Jack London’ın yarı otobiyografik romanı Martin Eden, 20. yüzyıl başında sosyal ve ideolojik meseleler ağırlıklı içeriğiyle Amerikan edebiyatında büyük ölçüde kabul görmüştür. London farklı sınıflar arasındaki zihniyet ve değer farklarını gözlerimizin önüne sererken, statü ve servetin Amerikan toplumundaki hayati önemine işaret eder. Romanın ana temalarından biri, başarı ve refah yolunun sosyal sınıf farkı gözetilmeksizin herkese açık olduğu şeklinde özetlenebilecek Amerikan Rüyası’dır Ya da bu idealin yarattığı muazzam hayal kırıklığı…
… .. Martin’in aşkı uğruna eğitimsiz genç bir işçiden başarılı ve rafine bir yazara dönüşüm mücadelesini anlatır. Kahramanı hedefine ulaştığında ise motivasyonunu ve heyecanını çoktan yitirmiş, trajik bir sona doğru sürüklenmektedir artık…
Sonra döndü ve kızı gördü.Beyninden peş peşe geçen görüntüler o anda silindi. Solgun, semavi bir varlıktı; insanın ruhuna işleyen kocaman mavi gözleri, altın sarısı gür saçları vardı. Üzerine ne giydiğinin farkına varamadı, ama giysilerinin de en az kendisi kadar muhteşem olduğunu biliyordu. Onun narin sapının üzerindeki soluk altın sarısı yapraklarıyla zinya çiçeğine benzetti. Ama hayır, bir ruhtu o, ilahi bir varlıktı, tanrıçaydı; böylesine yüce bir güzellik bu dünyaya ait olmazdı. Yoksa kitaplar doğru mu söylüyordu, üst tabakalarda onun benzerleri çok muydu? Swinburne denilen o adamın yazdığı şiirlerde geçen biri olabilirdi pekâlâ. Belki şair, sehpanın üzerinden aldığı kitapta okuduğu şiirde Iselut’u betimlerken aklında bu kıza benzeyen biri vardı. Tüm bu görüntü, duygu ve düşünce bolluğu bir anda zihnine hücum etmişti. İçinde hareket ettiği gerçeklik hiç sekteye uğramamıştı. Kızın elinin kendisine doğru uzandığını gördü. Kız doğrudan gözlerinin içine baktı ve bir erkek gibi samimiyetle tokalaştı onunla. Halbuki gencin tanıdığı kadınlar böyle tokalaşmazdı. Ayrıca, çoğu hiç tokalaşmazdı. Şimdiye kadar kadınlarla tanışmak