31 Aralık 2022 Cumartesi

Delikanlı*


 

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 30 Ekim 1821’de doğdu. Orta sınıfa mensup bir ailenin çocuğuydu ve mutsuz bir çocukluk dönemi geçirdi; genç yaşta edebiyata yöneldi. “Delikanlı”, Dostoyevski’ninbütün büyük romanları gibi bir özgürlük savaşının öyküsüdür. Özgürlüğü parayla satın alma arzusundaki başkahraman Dolgorukiy, hayata biraz da ironiyle bakan, gittiği her yerde babasının olmadığını söyleyen biridir. Yaşadıkları onu yıldırmayacak, gün gelecek kölelik yaftasından yavaş yavaş sıyrılacak, Dostoyevski’nin “Delikanlı”sı olarak çıkacaktır karşımıza.

“Ancak tükenmişse artık, acı çekme yetimizin sonuna değin acı çekmişsek ve yaşamın bütününü kor gibi yakan tek bir yara olarak duyumsuyorsak, eğer çaresizlik soluyorsak ve umutsuzluğun ölümlerini, ölmüşsek işte o zaman okumalıyız Dostoyevski'yi. Ancak tükenmişlikten ötürü yapayalnız kalmışsak ve yaşama felce uğramışcasına bakıyorsak, o yaşamı vahşi, güzel acımasızlığıyla kavrayamıyorsak ve ondan artık hiçbir şey almak istemiyorsak, işte o zaman bu korkunç ve görkemli yazarın müziğine açığız demektir… Ancak, o zaman onun korkutucu ve çoğu zaman da cehennemden farksız dünyasının olağanüstü anlamını yaşayabiliriz…

… ..

Olaya geçen yılın on dokuz Eylülünden başlayacağım. Çünkü onunla, o gün ilk kez karşılaştım. Bu da benim hayatımda bir dönüm noktası oldu.

Okurlarıma önce biraz bilgi vermek istiyorum. Yoksa damdan düşer gibi konuya girersek bu hiçbir şey ifade etmez. Aksi takdirde eserin tutulması mümkün değildir.. Ben burada, daha önce de söylediğim gibi söz sanatlarına başvurmayacak, mesajlarımı elimden geldiğince sade verecek, yalınlığı ön plana alacaktım. Ama ne yazık ki verdiğim sözü şimdiden tutamıyor, Rusça’nın büyüsüne kapılarak, daha ilk satırlarda söz oyunlarına giriyorum. Herhalde bundan sonra Slavca’nın büyü ve

27 Aralık 2022 Salı

Sodom ve Gomore*


 

Sodom ve Gomore, Tevrat'tan aldığımız bilgiye göre Lût ve İbrahim devrinde, Filistin diyarının türlü ahlak bozuklukları ile Tanrı’nın gazabına uğramış iki büyük şehirdir. ve “Tekvin”in on sekizinci bölümünde onların bahsi şöyle geçer:


“Ve Rab, Sodom ve Gomore’nin feryadı çoğalıp onların günahı büyük olduğu için şimdi yere inip bana gelen feryada göre hareket edip etmediklerini göreyim, etmediler ise bileyim, dedi. O zaman İbrahim yaklaşıp iyileri de kötüleri de beraber helak edecek misin? Belki şehrin içinde elli altmış iyi kimse bulunur. İmdi elli altmış iyi için o mahalli affetmeyip de helak eder misin? Hâşâ ki sen iyi ile kötüyü bir arada öldüresin.”


İşte, İstanbul düşman işgali altında iken romanın yazarına böyle görünmüştü.


“Diyarınız harap olmuş ve şehirleriniz ataşe yanmıştır. Tarlalarınızı ecnebiler önünüzde yiyorlar ve ecnebiler tarafından harap edilmiş gibi viranedir ve Sahyon kızı bağda olan kulübe gibi, hıyar tarlasında bulunan hayme gibi, muhasaraya alınmış şehir gibi kalmıştır. Rabbülcünud bize cüz’i bir bakiye bırakmasaydı biz ‘Sodom’ gibi olur idik. Gomore’ye benzer idik.” 

Ahdi Atik, Eş’iya 7, 8, 9


Captain Gerald Jackson Read bu alışık olmadığı öğle uykusundan epeyce geç uyandı; buraya uyandı yerine ayrıldı da diyebiliriz. Çünkü, Captain Gerald Jackson Read üç saat önce lüzumundan fazla zengin, ağır ve içkili bir yemekten sonradır ki kendini yatağa güç atmış ve sızıp kalmıştı.

.. Madame Bovary*


 

… ..

Akşam çalışma salonunda çekmecesini açıp kolluklarını geçirdi, ufak çizgiler çizdi. Baktık, dikkatle, özene özene çalışıyor, kelimeleri birer birer sözlükte arıyor, elini işten esirgemiyordu. Böyle istek gösterdiği için olacak, daha aşağı sınıflara indirilmedi; çünkü kuralları oldukça bellemişti, ama anlatımında hiçbir incelik yoktu. Ailesi masraftan çekinip  onu mümkün olduğu kadar geç gönderdiği için, ilk Latince dersleri köyün papazı gösterivermişti.

Babası Mösyö Charles-Denis-Bartholome Bovary, orduda cerrahbaşı yardımcılığı etmiş, 1812’de, yeni, yeni asker toplama işlerinde birtakım dalaverelere adı karıştığından istifasını vermek zorunda kalmıştı; o zaman da, “kişisel üstünlükleri“ nedeniyle altmış bin franklık bir drahoma ele geçirmişti; bu parayı getiren tuhafiyeci kız, onun boyuna posuna vurulmuştu. Yakışıklı, konuşkan, çalımlı bir adamdı; rastıklı bıyıkları favorileriyle birleşmişti; parmaklarına yüzükler takar, en göz alıcı renklerde elbiseler giyerdi. Onda hem bir yiğit görünüşü, hem de bir ticaret tellalının inandırma yeteneği vardı. Evlendikten sonra iki üç yıl karısının parası ile geçindi, boğazına iyi baktı, sabahları geç kalktı, porselen pipolar içti, her akşam tiyatroya gidip eve geç döndü, kahvelere dadandı. Kayınpeder ölünce çok bir şey kalmadı, damat buna içerleyip dokumacılığa girişti, biraz para batırdı ve toprağı altın etmek için köye çekildi. Ama basmadan anlamadığı gibi  tarımdan da anlamıyordu, atlarını işe göndereceğine bineğe kullandı, elma şarabını satacağına şişelere koyup kendi içti, kümesinin en iyi hayvanlarını kesip kesip pişirdi, domuzlarının  yağı ile av çizmelerini parlattı; arası çok geçmedi, zenginlik peşinde koşmayı bırakmanın daha hayırlı olacağını kendi de anladı.

Pays de Cauxile Picardie sınırlarında küçük bir köyde, yıllığı iki yüz franga, yarı çiftlik , yarı konak denecek bir ev buldu; tasalı, bağrı dolgun, feleğe küskün, herkesi kıskanır bir adam olmuştu; daha kırk beşinde , insanoğlundan iğrendiğini, artık rahat etmek istediğini söyleyerek dünyadan elini eteğini çekti.

Bir zamanlar karısı onun için deli olmuştu; fakat kendini kul köle ederek sevmesi, kocasını bir kat daha

25 Aralık 2022 Pazar

Karpatlar Şatosu*

 


O yılın 29 Mayısında, bir çoban, Retyezat’ın eteğinde, uz8un gövdeli ağaçlarla kaplı, ekinlerle güzelleşmiş bereketli bir vadiye hakim, yemyeşil bir yaylanın kıyısında sürüsünü bekliyordu. Kuzeybatı rüzgâr olan karayeller, bu açık korunmasız, yüksek yaylayı, her kış bir berber usturası gibi tıraş eder. O dönemde, bölgede, yayla sakallarını kestiriyor denir -hatta kimi zamanlarda sinekkaydı tıraş olduğu söylenir. 

Bu çobanın giyinişinde Arkadialılarla özgü çobansı şiirsellikten eser olmadığı gibi, davranışında da çobansılık yoktu. O bir Daphnis, Amyntas, Tityros, Lycidas ya da Meiboeus değildi.  Kocaman tahta nalınlar giydiği ayaklarının dibinde mırıldanan Lignon nehri değildi, serin ve pastoral suları Astraia romanının kıvrımları arasında akmaya layık ola, Eflak topraklarından geçen Siret nehriydi.

Frig, Werst köyünden Frig; bu kaba saba çobanın adı buydu. Hayvanları kadar kendi de bkımsız olan bu çoban, koyunlarının ve domuzlarının insanı çileden çıkaran -komitafaki (idari bölüm) sefil ağılların haline uygun düşen , eski dilden ödünç alınma tek sözcüğü kullanırsak- bir pasaklılık içindeki,o rutubetli ağılda onlarla birlikte barınıyordu.

Demek ki, koyun sürüsü, söz konusu sürünün başı Frik’in bekçiliğinde otluyordu. Otlarla kaplı bir tümseğin üstüne yatan Frik, tek gözüyle uyuklarken, diğeriyle sürüyü gözlüyordu, piposu ağzında, kimi zaman, birkaç koyun otlaktan uzaklaştığında köpeklerine ıslık çalıyor ya da boynuz borusunu öttürüp dağlarda yankılandırıyordu.

Saat öğleden sonra dörttü. Güneş batmaya başlamıştı. Doğu tarafında, tabanları dalga dalga sise boğulmuş birkaç zirve aydınlanıyordu. Güneybatıya doğru, sıradağların iki kırığı arasından, eğik bir ışık demeti, hafif aralık bir kapıdan süzülüyordu.

Bu dağ sistemi, Klausenburg ya da Kolozsvar Komitası adı altında bilinen, Transilvanya’nın en yabanıl bölümüne aitti.

21 Aralık 2022 Çarşamba

İtiraflarım *


 

   Hristiyanlığın Ortodoks mezhebine göre vaftiz edildim ve o doğrultuda eğitildim. Çocuk ve gençlik yıllarımda, bu inanç çerçevesinde eğitim gördüm. Ama on sekiz yaşında, ikinci yıldan sonra üniversiteyi bıraktığımda, artık bana öğretilmiş şeylerin hiçbirine inanmıyordum. Bazı anılara dayanarak hüküm vermem gerekirse, gerçekte hiç de öyle ciddi inançlı biri sayılmazdım. Bununla beraber, bana öğretilenlere ve çevremdeki yetişkinlerin inançlarına itimat ediyordum, ama bu itimat pek sallantılıydı. Hatırlarım, on bir yaşlarındaydım; şimdi çoktan ölmüş olan Voladga adında, liseli bir çocuk bir pazar günü bize gelmişti ve en büyük haber olarak, lisede yapılan bir buluşu anlatmıştı. Buşui şuydu: “Tanrı diye bir şey yok, bize öğretilmiş olanların hepsi uydurma şeyler.” (bunlar 1838 yılında oldu.) Küçük erkek kardeşlerimin bu haberle nasıl ilgilendiklerini ve benim de fikrimi aldıklarını anımsıyorum. Ve hatırlıyorum, hep birden canlı bir heyecana kapılmış, bu haberi son derece ilginç ve iyiden iyiye mümkün bir şey olarak kabul etmiştik.

Sınar şunu da hatırlıyorum, ağabeyim Dimitriy üniversite öğrenimi sırasında , o kendineözgü hâliyle birden kendini dine verip de her âyine gittiğinde, oruç tutup temiz ve ahlaklı bir hayat sürdüğünde, onu hepimiz -büyük kardeş-ler de dahil - durmadan alaya almış, kendisine “Nuh” adını takmıştık. Hatırlarım, o zamanlar Kazan Üniversitesi mütevelli heyetinden Mussin Puşkin, bizi bir baloya davet etmişti de, gitmeyi kabul etmeyen ağabeyimi alaylı bir tarzda ikna etmeye çalışmıştı, “Hz. Davut bile tapınağın dolabı önünde dans etti” diyerek. Büyüklerin bu şakalarını o zamanlar alkışlıyor ve şöyle bir sonuç çıkarıyordum: Hristiyanlığın esaslarını öğrenmek ve kiliseye gitmek gerekiyordu ama bütün bunları fazlaca önemsemeye gerek yoktu. Ayrıca çok genç yaşlarda Voltaire’i okuduğumu ve onun alaylarının beni kızdırmamış, tam tersine eğlendirmiş olduğunu hatırlıyorum.

Bu inançtan kopuşum, kültürlü tabakaya mensup insanlarda nasıl olmuşsa ve şimdi de nasıl oluyorsa, öyle olmuştu. Sanırım bu, çoğunlukla bunlara olmaktadır.: Çevresindeki çoğunluk nasıl yaşıyorsa, öyle yaşıyor insan; herkes inanç esaslarıyla ortak olmayan, çoğunlukla ona ters düşen ilkelere bağlı olarak

17 Aralık 2022 Cumartesi

atatürk, okyar ve çok partili türkiye *


 Bu kitapta, başta ümitsiz görünen çetin bir mücadele sonucunda, ülkemizin bağımsızlığını sağlamış olan ve Cumhuriyet’in 1923’te ilanında, Cumhurbaşkanı seçilmiş olan Mustafa Kemal Atatürk’ün, 1930 yılında, yakın arkadaşı Fethi Okyar’ı görevlendirerek kurulmasına yol açtığı muhalefet partisinin dramatik öyküsünü bulacaksınız.

Milli  Mücadele yıllarında (1919-23) ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında (1923-25), ülkede ve mecliste geniş hürriyetin mevcut olduğu bir ortam vardı. Hatta, 1924 yılında Batı demokrasisinin politik özgürlüklerini aksettiren Anayasa, Meclis’çe kabul edilmişti. Buna istinaden, Atatürk’ün milli mücadelede arkadaşları (Kâzım Karabekir, Ali Fuat, Rauf Orbay ve Refet Bele), 1924 yılında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası namı altında  Atatürk’ün Nisan 19123’te kurduğu Halk Fırkası’na muhalif bir parti kurmuşlardı.

Oysa, 1925 yılında Doğuda Şeyh Sait İsyanı’nı takiben İstiklal Mahkemeleri Kanunu çıkarıldı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mahkemece kapatıldı ve basın susturularak sert biçimde tek parti yönetimine geçildi. Beş yıl süren tek parti döneminde   Atatürk, Batı istikametinde bir dizi sosyal ve hukuki devrimler getirdi. Mecliste hükümeti kimsenin tenkit edemediği, basının susturulduğu tek parti hükümeti esnasında, ülkede iktisadi şartlar ağırlaşmış, tek partinin üzerindeki yük iyice artmıştı. 

1930 yılına gelindiğinde, Atatürk, bunaltıcı ortamı hafifletmek, 1923'te ilan etmiş olduğu cumhuriyetin özünü teşkil eden hür demokratik rejime avdet etmenin zamanının geldiğine karar verdi Ancak yüz seksen derecelik bir dönüş yaparak sıkı sansürlü tek parti yönetiminden, çok partili serbest rejime nasıl geçilebilirdi? Türk toplumu mazide kısa süren demokrasi denemesi (1908-12) İttihat ve Terakki dönemi, 1920-25 Millet Meclisi rejimini geçirdiği halde, asırlardır içinde yaşadığı yaşadığı otoriter idareden başka bir şey bilmiyor; Türk aydınları istikrarsız ortam içinde, kendilerine güvensiz, çekingenlik içinde yaşıyorlardı. Atatürk’ün, Milli Mücadele arkadaşları politikadan tasfiye edildikten sonra, 1925’ten

12 Aralık 2022 Pazartesi

Ham Toprak *


 

1869 yılının bir bahar günü, öğlen Petersburg’un Subaylar Sokağı’nda beş katlı bir apartmanın arka merdivenlerinden özensiz, yoksul giyimli, yirmi yedi yaşlarında bir adam çıkıyordu. … ..

… ..

… ..

Maşurina bir buçuk yıl önce Rusya’nın güneyinde, doğup büyüdüğü yeri , yoksul ama soylu ailesini terk edip cebinde altı rubleyle Petersburg'a gelmiş, kadın doğum okuluna girmiş, büyük bir azimle çalışarak arzuladığı diplomaya sonunda kavuşmuştu. Genç bir kızdı… hem de çok iffetli bir genç kız. Her şeyden kuşkulanan biri, bu kızın dış görünümü için söylenenleri hatırlayınca “Şaşılacak bir şey yok bunda!” diyecektir. Biz ise şöyle diyeceğiz: “İnanılmaz ve az görülen bir şey!”

Maşurina’nın ters cevabını duyunca Paklin tekrar güldü. 

-Harikasınız canım! -dedi yüksek sesle.- Çok güzel terslediniz beni! Hakkettim bunu! Böyle cüce kaldığım için! Bu arada sizin şu ev sahibiniz nerede kaldı?

Paklin konuyu bilerek değiştirmişti. Boyunun kısalığı, bedeninin biçimsizliğini bir türlü kabullenemezdi. Kadınlara pek düşkün olduğu için bu konuda da hassastı. Kadınların ondan hoşlanmaları için neler vermezdi! Zavallı dış görünüşünün bilincinde olması, alt tabakadan gelmesinden ve toplum içindeki hiç de gıpta edilmeyecek yerinden daha çok kemiriyordu içini. Paklin’in babası birtakım yalan dolanla dokuzuncu dereceden memurluğa kadar yükselmiş sıradan bir küçük burjuva; mahkeme işlerinde usta bir dolandırıcıydı. Çiftlikler, apartmanlar yönetiyor, çok para kazanıyordu, ama son günlerinde kendini içkiye vermiş ve öldüğünde hiç miras bırakmamıştı. Genç Paklin (adı Sila’ydı…Sila Samsonıç ki, bunu da kaderin kendisine bir alayı (Sila Rusça’da güç anlamına gelir), kabul ediyordu. Almancayı çok iyi öğrendiği ticaret okulunu bitirdi. Birçok badire atlattıktan sonra nihayet bin beş yüz gümüş ruble ücretle özel bir büroda işe başladı. Bu parayla kendi geçiniyor, hasta teyzesiyle kambur kız kardeşine de bakıyordu. Bizim öykümüzün başladığı sıralar

kumandanım galiçya ne yana düşer*


 

Bir asırdan beri Türk aydınları, talebeleri, zabitleri, memurları Avrupa’ya gidip gelmekte, bizden başka bir âlem olan cihan parçasını görmektedirler. Bu seyahatler hakkında,  her birimiz birçok hatıralar, intibalar, hatta romanlar, hikâyeler okumuşuzdur.

Fakat Türk köylüsünün Avrupa’ya seyahatini, o dünyayla temasını , orada bıraktığı ve edindiği intibaları hiçbir yerde okudunuz mu? Şüphesiz  ki hayır… İşte benim Mehmetçik Avrupa’da başlığı altında okurlarıma sunmak istediğim, bu hiç dokunulmamış sahadır.

Bulgaristan, Sırbistan, Macaristan, Avusturya arazilerinden geçilerek Lehistan,(Polonya) ve Galiçya’ya, bu birkaç asır evvel atalarımızın at oynattıkları Lemberg, Karakovi, Peşte, Viyana, Berlin ve daha birçok küçük şehir ve kasabalarda takip edeceğimiz, tek bir Türk köylüsü değil, binlerce kişiden oluşan koca bir Türk kitlesi, bir kolordudur. Ve bu da şüphesiz her zaman bulunur şeylerden değildir.

Galiçya cephesine ait tek bir  eser yazıldığını hatırlıyorum. Fakat bu eser yalnız tâbiye ve sevkülceyşten bahsetmişti. Ben lüzumlu yerlerde Mehmetçiklerin kahramanlığını ve yalnız bu cephedeki şehitlerin adedi on iki bin kişiye varan bu fedakâr vatan yavrularının muharebelerini de anlatacağım. 

Fakat bundan önce ve hiçbir harp notlarında geçme ihtimali olmayan çok zevkli, bazen çok komik hatıraları içinde barındıran safhaları, yerli halkla temas ve onlar üzerinde bırakılan hoş, efendice intibaları anlatmaya gayret edeceğim.

… ..


Türk Askeri Galiçya Cephesinde

İngiltere ve Fransa, 1915 yılı Kasım ayında Çanakkale harekatından vazgeçmek ve Gelibolu yarımadasındaki çoğunluğu ANZAC askerlerinden oluşan birliklerini tümüyle geri çekmek zorunda kalmışlardı. Müttefik ordularının tahliyesi 1916 yılının Ocak ayında bitirildi. Bu geri çekilme üzerine Türk

8 Aralık 2022 Perşembe

ölmeye yatmak *


 

Asansörle tam on altı kat çıktık. On altıncı katta indik. Bana odayı gösterecek oğlanın peşinden yürüyorum. Kısa bir koridor geçti. Bir odanın önünde durdu. Ben de durdum. Kapıyı açtı, içeri girdik.

Perdeler sıkı sıkıya kapalı. Çocuk perdeleri açıp dışarısını göstermek istedi. Engel oldum. Lambaları yaktı. Bir şey isteyip istemediğimi sordu. İstemediğimi söyledim. Bahşişini verdim; gitti. 

O çıkınca kapıyı hemen kilitledim. Bütün ışıkları söndürdüm. Çarçabuk soyundum. Köşedeki yatağı açtım. Çırılçıplak içine girdim; ölmeye yattım.

Bakmadım ama, saat yedi buçuk falandır. Aşağıda otele kaydımı yapan delikanlıdan duydum sanıyorum.

Çantamı odanın bir köşesine fırlatmıştım. İçinde bir buçuk paket sigara, bir çakmak, kırmızı kaplı bir not defteri, güneş ve okuma gözlüklerim, bir kalem, yarım simit, dibine ermiş ruj tüpü, bozuk para cüzdanım ve kapalı bir zarf içinde beş bin lira o zarfın içinde yalnız değil. Üç dört satırlık bir notla birlik. Birkaç saat önce, paranın yanı sıra o zarfa kapattığım notta ne demiş olduğumu anımsamıyorum. Sadece, böyle bir iş   yapmış olmama şimdi gülesim geliyor. Ama denenecek son şeyin eşiğinde de ciddi olmayı beceremiyorum.

Ölüm bazen o denli çabuk gelmiyor. Ölümle savaşmak gerekiyor. Gülünecek en uygun anda gülmeyi kasıklarıma hapsedişim bundandır belki. Ölmeye yatarken ölümle savaşmak gerekeceğini düşünmemiştim.


Doğdu Gün Işıkları Ülkü’nün


Sümerbank keteni bordo renk perde, okul sahnesini tam örtmüyordu. Hademe Cemal, müsamerede perdecilik edecek. Elimdeki ipi az çekiyor, perde aralığı hiç kapanmıyor. Bütün korkusu da,

bir amerikan diplomatının anıları *


 

Bir Amerikan diplomatı olan Samuel. S. Cox, 1851’de ilk kez geldiği İstanbul’da, Kongre’deki  Demokrat Parti temsilciliğinden istifa ederek, diplomatik temsilci sıfatıyla 1885’te tekrar gelir.


Yeni Dünya’nın temsilcisi Cox, kadim Osmanlı payitahtında iki yıl görev yaparak ülkesine ve siyasetçiliğe geri döndükten sonra, İstanbul’da geçirdiği bu kısacık dönemi geniş hacimli bir kitaba dönüştürür.


Üstelik eserini sadece diplomat olarak değil ilgilenmek zorunda kaldığı, misyonerlikle, Osmanlıların komşularıyla ilişkilerine dair gözlemlerle, geleceğin stratejik maddesi petrol üzerine tetkikleri ve tanıklıklarıyla ya da İstanbul’un diplomatik dünyasının perde arkası hikâyeleriyle örmez:


Türkler başta olmak üzere, imparatorluğu oluşturan bütün halklar -Çerkesler, Kürtler, Araplar, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar, Bulgarlar, Ortodokslar, Katolikler ve hatta Latinler hakkında gözlemleri ve bazen ciddi tetkiklere dayalı tespitleri de eserinde yer alır.


Dönemin İstanbul’u da, sosyal hayatına ve gündelik yaşama dair ayrıntılı gözlemlerle anıların adeta baş rolündedir.: harem, köleler, nazırla, esnaf, arabacılar, çarşı pazar, giyim kuşam ve tabii ki meşhur sokak köpekleri…


Batılı güçlerin var güçleriyle nüfuz etmeye çalıştığı Osmanlı ülkesine ve padişahına beslediği hayranlığı gizleyemeyen Cox, bu yüzden uğradığı eleştirileri de açık yüreklilikle bu anılara katar.


Modern çağın değişimlerinin olanca hızıyla sürdüğü bir dönemde, Yeni Dünya’nın Eski Dünya’ya bakışı,

5 Aralık 2022 Pazartesi

Çanakkale Cehennemi *


 

… .. ne olursa olsun Doğu'ya ikinci bir cephe açmak isteyen İngiliz Hükümeti’ndeki gelişmeleri dikkatle takip ediyor.”

Tardieu, uzaktan Britanya konvoyunun geçtiği görülen göz kamaştırıcı pencerenin önünde kısa bir süre daha gidip geldi.

“Başarısına inanmak gerek,” dedi başını sallayarak. “İskenderiye’ye ilk takviye güçler hereket etmiştir.”

Girodet Kabinesi’nden bir denizci üsteğmen onu onayladı. General bir an, Tardieu’nün İngilizlerin birlik yığma seviyesini ölçmek için Marsilya'ya gelip gelmediğini merak etti.

“Britanyalılar yalnız gidiyorlar,” dedi denizci hayretler içinde. “Bize danışmadan, bizi beklemeden, sanki biz yokmuşuz gibi. Niçin bu kadar acele ediyorlar kiş?”

Winston Churchill'i tanımadığınız belli,” dedi Tardieu. Amiralliğin baş lordu, ne Tanrı'dan ne Şeytan’dan korkar. Fransızlar umrunda bile değildir. Navy’nin gücüyle Doğu’da Türklere saldırma konusunda Kabine’yi ikna etti. Geçen yılın sonunda, Süveyş Kanalı’na ulaşmaya çalıştıkları için baele geçirmek istiyor.ğışlamadı onları. Türklerin kolayca dağıtılabilecek bir çete olduğunu düşünüyor. Boğazlar’ı zorla 

Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nı unutmak olur bu. Amiral Nelson, kasılarak, değişik bir tarzda söylemişti bunu. “Denize karşı kara her zaman haklıdır. İngilizler eskiden burada, Toulon karşısında başarısızlıpa uğramıştı. İstanbul’u almalarını neden istiyorsunuz ki?

Curchill’e kimse de hak vermiyor zaten,” diyerek sözlerini kesin bir tavırla onayladı Tardieu. “Başıboş drenotların ve süperdretnotların - bu devasa zırhlı gemiler Kraliçe’ye pek pahalıya mal olmuştu - Türkleri dize getirerek, Boğazlar’ı delip geçmeleri onları sevindirir . İstanbul’da oyunun ustası İngilizler olacak. Rus dostlarımıza yardım edebilirler, ama aynı zamanda Boğazlar’ı işgal etmekten de vazgeçirebilirler. Kıbrıs’ı, Malta’yı, Mısır’ı ve Hindistan yolunu korurlar ve İngiliz-İran Şirketi’nin petrol kuyularına ve Irak’taki petrol kuyuyu açma işine hâkim olabilirler. Bizim de bu işe el atmamız gerektiğini düşünmüyor değilim hani.”

2 Aralık 2022 Cuma

Kumarbaz *


 

İki haftalık ayrılıktan sonra döndüm sonunda. Bizimkiler üç gündür Rulentenburg’dalar. Beni büyük bir sabırsızlıkla beklediklerini sanıyordum, oysa yanılmışım. General’in pek kibirli bir görünüşü vardı. Biraz yukarıdan bile konuştu. benimle. Kız kardeşinin yanına yolladı hemen. Bir yerden para buldukları belliydi. Ame General yüzüme bakmaktan utanıyor gibime gelmişti. Mariya Filipovna telaşlıydı. Ayaküstü konuştu benimle. Ama parayı aldı. Dikkatle saydı. Anlattıklarımı sonuna kadar dek dinledi. Akşam yemeğine Mezentsov’la Fransızı, bir de İngilizi bekliyorlardı. Para bulunca ilk iş akşam yemeği vermek Moskova’lıların âdetidir zaten. Polina Aleksandrovna beni görünce, bunca zaman nerelerde kaldığımı sordu. Yanıtımı beklemden de çıkıp gitti odadan. Bunu özellikle yaptığı belliydi. Oysa konuşmalıydık. Anlatacak öyle çok şey birikmişti ki!..

Otelin dördüncü katında küçük bir oda verdiler bana. “Generalin yakını” olduğumu biliyorlar burada. Bizimkilerin kendilerini ağırdan satmayı iyi başardıkları anlaşılıyor. General’i çok zengin bir Rus soylusu sanıyorlar. Gelir gelmez, başka işler arasında bir sw, bozdurmam için bişr bin franklık verdi bana. Paratınotelin kasasında bozdurdum. Bu, bize -en azından bir hafta- milyoner gözüyle bakılmasını sağlayacaktır. .. Mişa’yla Nadya’yı alıp şöyle biraz dolaştırmak istemiştim, tam merdivenleri iniyorduk ki, General’in beni çağırdığını bildirdiler. Çocukları nereye götürdüğümü merak etmiş! Ama hâlâ gözlerimin içine bakamıyordu. Kendini zorlayıp bir kaç kez bakınca, bakışına her seferinde öylesine dik, küstah bir bakışla karşılık verdim ki, bozuldu. Süslü, uzun tümceleri peş peşe getirerek bir hayli konuştuktan sonra ne söyleyeceğini iyice şaşırdı., çocuklarla gara yaklaşmamamı, parkta dolaşmamı söyledi. Sonunda öfkeli,

-Biliyorum, söylemesem gara, rulete götürürsünüz onları, diye ekledi. Bağışlayın, farkındayım, henüz çok toysunuz, şeytana uyup oynayabilirsiniz. Gerçi akıl hocanız değilim, -böyle bir sorumluluğu üzerime almak istemem- ama hiç değilse, nasıl söylesem, beni küçük düşürücü davranışlardan

Hadi Gidelim *


 

Dar Odanın Karanlığı

… .. Artık, saçaklardan pıt pıt düşen damlalar. İçerden dışarı uğrayan, yanmış gaz kokusu. Taa ilerde, yokuşun altında minibüs durağının orada sarı aydınlık. Direğin üstünde: Demek yol lâmbaları sönmemiş. O duraktan sonra, bir köşede yolları ayrılacağı sıra, kapat şu Ayten lafını artık, demesine aldırmaksızın yine üsteleyişi Emine’nin:

“Ben senin yerine olsam, varırdım Ziya abiye, bu kızın çalımını yanına koymazdım!”

Az önce , Cebeci’nin orda, minibüs beklerken Ayten, Salih’in kolunda geçmiştir. O gülüşüyle…

“Bak” demişti Sultan, hem kaşları çatık, hem Emine’nin açık kalmış yakasını ilikleyerek. “Bak bana, Emine, ben ne bir adam borçlarımı ödesin, ne babama baksın, diye evlenirim onunla. Ne de Ayten'in çalımını ezmek için. Ben canım ne zaman isterse o zamöan evlenirim . Canım ne zamn ister? Onu da o zaman olduğunda görürsün..”

İşte, o zaman, Emine’nin şaşkın şaşkın bakışı. Aşağıda, soluk ışığı tıtreyip duran elektrik direğinin az berisinde. Şekerim Emine. Şimdi bu aynı karanlıkta, televizyon camının içine çekile çekile söndüğü bu odada , saç diplerini kaşıya kaşıya düşünüp duruyordur. En çok kızdığı da, bu dünyaya kız gelişi. Erkek olsaymış, bunu ne Salih’in, ne Ayten’in yanına koyarmış… Kız olmuşun, erkek olmuşun, ne ilgisi var Emine? De şimdi bana senin gösterdiğin yiğitliği kim gösterdi peki? Salih mi? Al sana erkek. Kafasını omuzlarının arasına çekmiş, sanki art arda düğme dikiyormuş gibi duran Ahmet’le Remzi mi? Hangisi? Bize yeni işimizi de onlar mı buluverdiler yoksa? Gerçi artık ipeklilerle, jorjetlerle değiliz. Hep kot. Olsun. Kot olsun, tulum olsan. Biz onlara gerekliyiz. Benim asıl yandığım, yarın o Salih, Ayten’in karşısına dikilecek, onun nelerini aldığını, neleriyle oynadığını unutmuş olup, suratına bir de tokat indirecek belki: Hep senin yüzünden, hep senin yüzünden değil mi? Elimdeki en iyi işçimi kaçırttın bana!..

Seviyordum Sizi *


 

Aleksandr Puşkin (1799-1837); Topu topu 38 yıl süren ömrü komploya çok benzeyen bir düelloyla son bulduğunda Puşkin, çoktan ulusal Rus şiirinin dâhi kurucusu olmayı başarmıştı. 


Meraklı


-Yeni bir şey yok mu? “Hiçbir şey yok valla.”

-Hey kurnazlığı bırak, mutlaka bir şeyler biliyorsun. Yaptığın ayıp değil mi dostuna,

Düşmanımmışım gibi hep bir şeyler saklıyorsun.

Dargın mıyız yoksa? İnsaf, kardeş, ne için?

İnat etme, tek bir sözcük söyle hiç olmazsa..

“Yahu , bırak yakamı! Tek bir şey varsa bildiğim

Senin aptal olduğundur, ama yeni bir şey değil bu da”.



“Yevgeni Onegin”den


(...)Gök artık sonbaharı soluyordu,

Güneş daha seyrek parlıyordu,

Günler kısalıyordu git gide,

Açılıyordu hüzünlü bir sesle

Ormanların gizemli örtüsü,

Tarlaları duman kaplıyordu