8 Aralık 2022 Perşembe

bir amerikan diplomatının anıları *


 

Bir Amerikan diplomatı olan Samuel. S. Cox, 1851’de ilk kez geldiği İstanbul’da, Kongre’deki  Demokrat Parti temsilciliğinden istifa ederek, diplomatik temsilci sıfatıyla 1885’te tekrar gelir.


Yeni Dünya’nın temsilcisi Cox, kadim Osmanlı payitahtında iki yıl görev yaparak ülkesine ve siyasetçiliğe geri döndükten sonra, İstanbul’da geçirdiği bu kısacık dönemi geniş hacimli bir kitaba dönüştürür.


Üstelik eserini sadece diplomat olarak değil ilgilenmek zorunda kaldığı, misyonerlikle, Osmanlıların komşularıyla ilişkilerine dair gözlemlerle, geleceğin stratejik maddesi petrol üzerine tetkikleri ve tanıklıklarıyla ya da İstanbul’un diplomatik dünyasının perde arkası hikâyeleriyle örmez:


Türkler başta olmak üzere, imparatorluğu oluşturan bütün halklar -Çerkesler, Kürtler, Araplar, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar, Bulgarlar, Ortodokslar, Katolikler ve hatta Latinler hakkında gözlemleri ve bazen ciddi tetkiklere dayalı tespitleri de eserinde yer alır.


Dönemin İstanbul’u da, sosyal hayatına ve gündelik yaşama dair ayrıntılı gözlemlerle anıların adeta baş rolündedir.: harem, köleler, nazırla, esnaf, arabacılar, çarşı pazar, giyim kuşam ve tabii ki meşhur sokak köpekleri…


Batılı güçlerin var güçleriyle nüfuz etmeye çalıştığı Osmanlı ülkesine ve padişahına beslediği hayranlığı gizleyemeyen Cox, bu yüzden uğradığı eleştirileri de açık yüreklilikle bu anılara katar.


Modern çağın değişimlerinin olanca hızıyla sürdüğü bir dönemde, Yeni Dünya’nın Eski Dünya’ya bakışı,


sıra dışı bir kalemden… ..

… ..

Bu kitabın adı, kapsamını ve ruhunu yansıtıyor. Diplomasi sanatıyla pek ilgisi olduğu söylenemez. Kitabın kendisi bir Oyalanma’dır; zira o gizemli sanatın rotasından sapar, uzaklaşır. Konstantinopolis'in diplomatik akıntılarının dışında ve Doğu’daki temsil görevlerinin ilgilerinden ve araştırmalarından emsalsiz bir tazelenme sağlayan, eğlenceli hobisini oluşturan rahatlamayı aktarmayı amaçlar.

… … bir Amerikalıya gülünç, acayip ve garip görünen bir şey, bir Osmanlı, bir Rum, bir Ermeni, bir Bulgar, veya Şark halklarından herhangi birinin üyesine öyle gelmeyebilir.

Konstantinopolis(İstanbul), Osmanlı İmparatorluğu'nun payitahtıdır. Muazzam boyutlarda bir imparatorluktur bu. Kentse, merkezî hükûmetin makarr-ı saltanatı. Halkı her ırk milliyetten gelir. Yetmiş küsür diyalekt konuşulur. Bileşimi, dünyanın tüm diğer başkentlerini geride bırakacak karmaşıklıktadır.

Hamsin Yortusu’nda Kutsal Ruh bu envai çeşit ırklar üzerine akar. Bu milletler, vaktiyle Romalı v e Bizanslı hükümdarların tebaasıydılar. Bu başkent, nabız atışları her üç kıtada hissedilen İslam dininin koruyucu meleğiydi, hâlâ öyledir. Bugünlerde Zanzibar’dan Kongo’nun deltalarına, Atlas Dağları’ndan Ümit Burnu’na varıncaya dek, Afrika’nın keşfedilmekte olan en ücra köşelerinde bile, bu dinin nabzı atıyor. Bu din, İbranilerin yeryüzündeki dolaşmalarını ve kaderlerini etkilemiştir, hâlâ daha da etkilemektedir. Filistin’deki hükümranlığı kadar, imparatorluktaki kiliseler üzerindeki denetimi dolayısıyla, Hıristiyanlıkla da pek çok ilişkisi vardır. Bu geniş rabıtalar, bu olağanüstü kentin, halkının ve hükümetinin ilginçliğini misliyle artırıyor. 

… ..

… .. özellikle Türk gücünün Viyana’yı tehdit ettiği dönemden beri gerçekleşen değişimleri düşünürse, büyük bir bozulma yaşandığı söylenebilir. 1453 yılında Konstantinopolis’i aldığı zaman, Osmanlı İmparatorluğu  gelişiminin en üst noktasına varmıştı. Osmanlıların Balkanlar, ve Tuna dahil olmak üzere, Şar’da yaptığı böylesine hızlı  ve muhteşem fetihlerle , belki günümüzde hiçbir ülke övünemeyecek.

… .. Bu alan, üç kıtaya yayılır.. Hükümranlığı altındaki topraklar içinde, klasik ve kutsal tarihin en ünlü kentleri yer alıyor, en azından bu kentler o topraklar içinde yer alıyor. Kartaca, Mempphis, Ninova, Tyre, Ephesus, Tarsus, Dimaşk (Şam), Smyrna (İzmir), Nicea (İznik), Broussa (Bursa), Atina, PHilippi ve Adrianopol


(Edirne) ile Cezayir, Kahire, Mekke, Medine, Basra, Bağdat
ve Belgrat gibi diğerleri -tümü de altın anahtarlarını, hükümdarları olan Padişah’a teslim etmiş olan kentlerdir. Akdeniz ve Marmara Denizi gibi, Karadeniz'de, Türk Hilâl’ini gördü ve tüm bu denizlerin dalgalar Türk gözü pekliği ve denizciliği karşısında duruldu, sindi. Bu imparatorluk hangi dağları ve sıradağları içine almadı ki! Atlas ve Kafkasya, Athos (Aynaroz, Sina, Ararat (Ağrı), Karmel , Taurus (Toros), Ida (Kaz), Olympus, Ossa, Peilan ve Hameus ile Karpat ve Balkan sıradağları -tüm bunlar bir zamanlar bu olağanüstü hükümdarlığın bir parçasıydı -veya hâlâ öyledir.

… ..

Muhtasar Osmanlı Tarihi

… ..bu ırkın izini Turan ailesini oluşturan beş göçebe kabileden birine kadar sürmek güç sayılmaz. Onlara Tatar adı veriliyor. Bu kabileler erken yüzyıllarda Orta Asya’da -hattâ Hazr Denizi’nin ötesinde- yaşayan halklardı. Türk adının, Çinlilerin Tu-kiu isimlendirmesinden geldiği kabul ediliyor. Türkler, Milâd’dan itibaren iki yüz yıl boyunca ve daha önceleri Çin’in batısında yaşayan bir imparatorluk ırkıydı. İş gelip de, her biri kendi önderlerinin peşinde, zaman zaman Asya ve Avrupa dünyasının büyük bölümünü kasıp kavuran Hunları, Tatarları ve Moğaoğolları birbirinden ayırmaya dayandığında, tarihin kalemi keskinliğini çok az yitiriyor. Fakat görünürdeki bu karışıklık ve birçok dağılmaların arkasından,Türklerin Altay’ın altın dağlarındaki büyük bir Han’a  boyun eğdikleri kabul edilir düzeyde kesinlik kazanıyor. Orada demirci ve silah yapımcıları haline geldiler. Günümüz Türklerinin köken iddiaları böyle. Demir işleyen yerlilerden oluşan -ataları Tuval Kayin olan- büyük Demirciler sülâlesinin dâhil olduğu- bu demirci kavimler dünyaya dehşet salmıştır. O kadar erken bir tarihten beri demir silahlarıyla Türkler, kendilerini sıkıştıran bukağıları fırlatıp attılar ve altın dağlarında bir hükümranlık karargâhı kurdular. Asya platosunun göçebeleri oldular.

İslam’ı benimsemelerinden evvel hangi dine mensup oldukları, epeyce müphemdir. (Yaşam) unsurlarına tapıyorlardı. Yüce Varlık’a kurbanlar adıyorlardı. Az çok Zerdüştî öğretilerin etkisi altındaydılar. Ceza kanunları katıydı. Hırsızlık, 0n katı tazminatla, daha çok alçakça diğer suçlarsa ölümle cezalandırılırdı. Askerî kökenlerini ve meleklerini göstermek için, bu toplulukta korkaklık için hiçbir cezanın yeterince şiddetli kabul edilmediğini söylemek yeterli olur.  Elbette avrupa’ya geçmelerinden evvel pek çok rakiplerle karşılaştılar. Perslerle dövüştüler, ama savaşçı enerjilerine daha da fazlasını katarak, her yöne anaforlanarak gene de ilerlemeyi başardılar. Kimi zaman başkalarıla birlik yaptılar; Romalılar, ilerleyen


kartallarının kanatlarını güçlendirmek üzere zaman zaman onlarla ittifakın peşine düştü.

Muhammed yedinci yüzyılın ortasında ortaya çıktığında  onun dini Türk kabilelere birlik ve dinsel coşku getirdi. Bundan itibaren, bu geleneklerden yarı gerçek, belki yarı hayal olarak, Türkiye tarihi otantik biçimini alır. Birçok Türk beyi Filistin, Suriye ve Mısır’a hükmederken, Türkmen olarak tanınan bir Selçuk kabilesi Buhara bölgesine yerleşti. Peygamber’in sancağını daha iki yüz yıl evvel Viyana surlarına kadar taşıyan ve tüm kehanetleri boşa çıkararak, Avrupa’da bir güç olarak konumunu bugüne değin korumayı başaran, işte bu kabileden geldiler.

Büyük zaferlerinden birinin ardından, bu Selçuklular bir hükümdar seçmek üzere bir araya geldiler. Doğaldır ki, bunca muhteşem savaşçılar arasından “Kimi seçelim?” sorusu doğdu. Bu sorunun yanıtı olarak benimsenen yöntem tekti. Bir dizi okun üzerine bir kabilenin, ailesinin ve adayın ismi kazınır. Oklar bir demet halinde bağlanır. Bir çocuk içlerinden bir oku seçerek talihliyi belirler. Selçuk’un torunu ve Turan İmparatoru’nun soyundan gelen Tuğrul Bey, böylelikle ilk sultan seçilir. Bölünmeler sonucu bu devlet gerilemeye başlar. İçinden, aynı kabilenin mensuplarından bir sürgün  verir. İsmi Süleyman’dır. O, Avrupa’ya inen ilk Türk ordularından biriyledir. Bizans tahtı için çekişen Yunan rakiplerinden biriyle ittifak kurar, sonunda başarıya ulaşan rakibin konuğu olarak, iki bin atlısıyla, Boğaziçi’ndeki Üsküdar’da krallara yaraşır şekilde ağırlanır.

O günlerden sonra Türk gücü, özellikle Küçük Asya’da hızla gelişir. Kendi soylarından gelen Cengiz Han’ın önderderliğindeki Tatar fetih dalgasıyla karşılaştığı on


üçüncü yüzyıla değin gelişmeyi sürdürür.
Bundan önce, bu Selçuklu hanedanı çöker; fakat sadece geçici olarak. Büyük Moğol Cengiz Han çok fazla genişleme yüzünden fethettiği toprakları kaybedince, Türkler uğradıkları felâketten  dirilmeyi başarırlar. Yunanlılara karşı savaşlarına tekrar girişirler. Horasan’daki Asyaî yurtlarından göç etmiş kardeşleri de onlara katılır. Olaylar öyle gelişir ki - belki Türkler buna kader demeyi yeğler- Horasan’dan batıya doğru hareketi içinde, Türklerin kendi kanından bir lider olan Ertuğrul, kendini ve dört yüz aileyi  iki rakip ordunun içinde karşı karşıya gelmiş olarak bulur. Derhal tarafını seçer. Şövalye ruhludur: Zayıftan yana olur. Zayıf tarafın kazandığı anlaşılır. Aynı zamanda, bunun Sultan Alaaddin’in tarafı olduğu da ortaya çıkar. Ertuğrul, Karadeniz kıyılarında bir Bey olur. Yunanlılara karşı Türklerin verdiği savaşı sürdürür. 

Bu dönemde daha sağlam bir tarihsel zemine giriyoruz. On üçüncü yüzyılın son yılıdır. Artık içlerinden bir askeri deha yükselmektedir. Türk ırkının en mağruruna saygınlık ve adını verir. İsmi Osman’dır. Bir asker olduğu kadar bir devlet adamıdır. … .. Onun hükümdarlığına kadar savaş kadar barış sanatları da geliştirilir. Bunlara camilerin ve eğitim kurumlarının olgunlaştırılması, sağlam bir toprak düzeni ve toprağın ekilip biçilmesi ile, fethedilen topraklardaki dinsel hoşgörü dâhildir. Türkiye’nin Kapitilasyonları olarak bilinen birçok serbestînin kökleri de bu Osmanlı devlet adamlığında yatar.  Osman'ın ölümünden


sonra bile hükmetmeye devam ettiği söylenir; yarattığı sivil ve askeri örgütlerin nüfuzu öylesine güçlüydü. … .. 

Oğlu Orhan, babasından aldığı mirası geliştirir. Orduyu büyütür ve hükmünü Boğaziçi’ne kadar genişletir. Sanat ve bilim teşvik edilir. Türk deniz gücünün temelleri atılır. Kuşkusuz, o dönemde de hâlâ az çok cengâverdiler. Bizans İmparatorluğu’nun zayıflığı, onları Orhan’dan yardım istemeye ister. Orjan askerlerini , hatta ailesini, Bizans’ın imparatorununkiyle birleştirir. 

Orhan’ın bir oğlu, onun yerini alır. Hilâlli sancağı Çanakkale Boğazı’nın karşı yakasına, Trakya’ya taşır. Derken onun halefi olan Murat, bu sancağı Trakya’da daha da ileriye götürür ve Adrianopolis (Edirne) başkenti yapar.Balkanlar’ın kuzeyindeki fetihleri onu bu toprakların en büyük hükümdarı haline getirir. Sırbistan, Bosna, Bulgaristan ve Arnavutluk onun hükümdarlık asâsına biat eder.

Bursa’yı ziyaret ederseniz. büyük bir ilgiyle Türk İmparatorluğu’nun kurucularının başkentini ve mezarlarını görebilirsiniz.. Sultan Orhan ve Orhan’ın türbeleri buradadır. Bu yapıla, Aziz Elias’a adanmış antik bir Yunan katedralinin yerinde bulunur. Osman, bu şehri oğlu Orhan tarafından fethinden kısa bir süre sonra öldü ve kendi arzusuyla, bir türbeye dönüştürülen bu binaya defnedildi. … .. Türbe 1885 depreminde bütünüyle yıkıldı. Şu anda Osmanlı hanedanının kurucularının mezarlarının üstünü kaplayan modern yapılar, eski aziz Elias kilisesinin mimar

 güzelliğinden hiçbir iz taşımaz. Sultan Orhan’ın aynı alandaki duvarla çevrili türbesi, aileye ait birçok  mezarı barındırır., ama ilk karısı erdemli ve iyiliksever Hıristiyan, Prenses Nilüferîn mezarı burada bulunamamıştır. … ..

Müslüman gücünün yükselişi ve ilerlemesinin daha ayrıntılı bir anlatımı … ..

… ..


Osmanlı İmparatorluğu’nun Çarpıcı Özellikleri Fransız Nüfuzu


… .. Napolyon, büyük gücünü kazanmadan önce, Sebastiani onun

tarafından İstanbul’a elçi olarak seçilmişti. O dönemde egemenlik yarışı
Fransa ile Rusya arasındaydı; ardından İngiltere, bugün olduğu gibi, önemli bir güç olarak geliyordu. Sebastiani gerçek bir Korsikalı idi. Çok ender görülen bir zekâya sahipti. O dönemde benimsendiği gibi, Napolyonvari düşünce doğrultusunda, kendisini Türkiye’nin kaderinin hâkimi haline getirdi. Şark’ın Rusya’dan kurtarılması ve Fransa’nın -halihazırda Rusya’yla   daha az önemli tarafsızlık veya ittifak ilişkisinin tersine- o dönem boyunca en öne çıkmasını sağlayan hareketlerin stratejistiydi. Boğaz’ı Rus gemilerine kapatan oydu. Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünü korumasını sağlayacak şekilde, Dalmaçya’da Fransız ordusuna itibar kazandıran oydu. III. Selim’i bizzat sadrazam kadar büyük bir iktidarla yöneten oydu. Tuna’da gelenekselleşecek ve oradaki prensliklerin Türk hakimiyeti altında uzun süre kalmalarını sağlayacak siyasaları dikte eden oydu. İşte altmış yıl kadar sonra , bizzat Napolyon’un
Korsika’da  oyun oynadığı yerde, … .. Sebastiani idi. Kendisinin başrolde  oynadığı Şark’taki eski mücadeleler konusunda kim bilir nasıl hatıraları vardı! … ..

Napolyon’un , bu kurnaz Korsikalı suç ortağı Sebastian’in zihninden doğan siyasasının Şark meselesinin karmaşıklığını ne denli etkilediği asla bilinemez. Garip gibi görünse de, Fransa, en azından bu dönemin bir kısmı boyunca, bugün olduğu gibi, Rusya’nın -gizli olmakla birlikte- müttefikiydi. O dönemde bu ittifakBabıâli’ye karşı yapılmıştı. Hükümdarların hayretine rağmen ortaya çıktı. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki -sadece İstanbul ve Rumeli dışında- tüm vilayetlerinin, o günün diliyle, “Türklerin boyunduruğundan ve eziyetlerinden kurtarılması” için yapılan Tilsit Anlaşması’ndan söz ediyorum. Napolyon ile Sebastiani arasındaki yazışmalar, Türkiye’nin bölünmesi üzerinde o dönemde anlaşmaya varıldığı gerçeğini ortaya koydu: Bosna,Arnavutluk, Epir, Yunanistan, Teselya ve Makedonya, Fransa’ya; Sırbistan Avusturya’ya; Ulah, Moldova, Bulgaristan ve Trakya’nın bir bölümü de Rusya’ya verilecekti. Türkiye’nin Avrupa’daki hâkimiyet alanı, 1453’te II. Mehmet tarafından imparatorlukları yıkılan Bizanslıların sahip olduğu kadar küçük ve zayıf bir bölgeyle kısıtlı kalacaktı. Bu anlaşma, topraksızlara -kral ya da imparator olmayanlara- nasıl da küstah bir örnek oluşturur.

... ..

Osmanlı İmparatorluğu’nun Çarpıcı Özellikleri Fransız Nüfuzu


Son Dört Padişah Saltanatlarının Önemli Olayları


Konstantinopolis'in Latin İstilası


Boğaziçi ve Tarabya’da Oyalayıcı Diplomasi


Petrol Olasılıkları ve Gerçeklikleri


Türkiye’deki Irkların ve Sınıfların Tipik Özellikleri


Türkiye’nin yahudileri


Rum Ortodoks Kilisesi ve Kökeni


Rum Ortodoks Kilisesi-Mimarisi, Konsiller, Gelişimi Durumu ve Roma’dan Kopuşu


Latin Kilisesi - Ermeni Katolik - Ermeni Gregoryen Kiliseleri - Bulgar Kilisesi ve Diğer Kiliseler


Türkiye’de Amerikan Misyonu- Büyüklüğü, Karşılaştığı Engeller ve Hakları


Türk Dili ve Edebiyatı


Türk Nüktedanlığı


Doğu’nun Öyküleri ve Kıssanın Hisseleri


Kadılar Arasında- Müslüman Adaleti-Mizahi Örnekler


Dragomanın Hikayesi-”İkisinden Hangisi, Kötü Adam mı Yoksa Aptal Adam mı?


Temsilcilikte Oyalayıcı Diplomasi


Boğaziçi’nin Aşağısı-Kozmopolit ve Kaleydoskopik Kent Köprüsünden Sahneler


Boğaziçi’nin Kayıkları


İstanbul'un Köpekleri- Bir Köpekler Cumhuriyeti-Dövüşler


Pera’da Temsilciliğim


Eski İstanbul’da Sahneler ve Oyalayıcı Diplomasi


Türkiye’de Demokratik-Cumhuriyetçi Özellikler


Alaturka Saat-Oruç ve Bayram Günler


Harem-Yenilikler, Giyim Kuşam ve Olaylar


Haremin Hadımları ve Diğer Olaylar


Kölelik Koşulları ve Dayanılır Duruma Getiren Özellikleri


“Korkunç Türk”ün Çocuğu ve Çocuklarının Eğitimi


Müslüman Evlilikler ve Sonuçları


Türkiye’deki Amerikan Kuruluşları-Okullarımız ve Kolejlerimiz


Türkiye’nin Yazgısı Hakkında Karşıt Fikirler


Türkiye’nin Kaynakları- Vergi Tahsilatı, Eşkiyalık ve Mali Durum


Türkiye’de Reform Mümkün mü? İmparatorluğun Mevcut ve Planlanan Demiryolları


Şark Meselesi-Prens Alexandre ve Bulgaristan’daki Ayaklanma  Yunanistan Kralı ve Kraliçesi


Bulgaristan ve Başkenti; İhtilaf vec Rusya Kraliçesi


Sırbistan ve Bulgaristan Arasında Savaş-Prens Alexandre


Temsilcilikten İstifam-Eve Dönüş-Prens Ferdinand-Son Olaylar- Doğu’nun Yıldız Falı -Sonuç



*bir amerikan diplomatının istanbul anıları 1885-1887 & Samuel Sullivan Cox

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Özgün adı: Diversion of a Diplomat in Turkey

Çeviren: Gül Çağlalı Güven

1.Baskı: Mayıs 2010




*
Yıldız Sarayı, ilk kez Sultan III. Selim'in (1789-1807) annesi Mihrişah Sultan için yaptırılmış,[1] özellikle Osmanlı padişahı II. Abdülhamit (1876-1909) süresinde Osmanlı Devletinin ana sarayı olarak kullanılmış olan saray. Günümüzde Beşiktaş İlçesi’nde yer alır. Dolmabahçe Sarayı gibi tek bir yapı halinde değil, Marmara denizi sahilinden başlayarak kuzeybatıya doğru yükselip sırt çizgisine kadar tüm yamacı kaplayan bir bahçe ve koruluk içine yerleşmiş saraylar, köşkler, yönetim, koruma, servis yapıları ve parklar bütünüdür.



































































*Osman Hamdi Bey (30 Aralık 1842, İstanbul - 24 Şubat 1910,[2] İstanbul), Türk arkeolog, müzeci, ressam ve Kadıköy'ün ilk belediye başkanı.

Sakız Adası'ndan ufak yaşta evlatlık olarak gelen Rum asıllı Osmanlı sadrazamlarından İbrahim Ethem Paşa’nın oğlu, İstanbul Milletvekili, belediye başkanı, müzeci, kimyager ve felsefeci Halil Ethem Bey ve nümizmat İsmail Galip Bey’in ağabeyidir.

İlk Türk arkeoloğu kabul edilir. Bağdat’ta ilk arkeolojik çalışmalarını yaptıktan sonra asıl gerekli yasanın çıkarılmasını sağlayarak ve tüm arkeolojik çalışmaların kontrolünü üstlenerek modern arkeoloji biliminin Osmanlı'da temellendirilmesini sağladı.[3] En önemli arkeolojik kazısı 1887-1888'de gerçekleştirildiği Sayda Kral Mezarlığı (Lübnan) kazılardır. Bu kazılar sırasında dünyaca ünlü İskender Lahdi’ni bulmuştur.


*Bukağı: Ağır cezalıların ayaklarına takılıp ucuna pranga bağlanan demir halka. Kaçmaması için hayvanların ayağına takılan zincir, demir köstek.


*Tilsit Antlaşmaları - Vikipedi (wikipedia.org)

*Tilsit Antlaşması, 1807 yılında Fransa ile Rusya arasında imzalanan antlaşmadır. Bu antlaşmaya göre Rusya, Avrupa'da Fransa'nın yanında yer alacak (İngiltere'ye karşı kıta ablukası), buna karşılık Fransa da Rusya ile Osmanlı Devleti arasında arabuluculuk yapacaktı. Eğer Osmanlı Devleti bunu kabul etmezse, Fransa Rusya'nın yanında Osmanlı Devleti'ne karşı savaş açacak ve onu aralarında paylaşacaklardı. Sadece İstanbul ve Rumeli'ye dokunulmayacaktı.[1]
























4 yorum:

  1. İstanbul Anıları; sadece İstanbul değil, tarihi süreçte Osmanlı öncesinde gelişen olayların bir yabancı gözü ile anlatımı ilgi çekici... bazı bölümlerin tercümesi sıkıntılı gibi görünse de ilginç ve öğretici...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Okurken çağrışım yapan bazı olaylar / ayrıntılar için Netflix'teki belgesellerden ya da internette ki kaynaklardan yararlanmak keyif verici..

      Sil
  2. Netflix-Saklı İstanbul
    Zeyrek sarnıçları... Anlatanlar, müzik muhteşem.... tarihi taşlar dahil elmas değerinde vurgusu yapıyorlar... Cami içindeki namaz kılınan yerin altındaki bölüm cam plakalarla koruma altına alınmış ve zaman zaman halı kaldırılıyor ...
    Zemin altında ayrıca diz adamlarının mezarları (bir benzeri de fatih camii altında) varmış
    Zeyrek,  İstanbul'daki 4 dünya mirasından ...
    Zeyrek camii yakınında eski çukur çeşme, sonra ayazma, ve son olarak Sıbyan mektebi olarak bir vakfın mülkiyetinde olan (antikrator manastiri) tarihi eser...
    Zeyrek Sarnıcı ( özel mülkiyet)

    İlk bölümünü indim
    , sonraki bölüm Sultan Ahmet ( At) Meydanı

    YanıtlaSil
  3. Çandarlı Halil hakkındaki rivayetler ilginç; İstanbul kuşatması sırasında Avrupa'da yeni bir haçlı ittifakı ortaya çıkacağından kuşkulandığını ve bu nedenle kuşatmanın zayıflatılmasını ve hatta kaldırılmasını II. Mehmet'e tavsiye etti. Bu tavsiyeleri orduda ve devlet kapılarında Çandarlı Halil Paşa'nın Bizans'tan rüşvet aldığı söylentilerinin dolaşmasına neden oldu. 29 Mayıs'ta İstanbul fethedilmesinden hemen sonra 1 Haziran 1453'de II. Mehmet bu dedikoduları çok ciddiye aldığını açıklayarak başvezir Çandarlı Halil'i görevinden azletti. Çandarlı Halil Paşa ve çocukları tutuklandı. Çocukları daha sonra serbest bırakıldı ama Çandarlı Halil Paşa Yedikule’de Altın Kapı’da 40 gün hapis edildi. 10 Temmuz 1453 tarihinde gözlerine mil çekildi ve idam edildi. Boyun eğeceği yerde Sultan’a dik baktığı iddia edilir. Daha sonra oğlu İbrahim Paşa tarafından İznik’e götürülüp türbesine gömüldü.[1]

    YanıtlaSil