artık yazıya ve tanıtıma konu olmuştu. Doğulular savaş meydanlarında, sonra ticarette yüz yüze geldikleri Avrupa’yı daha yoğun bir biçimde izlemeye başlamışlardı. 18. yüzyıl Osmanlı sefaretnameleri bugün Avrupa tarihçilerinin kendi toplumlarının o dönemdeki tarihi kesitini anlamak için kullandıkları kaynaklar arasında yer alıyor. 18. yüzyılın Osmanlısı Avrupa ve Rusya’ya çalkantılı bir fikir iklimi içinde bakmıştır.  Ana bu bakış ve bilincin bile Osmanlı dünyasında önemli değişimlerin var olduğunu gösterir. .. ..

… .. Tanzimat iktisadi, toplumsal, kültürel yönlerden araştırıldıkça ve değerlendirmeler Türkiye ve dünya tarihinin koşulları içinde yapıldıkça daha soğukkanlı yorumların ortaya konacağına kuşku yoktur. Her şeye rağmen Tanzimat hareketi Türkiye tarihinde toplumu ileri götüren ve çığır açan bir rol oynamıştır. Tanzimat devri tarihi ne dramatik, ne grotesk, ne de mutantan bir tarihtir, kelimenin tam anlamıyla bir trajedidir. Trajik bir çözülmezliğin içten içe, ağır ağır kaynamasıyla tarihin ilerlediği bir zamandır. Bir toplumun kurumlarıyla, gelenekleriyle, devlet adamlarıyla kaçınılmaz bir yazgıya doğru ilerlediği, karanlığın ve gafletin yanında fazilet ve aydınlığın ortaya çıktığı, çöküşle ilerleyişin boğuştuğu, Osmanlı tarihinin en uzun asrıdır.

Tanzimat devrinin modern Türkiye’nin oluşumundaki payı büyüktür. Bir toplumu sadece ekonomik gelişim çizgisiyle değerlendiremeyiz. Bazı Ortadoğu ülkeleri 19. yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti ile aynı yerden yola çıktıkları halde, sosyal, siyasal, kültürel yönden bugün Türkiye ile aynı tarihsel dönemeçte değilseler, siyasal ve

28 Kasım 2021 Pazar

Mukayeseli Dinler Tarihi*

… .. XIX. yüzyılda ilmin ilerlemesiyle insanların maddi ve manevi bütün ihtiyaçlarının karşılanacağını ileri süren pozitivist filozofların gayretleri bu konuda neticeyi değiştirmemiştir. İlim ve teknolojinin yeni boyutları da insanoğlunun dinden uzak kalmasına engel teşkil etmemiş, bilakis dine dönüşü süratlendirmiştir.  Zira ilim ancak sahasına sokabileceği hadiseleri çözebilir. Hatta bunların bazılarının da metafizik mesele olarak kabule mecbur bırakır. Bu duruma göre ilmin, dinin yerine geçmesine hiçbir şekilde imkân yoktur. Bu ifadeden ilme karşı olduğu sanılmamalıdır. Çünkü ilâhi din ilme karşı değildir. O, akla dayanır, akıl ve ilim vasıtasıyla gerçeği ispat imkânını bulur, ayrıca ilmi teşvik eder.


İngiliz filozofu Herbert Spencer (1820-1903) ilmin ilerlemesiyle din ihtiyacının daha iyi anlaşılacağını söyleyerek şöyle der. “İlmin ilerlemesi açık olarak gösteriyor ki hakikatini açıklayamadığımız ve anlayamadığımız mutlak bir kudret vardır. Buy kudret her yerde tecelli ediyor.”


Dhasksley’e göre dinle fen öyle ikiz kardeştirler ki birinin yok olması diğerinin de ölümü demektir. Çünkü fen dindar olduğu vakit yükselir. Din de temelinin fennen derin olması nisbetinde büyür. Filozofların büyük eserleri zekâlarının değil, çok dindar ve ruhlarının mahsulüdür. Buna göre pozitivizm bugün artık kuru bir iddiadan ibarettir.

Rene Descartes der ki: “İlmin kendine mahsus mâlikânesi vardır. Onun konusu laboratuvara girebilen olaylardır. Dinin konusu ise insandır, her ikisi de kendi sahalarında söz sahibidirler. Birbirlerine asla müdahale etmezler.”

Amerikalı pragmatist William James de bu hususta,  “... İlim ile din kâinatın hazinelerini açmak için kullandığımız iki değerli anahtardır.” demiştir.

21. Yüzyılda Kutsalın Dönüşü*

Sosyolojinin bugün en fazla ilgi çeken konularından biri şüphesiz “din ve modernite” ilişkisidir. Yıllardır tartışılan bu ilişki üzerine ortaya konan en baskın teori ise “sekülerleşme tezi”dir. Aydınlanma decrine kadar götürülebikecek olan sekülerleşme tezi modernleşmeyle birlikte gerek toplumsal gerekse bireysel bilinç düzeyinde dinin gerileyeceğinive zamanla yerküreden tamamen silineceğini öngörmüştü. “Ne kadar modernleşme, o kadar sekülerleşme “ diye özetlenebilecek bu tezin savunucusu olan Batılı sosyal bilimcilerin çoğu, bu öngörüyü sadece objektif- bilimsel verilerden hareketle veya dünyanın gidişatını gözlemleyerek değil, ideolojik bir bakış açısıyla gerçekleştirmişlerdi. Yani tezin ardında ”böyle olmalıdır!” iması vardı…. ..

.. ..

Aslında sekülerleşmeyi toplumsal, bireysel bağlamları açısından ayrı ayrı tanımlamakta yarar var. Çünkü kurumsal alanda meydana gelen sekülerleşme, toplumsal ve bireysel sekülerleşmenin mutlaka gerçekleşmesi anlamını taşımıyor. Conrad Ostwalt’ın “Seküler Çan Kuleleri” başlıklı makalesi bu noktada fevkalade aydınlatıcı. … .. Ona göre din, kültürel alanda varlığını farklı formlarda devam ettiren, ama aynı zamanda “modern”den etkilenen bir olgu; yani günümüzde kutsal ve seküler alanlar arasındaki sınırlar giderek belirsizleşiyor. “Sekülerleşme Teorileri Bağlamında Türkiye’de Din ve Türkiye’de Din ve Modernleşme” başlığını taşıyan şahsıma ait makalede Ostwalt!ın “etkileşim tezi”ne katkıda bulunuyor. … ..

… ..


Sekülerleşme kavramı din ile devletin birbirlerinden ayrılması, yahut insanların hayatlarını istedikleri gibi yaşayıp, istedikleri dini geçebilmeleri anlamında da kullanılmaktadır.Ama bu kullanım sosyoloji literatüründe herhangi bir tartışmaya neden olmamıştır. Sekülerleşme tezine karşı çıkanlar “Sekülerleşmeden maksat bu olsaydı zaten ortada bir tartışma olmazdı!” demektedirler. Onlara göre sekülerleşme teorisinin temel iddiası, din-devlet ayrımı veya dini otorite gibi konularda çok daha öte bir

İslâmofobi İmparatorluğun Siyaseti*

… .. “Karanlık Çağlar” olarak bilinen Ortaçağ’da Avrupa tam bir kültürel duraklama devrini yaşarken, Endülüs olarak anılmaya başlayan İslâm yönetimindeki İber yarımadası, kültürel açıdan büyük bir gelişme ve zenginleşmeye tanıklık etti. Müslüman yönetimler tarafından sadece Endülüs’te değil, Abbasi Hanedanı yönetimindeki Bağdat’ta açılan sayısız kütüphanede Grek, Farsî vb. birçok eser Arapçaya çevrilirken, muhteşem bir irfan yuvası haline gelen Cordoba’da felsefe, tıp, astronomi,mimari, hatta imar ve şehircilik alanlarında muazzam bir ilerleme kaydedildi. … ..

… .. Düşünecek olursak, Avrupa Yakın Doğu’daki bilim adamlarına minnettar olmalıdır. İslâm İmparatorlukları, çeşitli kültürlerin şahaserlerinin tercüme edildiği koca bir dönemi yönetmiş, Müslüman bilim adamları bilimsel nitelikli Pers ve Grek kavramlarının üzerine bina ettikleri çalışmalarla modern bilimin gelişmesine ve Rönesansa önayak olmuştur.

Avrupa, on ikinci yüzyılın başlarında karanlık çağlardan yavaş yavaş çıkmaya başlarken, Avrupalı aydınlar kaybettikleri zamanı telafi etmek için İslâm imparatorlukları tarafından açılan kütüphanelere doluştu. Bu dönem insanlık tarihinin en büyük eserlerinin, bu kez de Arapça’dan Avrupa dillerine tercüme edilmesine tanıklık ederken, Avrupalı aydınlar Yakın Doğulu düşünürlerin söz konusu sürece engin katkılarını messetmeye başladı. Zachary Lockman, bu dönem için şöyle konuşur:


Tıp, matematik astronomi ve diğer bilim dallarında Arapça’dan çevrilen yazmalar/belgeler, Ortaçağ Avrupası’nda asırlar boyunca ders kitabı olarak okutulurken, İbn Sina (980-1037), İbn Rüşd (1135-1204) gibi Arapça yazan Yahudi filozofların eserleri hevesle okunupo tartışılarak Ortaçağ’ın Hıristiyan filozofları ile ilahiyatçılarını kuşaklar boyunca etkisi altına almıştır.


İbn Sina’nın eserleri her ne kadar Latin Kilisesi tarafından reddedilmiş olsa da böylesi

milenyum tarikatları*

… .. Bir kadın ve bir erkek… Birlikte yaşıyorlar ama evli değiller. Bir tatil beldesindeler. Kahvaltılarını yapmış, sahilin keyfini çıkarıyorlar. Çok sevdikleri köpekleri de hemen önlerinde yüzüyor. O da ne… Köpek suyun üzerinde bir batıp bir çıkıyor. Adamcağız köpeği kurtarmak için elbiseleriyle denize atlıyor, ancak köpeği kurtarmaya çalışırken kendisi boğuluyor. Kadın ağlamaya başlıyor. Herkes hayatını kaybeden erkek arkadaşı için yas tuttuğunu zannederken, kadının ağzından çıkan birkaç kelime tüm görüntüyü değiştiriyor. “Eyvah! Kredi kartları cebindeydi… Şimdi ben tatil masraflarını nasıl ödeyeceğim?...

1990 yılında Londra’da katıldığım Hare Krishna töreninde seyrettiğim bir skeçti bu. Bir akşam üzeri metro çıkışında elime tutuşturulan broşürün daveti üzerine gitmiştim törene. Hint kökenli Hare Krisna hareketinin İngiltere’ye gelişinin 25. yılını kutlamak için düzenleniyordu tören. Mekân ise binlerce kişilik kapasitesiyle Camdan Town Kültür Merkezi’ydi. Salonun çoğunluğunu İngilizler oluşturuyordu. Törenin en ilginç yanı ise vejetaryen yemekler ve nihayetinde dakikalarca alkışlanan  bu skeçti.

Batılı insanın yaşadığı düşünülen buhranı ve günlük hayatı anlamlandıran manevi duruştan ne kadar uzaklaştığını vurgulayan bir akımdı Hare Krishna. Deyim yerindeyse Batı’yı istila eden Doğu kökenli onlarca dinî akımdan biriydi. Doğu’nun binlerce yıllık kültür ve inanışlarını temsil eden bu akımlar, Batı için oldukça yeniydi. Benzer özellikleri yansıtan dinî akımlar sadece Doğu’ya ait değildi. Batı Hıristiyanlığı içerisinde de boy gösteren onlarca akım vardı. Aralarındaki en belirgin ortak nokta ise modern insanın kutsalla ilişkisine vurguda bulunmalarıydı.

Batı’nın 1970’li yıllardan bu yana yeni dinî akımlarla gerçekleştirdiği tecrübe hayli renkli oldu. Bunlar geniş bir yelpazeye yayılıyordu. Son derece makul ve iyi niyetli akımlardan inanılmaz inanç ve ibadet şekilleriyle karşımıza çıkan ve daha çok “kült” ismiyle anılan akımlara, kıyameti yaşamamak için intiharı tercih eden gruplara kadar uzandı bu tecrübe.

… .. 

1970’lerden bu yana gerçekleşen bütün olaylara birçok açıklama, yorum, analiz eşlik etti. Yeni dini

17 Kasım 2021 Çarşamba

Bilinmeyen Osmanlı*

.. ..Tarihe bakış açımız 600 yıllık Osmanlı tarihinin iyiliklerini de kötülüklerini de görebilecek bir gözlükle olacaktır. Yoksa kötülük bulunmayan hiçbir tarih devri mevcut değildir. İyilik tarafı bulunmayan tarih devri de yoktur. Tarihe böyle bakanlar, kendileri yanıldıkları gibi, başkalarını da yanıltırlar. Allah etmesin, böyle bakış açısı olanlardan biri bin sene yaşayacak olsa, hayalindekine uymadığından Hz. Ömer’in idaresini bile tenkit edecektir. Unutmayacağız ki, tarih boyunca iyilikleri kötülüklerine ve sevaplarına hatalarına ağır basanlar, her zaman mağfiret ve affa müstahaktırlar. Allah’ın haşirdeki adaleti de böyle tecelli edecektir. 

Osmanlı Devletini teşkil eden fertler ma’sum ve günahsız değillerdir. İçlerinde I. Murad, II. Murad, Fâtih, Yavuz ve II. Abdülhamid gibi “veliyullah” mertebesinde fertler bulunduğu gibi, içki ve benzeri günahları irtikab eden şahıslar da bulunabilir. Osmanlı tarihi boyunca nazari plânda İslâm’ın bütün düsturlarının kabul edilerek tatbik edildiği bir vâkı’adır. Ancak tatbikatta bu esaslara muhâlefet edenlerin bulunduğu da bir vâkı’adır. Her ikisini de inkâr etmek mümkün değildir. Her şeyde olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nin iyilikleri de vardır, hataları da vardır. Ancak 600 sene boyunca hasenâtının seytiâtına ağır bastığı içindir ki, kader-i İlâhi bu uzun süre içinde İslâm’ın bayraktarlığı ünvanını onlara ihsân etmiştir. Seyyiâtı hasenâtına ağır basınca da, bu şerefli ünvan yine kaderin hükmiyle ellerinden alınmıştır. En kötü zamanlarda bile, değil içki gibi İslâm’ın açık bir hükmüne muhâlefet, içtihâdi meselelerde dahi şer’î hükümlere ri’ayet etmek için elden gelen gayreti gösterdiklerini, sayıları milyonları bulan arşiv belgeleri isbat etmektedir. Nitekim bir hatt-ı hümayûnda Osmanlı sultanı şer’-i şerife bağlılığını şöyle açıklıyor:

“cümlemizin başı şeri’at-ı mutahharaya bağlu oldığından kâffe-i ef’al ve harakâtımızı ana tatbik etmeğe sa’y eder isek, ol vakit ruhaniyât-ı paygamberî dahi hoşnud ve razı olarak Cenab-ı Hayr’un Devlet-i Aliyyemiz’de fevz ü nusret ü tevfikât-ı samedaniyesine mazhar dereceğine kat’â şüphe yokdur.”

Elbette ki tarihe tenkit gözüyle bakacağız. Ancak insanı tenkide sevk eden sebep tenkit ettiği şeye duyduğu nefret hissinin tatminidir; düşmanın ayıbını görerek tenkit etmek gibi. Yahutta tenkit ettiği kişiye karşı beslediği şefkatin tatminidir.; dostunun ayıbını görüp tenkit etmek gibi. İşte özellikle tarih alanında, doğru veya yanlış olması muhtemel olan aleyhteki bir konuda (Yıldırım’ın intihar etmesi ve içki içmesi

Osmanlı'da Eğitim Öğretim

Osmanlı Öncesi

-Genel Eğitim ve Öğretim Veren Merkezler ve Medreseler

-İhtisas Medreseleri

Osmanlı Dönemi


BU metin bize Osmanlı devlet adamlarının ilme bakışlarını açıklamaktadır.. Yine bu bilgiden eğitim öğretimin ilk hedefinin ilim ilke hikmetin izahı, sonra fazilet, marifet, din, şeriat; insandaki kabiliyet ve Allah ver4gisi özelliklerini geliştirmek olduğunu anlıyoruz. … ..

Osmanlı medreselerinde “Ulûm-ı âliye” (alet ilimleri, denilen kelam, mantık, belagat, lügat, nahiv, matematik, astronomi, felsefe, tarih ve coğrafya gibi bilimlerin yanında, “Ulûm-ı âliye (yüksek ilimler) denilen Kur’an ilimleri, hadis, tefsir ve fıkıh gibi ilimler okutulurdu.

-Örgün Eğitim-Öğretim Müesseseleri

Sıbyân Mektepleri

İlk eğitim ve öğretimi veren bu mektepler, beş-altı yaşlarındaki çocuklara okuyup yazma, bazı dini bilgiler ve dört işlemden ibâret olan matematik dersleri verilirdi. … ..

… ..

Bununla beraber 1846 tarihli bir tezkireden Sıbyân Mektepleri’nin tahsil müddetinin dört yıl kadar olduğu anlaşılmaktadır. 1869 tarihli Maarif-i Umûmiye Nizamnâmsi’nde bu müddet muhafaza edilmekte ve maktebe devam mecburiyet yaşı erkekler için yedi, kız çocukları için altı olarak tesbit edilmektedir. … ..

Bu mekteplerde teneffüse ihtiyaç görülmemesi, derslerin fâsılalarla verilmesinden ileri geliyordu. Hoca bir kısım talebeler ile meşgul olurken diğerleri serbest kalıyorlardı. Bu arada isteyen çalışır, isteyen yazı yazar, arzu eden bira dışarı çıkabilirdi. Bir şey yapmadan oturan öğrencilere de müdahale edilmezdi. … ..  Sıbyân Mektebi tabiri, resmî olarak “İbtidaî” mekteplerin açılışına kadar devam etmişti. Bundan sonra “Sıbyân Mektebi” tabiri, yerinin “Mektâtib-i İbtidaiyye” diye adlandırılan ilkokullara bırakmıştır. … ..

13 Kasım 2021 Cumartesi

Zamanın Kısa Tarihi*


… ..  Artık galaksimizin, modern teleskoplar kullanılarak görülebilen yüz milyarlarca galaksiden biri olduğunu biliyoruz; ki bu galaksilerin her biri de yüz milyarlarca yıldıza sahip. Şekil 3.1 galaksimizin başka bir galakside yaşayan birisine görünmesi gerektiğini düşündüğümüz haline benzer bir sarmal  galaksinin resmini göstermektedir.

Yavaşça dönen ve yaklaşık yüz bin ışık yılı uzakta olan bir galakside yaşıyoruz ve sarmal kollarında bulunan yıldızlar galaksimizin merkezi etrafında  yaklaşık birkaç  yüz milyon  yılda bir dönüşlerini gerçekleştiriyor. Güneşimizse galaksimizin sarmal  kollarından birinin  iç kenarına yakın, normal boyutlarda, sıradan bir sarı yıldızdır. Hiç şüphesiz Aristoteles ve Ptolemaios’un dünyanın evrenin merkezi olduğunu düşündüğü zamandan bu yana çok yol katettik!

Yıldızlar öylesine uzaktadırlar ki bize ışık noktaları gibi görünürler. Onların ne büyüklüklerini nr de biçimlerini görebiliyoruz. O halde birbirinden farklı yıldız türleri olduğunu nasıl söyleyebiliyoruz? Yıldızların büyük bir çoğunluğunun gözlemleyebildiğimiz  yalnızca tek bir karakteristik özelliği vardır: yaydıkları ışığın rengi. Newton, güneşten gelen ışığın, prizma olarak adlandırılan üçgen şeklindeki bir cam parçasından geçmesi durumunda, bir gökkuşağındaki gibi bileşen renklerine  (tayfına) ayrıldığının keşfetti. Tek bir yıldıza ya da galaksiye bir teleskopla odaklanarak, o yıldız ya da galaksiden gelen ışığın tayfını söz konusu  şekilde gözlemleyebiliriz. Farklı yıldızların farklı tayfları fardır, fakat farklın renklerin göreli parlaklığı akkor bir neneden yayılan ışıkta bulmayı beklediğimiz şeyle tamamen aynıdır. (Hatta herhangi bir opak akkor nesnenin yalnızca sıcaklığına bağlı olan karakteristik  bir tayfı, eşdeyişle termal bir

Puşkin & tüm öykü ve romanlar

 

… .. Aleksandr Puşkin her şeyden önce ozandır. Rus ve dünya yazınına “Ruslan ile Ludmila”, “Çingeneler”, “Bahçesaray Çeşmesi,” “Kafkas Tutsağı”, “Yevgeni Onegin“ gibi anlatı - şiirler de bulunan ölümsüz bir şiir mirası bırakmıştır. Fakat onun “Byelkin’in Hikâyeleri”, “Yüzbaşının kızı” vb. öykü ve romanları da şiir türündeki yapıtlarından daha az ünlü değildir. Hatta, şiir çevirisinin özel güçlükleri nedeniyle, kendi ülkesi dışında şiirlerinden çok, öykü ve romanlarıyla tabındığı söylenebilir. … ..

… ..

Büyük Petro’nun Arabı

Byelkin’in Hikâyeleri

Atış

Tipi

Tabutçu

Menzil Bekçisi

Köylü Genç Bayan

Goryuhino Köyü

Muhtar Trifon

Mektuplarla Roman

Roslavlev

Dubrovski

Maça Kızı

Kırcali

Mısır Geceleri

1 Kasım 2021 Pazartesi

Parsel Parsel*

 

… .. Melih Gökçek ve oğullarının, çevresindeki aşağı yukarı yüz kişilik bir grubu bilinçli ve kasıtlı şekilde ihya ettiklerini,televizyon kanalı, spor kulübü ve vakıf bağlantılı bazı kişileri nasıl Ankara’nın en zenginleri yaptıklarını okuyacaksınız. 


Mesele şu ki bu  zenginleşmeyi kendi paralarıyla değil, kamu kaynakları ile yani sizin benim paramla yaptılar.

Cumhuriyet tarihinde kamu kaynağının böylesine umursamazca ve sorumsuzca harcandığına daha önce hiç tanık olmamıştım.

Yazdıkça şaşırdım.

Aynı adreslerde mantar gibi kurulan şirketlere aktarılan , milyarlarca liraya ulaşan paraları görünce şaşırdım.

Ama Ama şaşırdığım başka bir konu daha var. 

Her vesile ile ekranlarda, kürsülerde “kul hakkı”  , ”vicdan” , “adalet” diyen iktidar temsilcilerinin , siyasetin ve medyanın sessizliği.

Daha da şaşırtıcı olan ise yargının ilgisizliği…

Okudukça göreceksiniz ki Melih Gökçek ve oğullarının yargılanmaması anormal bir durumdur. Hakkında bu kadar çok suç duyurusu, şikâyet ve yasalara aykırı iş, işlem olan bir kişinin en azında savcılar tarafından çağrılıp ifadesinin alınması lâzım.

Bir tweet için sıradan hyuttaşın peşine düşen yargı, konu Melih Gökçek olunca “görevi ihmal”den öte bir kayırmacılık içinde … Bir el veya birileri yıllardır Gökçekleri açık bir şekilde koruyor. … ..