23 Aralık 2023 Cumartesi

Martin Eden*


 

Jack London’ın yarı otobiyografik romanı Martin Eden, 20. yüzyıl başında sosyal ve ideolojik meseleler ağırlıklı içeriğiyle Amerikan edebiyatında büyük ölçüde kabul görmüştür. London farklı sınıflar arasındaki zihniyet ve değer farklarını gözlerimizin önüne sererken, statü ve servetin Amerikan toplumundaki hayati önemine işaret eder. Romanın ana temalarından biri, başarı ve refah yolunun sosyal sınıf farkı gözetilmeksizin herkese açık olduğu şeklinde özetlenebilecek Amerikan Rüyası’dır Ya da bu idealin yarattığı muazzam hayal kırıklığı…

… ..   Martin’in aşkı uğruna eğitimsiz genç bir işçiden başarılı ve rafine bir yazara dönüşüm mücadelesini anlatır. Kahramanı hedefine ulaştığında ise motivasyonunu ve heyecanını çoktan yitirmiş, trajik bir sona doğru sürüklenmektedir artık…


Sonra döndü ve kızı gördü.Beyninden peş peşe geçen görüntüler o anda silindi. Solgun, semavi bir varlıktı; insanın ruhuna işleyen kocaman mavi gözleri, altın sarısı gür saçları vardı. Üzerine ne giydiğinin farkına varamadı, ama giysilerinin de en az kendisi kadar muhteşem olduğunu biliyordu. Onun narin sapının üzerindeki soluk altın sarısı yapraklarıyla zinya çiçeğine benzetti. Ama hayır, bir ruhtu o, ilahi bir varlıktı, tanrıçaydı; böylesine yüce bir güzellik bu dünyaya ait olmazdı. Yoksa kitaplar doğru mu söylüyordu, üst tabakalarda onun benzerleri çok muydu? Swinburne denilen o adamın yazdığı şiirlerde geçen biri olabilirdi pekâlâ. Belki şair, sehpanın üzerinden aldığı kitapta okuduğu şiirde Iselut’u betimlerken aklında bu kıza benzeyen biri vardı. Tüm bu görüntü, duygu ve düşünce bolluğu bir anda zihnine hücum etmişti. İçinde hareket ettiği gerçeklik hiç sekteye uğramamıştı. Kızın elinin kendisine doğru uzandığını gördü. Kız doğrudan gözlerinin içine baktı ve bir erkek gibi samimiyetle tokalaştı onunla. Halbuki gencin tanıdığı kadınlar böyle tokalaşmazdı. Ayrıca, çoğu hiç tokalaşmazdı. Şimdiye kadar kadınlarla tanışmak

22 Aralık 2023 Cuma

Küçük Kadınlar*


 

… .. 

Dört kardeşin en büyüğü olan Margaret, on altı yaşında, çok sevimli, tıknaz, kocaman gözlü ve yumuşacık kahverengi saçlı, güzel dudakları ve övündüğü bembeyaz elleri olan bir kızdı. On beş yaşındaki Jo, zayıf ve esmerdi; sürekli yoluna uzun kol ve bacaklarıyla ne yapacağını bir türlü bilmeyen halleri yüzünden bir tayı andırıyordu. Biçimli ağzı, gülünç bir burnu, her şeyi gördüğünü düşündüren vekâh düşünceli bakan keskin ve gri gözleri vardı. Tek güzelliği, savrulup durmasınlar diye genelde bir fileye topladığı uzun, gür saçlarıydı. Jo’nun omuzları düşük, elleri ve ayakları büyüktü. Kıyafetleri üzerinde eğreti duruyor, hızla büyüyüp kadınlaşan ama bundan hiç de hoşnut olmayan bir genç kızın rahatsızlığını taşıdığı görülüyordu. Elizabeth ye da herkesin çağırdığı adıyla Beth, gül yanaklı, düz saçlı, pırıl pırıl bakışlı, utangaç tavırlı, çekinerek konuşan ve yüzünde nadiren bozulan huzurlu bir ifade taşıyan on üç yaşında bir kızdı. Babası ona “Küçük Bayan Dinginlik” adını takmıştı ve bu ad ona çok uygundu çünkü kendi mutluluk dünyasında yaşıyor, ancak çok güvenip sevdiği insanlar için temkinlice o dünyanın dışına çıkabiliyordu. Amy ise en küçükleri olsa da çok önemli bir şahsiyetti; en azından kendisi öyle düşünüyordu. Mavi gözlü, soluk tenli, narin, sarı saçları kıvrım kıvrım omuzlarına dökülen ve özenli tavırlarıyla genç bir hanım gibi davranan bir kar prensesiydi. … ..

… ..

“Çok yıpranmış bunlar. Marmee’ye (*Yazar Alcott’un annesi için kullandığı, March kızlarının annelerine taktığı lakap. “Mommy” yani “anne” kelimesinin trevidir. ç.n.) yeni bir  çift terlik almamız gerek”

… ..

… .. “Bu kızlar iyi insanlar olmayı çok istiyorlarmış, bu yüzden bir sürü şahane karar almışlar ama pek istikrarlı davranamamışlar. Sürekli, ‘ Keşke şuyumuz olsa da, buyumuz olsa, ya da ‘Keşke şunu da yapabilsek, bunu da yapabilsek,’ diyerek  ne kadar çok şeye sahip olduklarını ve ne kadar güzel şeyler yapabildiklerini unuturlarmış. Bu yüzden  yaşlı bir kadına onları mutlu edecek tılsımın ne olduğunu sormuşlar., kadın da

13 Aralık 2023 Çarşamba

Devlet Kuşu*


 

… .. Tam kapının yanında durdu. Tozu dumanına katmış bir taksi geliyordu. Nedenine bilmeden gözlerini dikti taksiye. Kafasında üç bin!

Taksi geldi, geldi… Kahvenin önünde durdu. Önce Bayram atladı, sonra Zülfikar Bey.

Avare korkmuş gibi geriledi.

Sülo’yla Çingene de işin farkına varmışlardı. Masadan kalkıp kapıya yürüdüler. Avare arkadaşlarının gerisine saklandı.

Taşkasaplı da görmüştü. Kahve ocağını bırakıp o da geldi.

Avare, kayınbabasına bakıyordu. O, koskoca gövde nasıl da erimişti! Ya sararmış yüz? İçlere çökmüş gözler! Ağır ağır kapıdan girdi. Omuzları düşmüş, yüzü sararmış, bambaşka bir insan olmuştu.

“Mustafa!” diye yaklaştı. ”Oğlum!”

Mustafa’nın ellerine uzanıp tuttu. Gözlerinin içine bakıyordu, yalvararak:

“Koskocaman başımla ayağına kadar geldim yavrum, yalvarıyorum sana, ne olursun yavrum, sevdiklerinin başı için…”

Gerisini getiremedi, hıçkırıyordu. Sonra devam etti:

“Biliyorum, onu hiçbir zaman sevmedin, sevemedin, sevemezdin de. Esasta onu sen bulmadın, biz seni bulduk. Paramızla satın almak istedik seni. Alamadık,. Alamazdık da. Artık bu anlaşıldı. Senden ona tekrar koca olmanı isteyeceğim zaten onun da buna ömrü müsait değil. Ölecek o Mustafa, belki yarın, belki bu gece! Günlerden beri seni sayıklıyor. Son bir defa gel, nasılsın, de ve bir daha hiçbir suretle görünmemek üzere git!”

Bir an hınçla baktı, devam etti:

“O ölünce ben çok yaşamam, biliyorum. Kızım, Hülya’m, varım yoğum benim. O ölmemeli, yaşamalı. Seni görürse, kuvvet kazanacak, birkaç gün fazla yaşayacak, doktor söyledi!”

Elini koynuna attı, şişkin cüzdanını çıkardı, tomarla para çekip Mustafa’nın ayaklarına fırlattı.

6 Aralık 2023 Çarşamba

Onuncu Köy*


 

Damalı’nın muhtarı, bekçiyi çağırıp, “Bugün sana görev var Ali Gede! dedi. “Üç Damlar’a” gidip Duranâ’ya bildirim söyleyeceksin. Kendi yoksa avratları evdedir, onlara söylersin…”

“Hay hay söylerim!” dedi. Ali Gede.

Görünürde kuş muş yoktu daha… Görünürde değil, kimsenin aklında yoktu kuşlar…

Muhtar Hamdi düşünüp durdu: Kağıda mühür bastırmak gerekir, sen gene kendisini bul en iyisi! Yarın iş resmiyete dökülürse zorluk çıkarır. Nemize gerek!..”

“Olur, bulurum!” dedi Ali Gede. ”Tasalanma..”

“Kızını okula göndermiyor dürzü! Öğretmen bu kez kesin istiyor. Okul dışı tek döl kalmamaya azmi cezmi kast etti herifçioğlu. Vallahi aferin! Biz olsak Duranâ’dan yılarız. O yılmıyor. Aşkolsun!..”

“Ne yılacak? dedi Ali Gede, “Ardında dağ gibi hökümet! Onun yerinde olsam ben de yılmam!”

“Duranâ boş mu? Onun ardında da yanardağ gibi bir parti! Çatal boynuzlu dürzü böyle deyip övünüyormuş. Abuk sabuk konuşuyormuş ortalıklarda!”

Çıkarıp köy defterinin arasındaki bildirimi bekçiye verdi: “Mühürlenecek yerinde işaret var, sakın yanlışlık yapayım deme. Dikkat et…

“Ederim, tasalanma!..” dedi Ali Gede, çıktı.

Köyden aşağı yürüdü. Kuşlar görünmüyor, görünecekleri de aklında yok bekçinin. Güz ayları ılık gidiyor. İnsanı kaşındıran güneş, kuşluk yerinden yukarı ağmış. Günlerden cuma olduğu için tarlalar, bahçeler boş. “Damalı’nın insanında hâlâ biraz saygı var.” Cumaları tarla tapan iş tutmaz, öküzü eşeği yormazlar. Öküz eşek sayesinde kendileri de dinlenir.

Asar’dan aşağı, boş tarlalar arasından iniyor Ali Gede. Birden gökyüzünde kara bir bulut gördü. Çok yükseklerden, Acıgöl yanından gelip Burdur yanına doğru geçen, kara, kapkara bir buluttu. Gün vuran yerleri ak çelik gibi parlatıyordu. Yükseklerden geçtiği için neyin nesi olduğu ilk bakışta seçilemiyor, bilinemiyor. Uçan bir bulut.

Senin Cahilliğin Benim Yaşamımı Etkiliyor*


 

… ..

Biz de Masa Kitap olarak, bu aktarm gayretinin kalıcı bir aracı olmak için kollarımızı sıvadık. Aylar süren çalışmalardan sonra, Celâl Şengör’ün biyografisini bu kitaba sığdırdık. Söz konusu kişi Celâl Şengör olunca, salt bir biyografi kitabı olmadı elbette. Bazı insanların neden daha başarılı olduklarına ve başarılarını artırmak için hangi yollardan yürüdüklerine dair bir yöntem kitabına dönüştü. Hayatımızı nasıl planlamalı, nasıl bir eğitim almalı, meslek seçimine nasıl karar vermeli, aşkı nerede aramalı, çocuğumuzu nasıl yetiştirmeli, hangi kitapları okumalı, hangi müzeleri görmeli, hangi sokaklarda yürümeli ve -tabii şaşırmayacağınız üzere- nerelerin lezzetlerini tatmalı gibi birçok soruya yanıt bulacaksınız. İnsan ömrünün son derece hızlı aktığı, tüketildiği v e verimsiz kullanıldığı bu çağda; zamanı efektif kullanmanın mihenk taşı Celâl Bey’in cümlelerini okurken yaşamaya dair yeni metodlar keşfedeceksiniz.

… ..

1453’te İstanbul’un savunmasında oldukça başarılı bir direnç göstermiş. Öte yandan fethinin ilk onbeş günü Fatih Sultan Mehmet için epey büyük kayıplarla geçmiş.

Evet, aslında bu, Fatih için başlı başına bir başarısızlıktır. Biliyorsunuz, 1204’te Latinler İstanbul’u kuşatıp iki haftada aldılar. İstanbul’u savunan sadece sekiz bin kişi ve şehrin nüfusu altmış bine düşmüşken  iki ayda zor alabildik. Hangi başarıdan bahsedeceğiz? Bizans'a destek için dört tane gemi gelmiş ve bizim yüz kırk parça donanmamız onları durduramamış. Bu gemiler koskoca kalyonlar şeklinde ama bizimkiler hâlâ kadırgalarla uğraşmış. Bu konularda çok çeşitli kaynaklar okudum fakat Harp Okulu Komutanı Taşkesen General vardı, bu olayı ona anlattığımda “Biliyor musun Celâl, harp akademilerinde bu benim ödevimdi. Seninle aynı fikirdeyim,” demişti. 

Şuna da dikkat çekmek istiyorum; İkinci Dünya Savaşı hakkında 1940-43 yılları arasını anlatan film

4 Aralık 2023 Pazartesi

Ay Peşinde*

 

Ay Peşinde

Anadolu’da Bahar

Kervanda Muaşaka


Ne Zannederdim

Yolum ne zaman Anadolu içlerine düştüyse dağlarına, kırlarına, derelerine bakar:

“Beş yüz seneden beri bu dağlarda düşman bayrakları dalgalanmadı, bu kırlarda düşman ayakları gezinmedi, bu derelerde düşman atları sulanmadı, bu yerler düşman istilası görmedi…” der, yüreğimde bir ferahlık duyar, etrafıma sevinçle, gururla göz gezdirip teselli ve sükûn bulurdum Umumi harpten evvel Trablus’ta asker mukavemete çabalarken İzmir içlerine sokulmuştum; Tire’de oturuyor ve at sırtında . dap, tepe mütemadiyen gezip tozuyordum. Bana bu yerler ilelebet harp sahası olmaz, düşmana güzergâhlık edemez, top ve tüfek sesi duyamaz, yabancı istilası göremez gibi gelirdi.

“İşte” derdim, ”ne olursa olsun, ister Trablus’u verelim, ister Girit’i bırakalım buraları her halde bizimdir, bizde kalacak, Türkün elinden burasını almaya kimse kalkmayacaktır!”

Bu düşünce içime serinlik ve zihnime rahatlık verir, atımı neşe ile kamçılar ve çoşkun Menderes’i atlar, tütün ovalarına, pamuk tarlalarına, servet ve sâmân (*servet ve zenginlik) taşan tarlalara dalar, koşar, keyiflenirdim. Bu araziye mülkümdür, memleketimdir diye bakan bir adam nasıl keyiflenmezdi? Toprağı biraz eşelemek ve üstüne bir avuç tohum serpmek koca bir ambarı doldurmaya kâfi gelirdi; feyiz ve bereket o yerlerde adeta şahlanır, bakla, buğday veya arpa adeta azar, insana büyüye yüksele göklere erecek, yıldızlara sarılacak tesirini yapardı.

“Evet,” derdim, “Trablus’u kaybettik, fakat şurası, şu mahsulü bl Türk ülkesi bizim ya! Derken zaman geçti, Balkan Harbi başladı, mağlup olduk, Rumeli verildi. Konya’ya gidiyordum. İzmit’ten sonra tren bir meyve ormanına daldı; dallar mahsulleri çekmiyordu; istasyonlar malla dolmuştu; lokomotif bir yokuşa kendisini vermiş çıkıyor, çıkıyor, her adımında daha fazla bereketleşiyordu. O

1 Aralık 2023 Cuma

Algernon'a Çiçekler*


 Çok düşük bir IQ ile doğan Charlie, bilim adamlarının, zeka seviyesini artıracak deneysel ameliyatı gerçekleştirmeleri için kusursuz bir adaydır. Bu deney Algernon adındaki laboratuvar faresinde test edilmiş ve büyük bir başarı elde etmiştir. 

Ameliyattan sonra, Charlie’nin durumu günlüğüne yazdığı raporlarla takip edilmeye başlanır. İlk yazdığı raporlara çocuksu bir dil ve imla hataları hakimdir. Ve sonra ameliyat etkisini göstermeye başlar. . Charlie artık,insanların kendisiyle dalga geçemeyeceğini ve bir üsür arkadaş edineceğini, aşık olduğu kadına açılabileceğini düşünür. Faka zekası normalin çok üstüne fırladığından, çevresinde yadırganır, kıskanılır ve istemiş olduğu arkadaşları edinmekte yine başarısız olur ve yine yalnızdır…

Bu deney, son derece önemli bir buluş olarak görülüyordu, ta ki Algernon’da bir gerileme baş gösterene kadar… Acaba Charlie’de de aynı gerileme olacak mıydı?


ilerneme rapuru 1 marrt 3

Doktor Strauss bundan böyle herbişeyi neler düşündüğümü yazmamı istedi … ..Ben akıllı olmak isitiyorum. Benim adım Charlie Gordon. … .. 32 yaşındayım… ..ilerneme rapuru 1 marrt 3


ilerneme rapuru 2- marrt 4

Bu gün bana bi test yaptılar. Sanırım testi geçemedim ve sanırım artık beni kullanacaklar…. .. bana öyle yemeyi saatinde profesör Nemurun ofisine git demişlerdi… .. kapısında psikoloji departmanı yazan bir yere götürdü. … .. Adamın elinde üslerine mürekkep dökülmüş beyaz kartlar vardı. Ban otur Charlie ve rahatına bak dedi. … .. 

30 Kasım 2023 Perşembe

Kazaklar*


 … ..Kazakların birkaç kolu vardır: Don Kazakları, Kuban Kazakları ve Terek Kazakları. Bu roman, Terek Kazakları hakkındadır. Rus asıllı olan ve Ortodoks mezhebini benimsemiş bulunan Kazaklarla; bugün Orta Asya’da yaşayan ve Türk ırkından olan Kazaklar arasında isim benzerliğinden başka hiçbir ilişki yoktur. (ç.n.) 

Olenin, Rusya’nun merkezinden uzaklaştıkça anılarından da uzaklaşıyor. Kafkaslara yaklaştıkça daha büyük bir ferahlık duyuyordu. Zaman zaman hepten gidip bir daha geri dönmemeyi, toplumdan uzaklaşmayı da düşünmüyor değildi. “Burada gördüğüm insanlar beni tanımazlar,” diye düşünüyordu. “Hiçbir zaman Moskova’daki kimse de benim bu insanların arasında yaşarken ne yaptığımı bilmeyecek.”

Yol boyunca karşılaştığı ve Moskova’daki tanıdıklarıyla hiçbir zaman aynı seviyede tutmadığı bu ilkel mahluklar arasında, o zaman kadar hiç duymadığı, tamamen yeni bir his kaplıyordu içini . İnsanlar ne kadar kabalaşıyorsa, uygarlık belirtileri ne kadar azalıyorsa, Olenin kendini o kadar serbest hissediyordu. İçinden geçmek zorunda olduğu Stavropol canını sıkıyordu. Levhalar -hatta bazıları Fransızcaydı- arabalarla gezintiye çıkan kadınlar, meydanda bekleyen faytoncular, caddeye ve caddeden geçenlere dikkatle bakan paltolu, şapkalı bir bey, içinde acı bir duygu uyandırıyordu.

… ..

Kazak kabileleri Çeçenleri akrabaları olarak görür; hürriyete. avare hayata, yağmaya ve savaşa olan tutkularıyla tanınırlar…. ..   Kazak insanı , içindeki duygulara uyarak kardeşini öldüren dağlı yiğitten ziyade kasabasını koruyan, ama barakasını sigara dumanına boğan Rus askerlerinden nefret eder. … .. Dağlı düşmanına saygı duyar. ama yabancı gördüğü askeri adi bir varlık olarak tanımlar. Bir Kazak için Rus mujiki (*Rus köylüsü) yabancı, menfur bir yaratıktır.

28 Kasım 2023 Salı

İlyuşa*

 Üç

İlyuşa

Her şey ayı avında başladı.

Darya, hâlâ ormand odun parçalıyordu. Sık bir çalılığın içine girdi; kendi ayı ininde hissetti. Yaşlı Darya, kıvrak zekalıydı. Küçük oğlunu köyde bırakmıştı. Ayaklarının gücü yettiğince köye koştu. Trofim Nikitiç’in kulübesine doğru  hızla yürüdü.

“Evin reisi sen misin?”

“Evet.”

“Ayı ini buldum… Onu öldür ve bir parçasını ban ver!”

Trofim Nikitiç, onu aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya süzdü, kuşkuyla konuştu:

”Dinlenmeyeceksen, bize göster payını al!”

Hemen hazırlanıp yola koyuldular. Darya önde, Trofim Nikitiç’le oğlu arkada. Şansları kötüydü. Koca karınlı ayı dışarı çıkınca şaşırıp kaldılar. Rastgele ateş ettiler, ama ya şanssızlıktan ya da başka bir nedenle ayı kaçtı. Trofim Nikitiç eski tüfeğini, tekrar ateş eder mi diye düşünerek kontrol etti ve temizledi. İlya’ya sırıtarak baktı ve sonunda konuştu:

“Hayvanı kaçırmamalıyız. Geceyi ormanda geçireceğiz.”

Ertesi sabah, batıya doğru giden ayıyı gördüler, karın üzerinde ayak izleri açıkça belliydi. Trofim ve oğlu iki gün kadar dolaştılar. Soğuk ve açlıkla yüz yüze geldiler.. Yiyecek stoklarını ikinci gün

23 Kasım 2023 Perşembe

Limon Ağacı*

Bu kitap kurgusal olmayan bir yazım tarzının tohumlarında filizlenen bir romandır. Tasvir edilen birçok olay elli, altmış, yetmiş yıl öncesinden alındı; her şeye rağmen anlatılanlar kitaptaki diğer her şey gibi tamamen haberlere, yayınlanmış ve yayınlanmamış hatıralara, kişisel günlüklere, gazete küpürlerine, birinci ve ikinci derece hatıralara, kişisel günlüklere, gazete küpürlerine, birinci ve ikinci derece tarihi hikayelere dayanmaktadır. … ..

… ..

Dalia’nın anne ve babası hiçbir zaman dindar olmamıştı. Bulgaristan’da yetişmişler ve 1940 yılında evlenmişlerdi, Nazi taraftarı hükümet yönetiminde hayatta kalmışlar ve savaştan sonra İsrail’e göç etmişlerdi. Daila buraya geldiğinde on bir aylıktı.

Daila’nın ailesi Hıristiyanların iyi niyetlerinin sonucunda Bulgaristan’daki zalimliklerden canlarını kurtarmıştı. Ailesi

 Daila’ya sürekli bunu hatırlatıyordu. O da şimdi kendi halkının kaderinin İsrail topraklarında olduğuna inanıyordu. Kısmen bu yüzden ona söylenenlere inanmıştı: Evinde yaşamış olan ve diğer şehirlerdeki yüzlerce taş evde yaşamış olan Araplar oradan kendileri kaçmışlardı.

… ..


… ..1930’larda şehir, İngiliz kuvvetleri tarafından üs ve Londra’dan gelen astsubaylar tarafından sömürge bölgesi olarak kullanılmıştı. İngiliz subaylar zeytin ağaçları arasında, kaktüs tarlalarında ve taş duvarlar arasında kasabanın köpekleri ile tiki avlamaktan çok hoşnutlardı. Bir İngiliz astsubay düzenli olarak Londra’da Majestelerinin hükümetine rapor gönderiyordu. … ..

1933’de Almanya’da Adolf Hitler başa geçmişti ve Avrupa genelinde Yahudiler için durum kötüleşiyordu. Birkaç yıl içinde Filistrin’e Musevi gçöüme dönük istek artrmıştı. … ..

… ..

… .. 1922 ve 1936 yılları arasında Filistin’deki Musevi nüfusu, 84.000’den 352.000’e yani dört katına

19 Kasım 2023 Pazar

Tom Sawyer'ın Maceraları*


 

… ..Tom Sawyer’ın Maceraları  çocukluğun masum, güvenli ve olağanüstü maceralarla dolu evrenine bir övgüdür. Roman Mississippi Nehri kıyısındaki küçük bir kasabada, belirtilmeyen bir dönemde geçer. Ancak okur evlerde siyahi kölelerin bulunmasından hikâyenin 1830’larda ya da 1840’larda geçtiği sonucuna varabilir. Herkesin tanıdığı, yetişkinlerin çocukları eğitmek ve disipline sokmak için birlikte çalıştıkları bu küçük kasabada, herkes göründüğü gibi midir? Roman insan doğasının ikiyüzlülüğünü, bencilliğini, maddi değerlere düşkünlüğünü ve Amerikan taşrasındaki küçük kasaba ruhunu mükemmel biçimde yansıtır.

Twain, iyi kalpli, ancak her daim haylazlık peşindeki Tom ve arkadaşlarının maceralarını gerçekçi bir dille aktarırken, alışılmış terbiyeli ve örnek çocuk imgesini de yıkar. Yapıtın kuşaklar boyu her yaştan okura hitap etmesinin sırrı, belki de çocuk aklının nasıl işlediğini bize hatırlatmasında; yetişkin dünyasından ansızın çocukluğa ışınlamanın paha biçilmez değerinde yatar.


Mark Twain (1835-1910): Asıl adı Samuel Langhorne Clemens olan Twain Missouri, Florida’da doğdu. Dört yaşındayken ailesi Mississippi Nehri’nin batı kıyısındaki Hannibal'a yerleşti. Küçük yaşta babasını kaybedince demirci çırağı, dizgici, matbaa işçisi olarak çeşitli işlerde çalıştı. Alta California gazetesi için muhabir olarak çalıştığı sırada Avrupa’ya ve Kutsal Topraklar’a gitti. BU gezilerle ilgili Alta California ve New York gazetelerine yazdığı mektupları daha sonra The Innocents Abroad; or The New Pilgrim’s Proress (1869; Yurtdışındaki Masumlar ya da Yeni Hac Yolculuğu) adlı kitapta topladı. The Prince and the Pauper(1881; Prens ve Dilenci), Life on The Mişssisipi (1883; Missisipi’de yaşam) ve The Adeventure’s Huckleberry Finn (1884;Huckleberry Finn’in Maceraları) sayılabilir….


“Tom!” “Tom!” "Nereye kayboldu bu çocuk? Tom diyorum!”

Ses yok. 

18 Kasım 2023 Cumartesi

Mai ve Siyah*


 

… .. Romana hâkim olan diğer bir düşünce ise, bu topluluğun ortak özelliklerinden olan hayal-gerçek veya mai-siyah çatışmasıdır. Ahmet Cemil’in mai kelimesinde ifadesini bulan düşünce, arzu ve ümitleri “hayal”i temsil ederken; siyah kelimesi etrafında “anlamını bulan yaşadığı hayal kırıklıklarını, uğradığı felaketler ve sıkıntılar ise “gerçeki ifade etmektedir. Zaten roman realizm (gerçekçilik) ve romantizm (hayalcilik) arasında gidip gelmekte, hatta romanın çoğu yerinde gerçek ağır basmaktadır.


… ..

… .. 

Bakınız, işte gözlerinin önünde gördüğü bu şeyler; başının üzerine saçılan bu semada (gökte), yazın şu sıcak gecesine mahsus bir buğu ile örtülü zannolunan bu mailikler (mavilikler) içinde titriyormuş, dalgalanıyormuş kıyas edilen (sanılan) bütün bu yıldız alayları, bunlar bir bârân-i elmas değil mi?

İçkinin tesiri (etkisi) altında bulunarak süzülen gözlerinin önünde donuk mailikler üzerine avuç avuç sarı pullar serpilmiş sema sallanıyor, sallanıyor, şimdi karşısında tepelerin uyuyan sırtlarına dökülecek; yahut denize doğru akan müphem levha (belirsiz manzara) yavaş yavaş, yüksele yüksele, yerler gökler gecenin bu aşk havası içinde azim, medit (uzun), vücudu yaka yaka eritip dağıtan bir buse (öpücük) ile birbirine sarılarak tek bir mevcut (varlık) olacak zannediyordu.

Ah! Bu bârân-ı elmas… Bahçenin râkid (durgun) havasını dağıtan, içinde bir aşk nefhası (esintisi), sıcak ve baygın bir nefes gibi ta göklerin sezilmeyen yüksekliklerinden dökülen bu nağmeler (ezgiler)... Kâh kalbin en derin noktalarından geliyormuşçasına deruni (içten) , pest (hafif), sankî sâkit (sessiz); kâh bir teessür feveranına (üzüntü fışkırmasına) inikas etmişçesine (yankılanmışçasına) patlayarak, feryat ederek; bazen bir şikâyet nâlesi (inleyişi), bazen bir makhuriyet (kahroluş iniltisi)...

Şimdi Ahmet Cemil altından yer kaçıyor, başından sema uçuyor, vücudu bir boşluk içinde